Sermaye devleti, temsil ettiği sınıfın bekası için baskı ve zor politikalarını işçiler, emekçiler ve ezilen halklar üzerinde sistematik bir şekilde kullanır. Kuruluşundan bugüne ev baskınları, köy yakma, işkenceler, toplu katliamlar, gözaltında kaybetme gibi sayısız suç işlemiş, baskı ve zor aygıtlarıyla emekçiler üzerinde adeta terör estirmiştir. Yıkılana kadar da bu uğursuz rolünü oynamaya devam edecektir.
Katletmekle yetinmeyen sermaye devletinin insanlık dışı uygulamalarından biri, ölü bedenlere de zulüm yapmasıdır. Bu vahşi yöntemle geride kalanların “yas tutma hakkı” bile gasp edilir. Öte yandan ise şiddetin hedefi olan ezilen halklar ve ilerici-devrimciler üzerinden tüm topluma gözdağı verilmek, bu tiksinti verici yöntemle toplumsal hafıza silinmek istenir.
Ölü bedenlere zulmetmede devletin sicili oldukça kabarıktır: Cenazelerin günlerce sokaklarda tutulması, panzerlerin arkasında sürüklenmesi, çıplak olarak teşhir edilmesi, vücut bütünlüğünün bozulması, ailesi tarafından tespit edilmesine rağmen kimsesizler mezarlığına gömülmesi, cenaze törenlerinin engellenmesi, yıllar geçmesine rağmen ailelerine verilmemesi, kargoyla gönderilmesi ya da kutuda aileye teslim edilmesi, mezarlıkların tahrip edilmesi, üzerine AVM, tuvalet yapılması... Devletin ölü bedenlere yönelik zulüm ve zorbalığı bu kadar çok yöntemle uygulaması bile bu konuda belirlenmiş bir politikanın uygulandığını gösteriyor. Çünkü devlet özellikle mücadele edenlerin ölümlerinin toplumda etkiler yarattığını, politik olduğunu bilerek hareket ediyor. Bu nedenle varlığını kabul etmediği, inkâr ettiği, baskıladığı bütün kimlikleri fiziki olarak da ortadan kaldırmak için birçok vahşi yönteme başvurur.
Dinci-faşist iktidarın iki yüzlülüğü
Dinci faşist iktidar toplumsal yaşamın birbirinden farklı her alanında (bilim, spor, eğitim, sağlık, hapishaneler, mahalleler vb.) “dini kurallara” dayalı bir hegemonya kurmaya çalışıyor. İslami “değer” ya da “kurallar” dedikleri gerici ucubelikleri emekçiler üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanıyor. “Dini değerler” demagojisini aynı zamanda sömürüye kılıf uydurmak, toplumda dikey ayrımları derinleştirmek ve rejimin suçlarının üzerini örtmek için kullanmaktadır. Oysa ki ölü bedene saygı ve yas tutma hakkı insanlık tarihi kadar eski, haklı ve meşru bir talep ve neredeyse tüm din-inanışlarda yer alan etik bir değerdir. Dinci-faşist iktidar dini kendi ihtiyaçlarına göre ve yalnızca işine gelen kısımlarıyla kullanırken; suçlarını örtmek söz konusu olduğu zaman dinin tüm kurallarından vazgeçip en vahşi şiddet aygıtlarını kullanmaktan çekinmiyor.
Sermaye devleti ölü bedenler üzerindeki şiddeti çoğunlukla kendi çizdiği “makbul vatandaş” dışındaki kesimlere uyguluyor. Ezilen halklar, devrimciler, hak mücadelesi yürütenler bu saldırının hedefi oluyor çoğu zaman.
Daha kurulurken Alevi, Süryani, Ermeni, Yahudi, Kürt halkı başta olmak üzere ezilen halkları katliamlarla yok etmek isteyen sermaye devleti son dönemde de cenazeleri yerde bırakarak, ailesine kutuda ya da kargoyla teslim ederek, ölü bedeni çıplak şekilde teşhir ederek, yerlerde sürükleyerek, mezarlıkları bombalayarak, tahrip ederek, taşıyarak saldırılarını sürdürüyor.
Sermaye devletinin ölü bedenler üzerindeki şiddeti bununla da sınırlı değil. ’99 Marmara Depremi ve 6 Şubat Maraş depremlerinde yıkılmış binaların altında cesetler olduğu biliniyorken enkazların alelacele kaldırılması, üzerinden aylar-yıllar geçmesine rağmen hala cesetlerine ulaşılamayan binlerce kişinin olması, sermaye devletinin dirisine de ölüsüne de bir bütün olarak insana değer vermediğinin dolaysız kanıtlarıdır.
İnsan onurunu korumak mücadeleyle mümkündür!
Dünyanın pek çok yerinde kapitalist devletlerin bu kirli yöntemlerle mücadeleci insanları yok etme çabasına karşı yakınlarının cenazelerini arayanların mücadeleleri sürüyor. Şili, Arjantin, Kolombiya, İspanya, Cezayir gibi birçok ülkede ölü bedenlere yönelik şiddete ve kaybetmelere karşı mücadele veriliyor.
Türkiye’de de Cumartesi Anneleri, İnsan Hakları Derneği, Ölülere Saygı ve Adalet İnisiyatifi, MEB-YADER, AN-YAKAYDER gibi birçok dernek ve demokratik kitle örgütü uzun soluklu bir mücadele yürütüyor. Salt “ölülere saygı” talebiyle bir mücadelenin verilmesi, 1995’ten beri çocuklarının mezar yerini soran annelerin her hafta polis saldırısına uğraması, yakınlarının cenazelerini isteyenlerin derneklerinin kapatılması dahi bu düzenin vahşetini gözler önüne seriyor. Aynı zamanda ölümlerin politik olduğunu; yok edilmek istenen fikirlerin, kültürlerin, tarihlerin, mücadelelerin, halkların ancak direnerek yaşayabildiğini de gösteriyor.
Sermaye devletinin kirli politikalarının boşa çıkarılması ise insan onurunu korumak için yükseltilecek toplumsal mücadeleye bağlıdır. İnsan onuruna yaraşır bir düzende yaşamak ve ölmek ancak bu kokuşmuş düzenin yıkılmasıyla ve yerine insanı ve diğer canlıları merkezine alan sosyalist bir dünyanın kurulmasıyla mümkün olacaktır.