“Her şey çok güzel olacak”; CHP’nin İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkan Adayı Ekrem İmamoğlu’nun seçim çalışmaları sırasında bir çocuğun söylediği bu söz, Yüksek Seçim Kurulu’nun İstanbul seçim sonuçlarını iptal etmesinin ardından AKP karşısında bir mottoya dönüştü adeta. Sol güçlerden sanatçılara, düzen siyasetçilerinden büyük burjuvazinin çeşitli temsilcilerine, taraftar gruplarından emekçilerin bir kısmına kadar geniş bir kesim bu sözü tekrarlamaya başladı. Özellikle sosyal medyada öne çıkan gündem oldu.
AKP ve MHP ortaklığıyla kurulan dinci-faşist ittifak karşısında umudu ifade etmesi bakımından güzel bir söz. Özellikle toplumsal mücadele dinamiklerinde yılgınlık yerine tepki ve inancı ifade ettiği için hayli anlamlı. Fakat siyasal olarak düşünüldüğünde, ciddi yanılsamaların da önünü açabilecek bir söz. Bu nedenle, sözün gerçek kılınabilmesi ve bugünkü haliyle kullanımının sınırlarının anlaşılabilmesi için, bu umut ifadesini bazı soruların yanıtlarıyla birlikte ele almakta fayda var.
Nasıl?
Gelecek günler nasıl güzelleştirilecek? 23 Haziran’da kurulacak sandıklara, üzerinde İmamoğlu’na basılmış mühürler bulunan oy pusulalarını atmak buna yeter mi? Bir “kağıt parçası” geleceği kendiliğinden güzelleştirebilir mi?
Gelinen yerde, yenilenen İstanbul seçimlerinin il sınırlarını aşıp dinci-faşist ittifakla ülke genelinde siyasal bir çarpışmaya döndüğü açık. AKP’nin içişleri bakanlığını yapan SS bozuntusu bile, “Bugün İstanbul’u veren yarın Türkiye’yi verir” diyerek bunu açıkça ilan etti. Çarpışmanın bir tarafı dinci-faşist iktidar blokuyken, diğer tarafı yıllardır bu blokta temsil edilen siyasal gericiliğin ağırlığından bunalan, en demokratik hak ve özgürlükleri pervasızca gasp edilen, karalamalara maruz kalan toplum kesimleridir. Bu nedenle dinci-faşist ittifakın 23 Haziran’daki yenilgisi, aralarında emekçi katmanların da bulunduğu bu kesimler için soluk borusu olacaktır.
Bu öneme rağmen, bu kadarıyla, seçim sonuçlarının her şeyi güzelleştirmeye yetmeyeceği açık. Şimdiden dile getirilen seçim hileleri senaryolarını ve AKP-MHP blokunun yasa-kural tanımayan anlayışının olası sonuçlarını bugün için bir kenara koysak bile, burjuva demokrasisinin dahi giderek rafa kaldırılması ve despotizmin egemen olması bugünkü tartışmalardan öte bir durum.
“Yeni bir tarihsel dönemden, bir büyük tarihsel çalkantı dönemine girişten söz ediyoruz. Bu dönem burjuva düzen tabanı üzerinde demokrasiye gidiş dönemi değil. Tam tersine, neoliberal yağma için, emperyalist savaşlar için despotik devlet gerekli, gelinen yerde gerekliden öteye zorunlu. Köklü burjuva demokrasilerinin bile polis rejimine evrilmekte olduğu bir yeni dönemin içindeyiz artık. Bu kuşkusuz demokrasi uğruna mücadelenin önemini ortadan kaldırmaz, ama bu mücadelenin artık her zamankinden daha çok toplumsal devrim mücadelesi içinde ele alınmasını gerektirir. Demokrasi mücadelesini sosyalizm uğruna mücadele içinde anlamlandırmanızı gerektirir. Sorunu böyle ele aldığınızda, mücadeleyi sınıfsal bir eksene oturttuğunuzda ise hareket zaten salt demokratikleşme sınırlarında kalamaz. Salt siyasal özgürlükler uğruna harekete geçmek her zaman küçük-burjuvazinin dar ufkudur. Demokratizm onun programıdır.” (Haziran Direnişi üzerine-1, H. Fırat / Ekim, sayı 291, Kasım 2013)
Öte yandan, AKP’nin çöküşü ve dinci-faşist ittifak blokunun dağılması elbette siyasal gericiliğin bugünkü ağırlığının belli ölçüde ortadan kalkmasına yol açacaktır. Bu da başta işçi sınıfı olmak üzere, toplumun farklı kesimlerinin hareketinin önünü açacaktır. Fakat bununla sınırla kaldığında her şeyin çok güzel olacağını söyleyemeyiz yine de. Zira bu kez toplum burjuva gericiliğinin başka bir biçiminin altında kalacaktır. Bu nedenle, her şeyin güzelleşmesinin, ‘dinci-faşist iktidarın çöküşü’ ve ‘sermaye düzeninin yerle bir edilişi’ birleşikliği içinde mümkün olduğunu bir an bile unutmamakta fayda var.
Kimin için?
Geleceğe ilişkin can alıcı sorulardan biri de her şeyin kimin için güzel olacağıdır? Bugün “Her şey çok güzel olacak” mottosu, neredeyse her bileşeni birer sermaye gücünü temsil eden Galatasaray Divan Kurulu’nda da AKP’nin “seçim darbesi” karşısında tepkilerini gizlemeyen emekçiler arasında da dile getiriliyor. Gelecekte her şeyin bu karşıt iki sınıf için de çok güzel olabilmesi mümkün mü?
Tek adama dayalı bir dikta rejimi inşa eden AKP’nin çözülüşü büyük burjuvazinin geleneksel kanadının da işine yarayabilir, emekçi katmanların da. Fakat ‘her şey’, bu karşıt sınıflardan biri, egemen olan sınıf için çok güzel olabilir. Bu nedenle, güzelleştirilmiş bir gelecek kurgularken, bu güzelliğin hangi sınıfa atfedildiğine dikkat etmek gerekir.
Tüm kesimleri aynı torbanın içine koyan E. İmamoğlu’nun “iş insanlarına” özel olarak seslenmeyi ihmal etmediğini de buraya dipnot niyetine ekleyelim.
Kiminle?
Her şeyin çok güzel olduğu bir geleceğe nasıl varılabileceğini, gelecekteki bu güzelliklerin kimin için olacağını belirlediniz diyelim. Peki düşünüzdeki bu geleceği kiminle inşa edeceksiniz? “Kimin için?” sorusuyla bağlantılı olarak, geleceğin inşasında hangi sınıf ya da katmana yaslanırsanız, gelecek de onun için güzel olur. Tersinden, geleceğin kimin için güzel olmasını istiyorsanız, o sınıf ya da katmana yaslanmanız gerekir.
Eğer gerçekten her şeyin işçi sınıfı ve emekçiler için güzel olmasını istiyorsanız, yüzünüzü tam da bu sınıfa dönmek zorundasınız. Bu da işçi ve emekçilerin fabrikalarında, işyerlerinde ve sokaklarda devrimci mücadeleyi yükseltmesi için çalışmak demektir.
“İşçi sınıfı sınıfsal konumu gereği kendini sermaye sınıfına karşıtlık içinde tanımlar, mücadelesi de buna yönelir. Sıradan direnişlerin bile ortak sloganı olan ‘İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!’ söylemi bunun en popüler bir ifadesidir. Burada tüm sadeliği içinde siyasal değil fakat sınıfsal bir tanım var. Sınıfın karşısında sınıf var burada. İşçi sınıfının birliği sermaye egemenliğini yenecek anlamına gelir. Bu henüz ilkel bir bilinçtir ama belirli bir sınıfsal konumun doğasından gelmektedir. Bu, bir sınıfın kendini bir başka sınıfın karşısına koymasıdır.” (a.g.e.)
Böylesi bir durumun gerek başını CHP’nin çektiği düzen muhalefetinin gerekse İstanbul adayı E. İmamoğlu’nun çapını hayli aştığı ortada.
Önemsemeyelim mi?
Burjuvazinin egemenliği altında hiçbir seçimin işçi ve emekçiler için gerçek anlamda çare olmayacağı açık. Buna karşın, tarihsel ya da güncel örnekler, kimi seçimlerin sınıfın devrimci mücadelesi için dönemsel olarak belli bir önem taşıdığını da gösteriyor. Bugünkü süreçte, İstanbul seçimleri işçi sınıfı için kendi sınırlarından bir önem taşıyor elbette. İlk sorunun cevabında belirtildiği gibi, yenilenen İstanbul seçimlerinde AKP’nin yenilgisi, toplumsal mücadelenin dinamiklerini oluşturan kesimlerin umudunun ve mücadele gücünün tazelenmesini sağlayabilir. AKP’nin dizginlerinden boşalan zorbalığının önüne bir set çekmenin önemli bir adımı olabilir.
Öyleyse, gündemdeki seçim süreci küçümsenmemelidir. Fakat bu sürece nasıl yaklaşılması, seçimle ilgili olarak işçi ve emekçilere ne anlatılması gerektiği önemlidir. Asıl sorun da budur.
Ne yapmalı?
Tüm bunları, son bir soruyla birleştirerek en açık haline kavuşturabiliriz. 23 Haziran’daki seçimlerle ilgili olarak ne yapmalı? İşçi ve emekçileri sandık üzerinden pasif bir tutum almaya çağırmakla sınırlanmak yerine, seçimin yenilenmesinin aynasında AKP’nin tek adama dayalı dikta rejimini teşhir etmeli, bu rejimin başta grev hakkı olmak üzere en temel hak ve özgürlükleri gasp ettiğini vurgulamalı, aynı rejimin patronlara nasıl hizmet ettiğini anlatmalıyız. Bununla birlikte, düzen ve devlet gerçeğiyle sınıf ilişkilerini tüm çıplaklığıyla gündemde tutmalı, demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılabilmesi ile sömürü zincirlerinden kurtulunabilmesi arasındaki bağı ortaya koymalıyız. Dinci-faşist iktidarın baskı ve zorbalığına karşı sesini yükselten emekçi katmanların eylemini büyütmek için çaba harcamalı, fakat hiçbir liberal/reformist hayale kapılmalarına izin vermemeliyiz.
Ve son bir hatırlatma...
“Devrimci siyaset sınıf ilişkileri ve çatışması alanına dayanır. Siz çatışan sınıfları karşı karşıya koyacaksınız, özgürlükler ile despotizmi değil. Mevcut siyasal sistemi kendi temelleri üzerinde demokratikleştirmeniz temel sınıf ilişkilerini herhangi bir biçimde etkilemez, sınıflar yerli yerinde kalır.” (a.g.e.)