AKP Türkiye burjuvazisi ile emperyalistler tarafından iş başına getirildiğinde, bu projenin bir parçası olan MHP’ye “stepne” rolü biçilmişti. Nitekim 2002’den bu yana AKP her sıkıştığında MHP imdadına koşmuştur. İki parti şefinin meydan nutuklarında birbirine hakaret etmesi, aşağılaması, ihanetle suçlaması da planın bir paçasıydı.
Burjuvaziye hizmette, emperyalizme uşaklıkta birbiriyle yarışan dinci gerici akım ile şoven milliyetçi akım, faşist tek dikta rejimini kalıcı hale getirmek için referandum sürecinde birleşmişlerdi. Bu fiili birleşme, “seçim ittifakı” adı altında yeni bir evreye taşınıyor. Bu ittifakın “yasal kılıfı” için meclise sunulan yasa tasarısıyla, seçimlerde her tür hilenin, yolsuzluğun, hırsızlığın zemini döşeniyor. Diğer bir ifadeyle, fiilen iş başında bulunan dinci-faşist rejime, seçimler aracılığıyla “meşru” bir kılıf uydurulmak isteniyor.
“Milli irade” ayaklar altında!
Kapitalistlerin siyasi alandaki temsilcileri, özellikle de dinci-faşist olanlar, “milli irade” söylemini ağızlarından düşürmezler. Seçim sonuçlarını “milli iradenin gerçekleşmesi” olarak pazarlayan bu sermaye siyasetçileri, “milletin vekili” sıfatıyla meclise girdiklerini iddia ederler. “Olağan” koşullarda bile bu söylem sahtekarlıktan başka bir anlam taşımaz. OHAL yönetiminde ise “milli irade” zorbaların ayakları altına serilir. Özellikle AKP gibi toplumsal meşruiyetini yitirmiş, toplumun çoğunluğuyla ancak şiddetin diliyle konuşabilen bir iktidar olduğunda, bu durum tam bir kepazelik halini alır.
Olur olmaz yerde “milletin iradesi” diyen AKP şefleri, 7 Haziran 2015 seçimlerinde hezimete uğradıklarında, burjuva parlamentoyu fiilen devre dışı bıraktılar. Böylece “milletin iradesi”nin onlar nezdinde beş paralık bir değeri olmadığını gösterdiler. 1 Kasım seçimlerini Kürt halkına karşı kirli savaşı azdırarak kazananlar, OHAL zorbalığına rağmen referandumda çuvalladılar. Bir kez daha “milli irade”yi ayaklar altına aldılar. Yasaya göre çöpe atılması gereken milyonlarca mühürsüz oy pusulasını “özel” bir kararla geçerli sayan Yüksek Seçim Kurulu, AKP’nin referandum hezimetini kazanıma dönüştürdü.
Son üç seçimde “milli irade”yi paspasa çeviren din bezirganı iktidarın meşruiyet krizi daha da derinleşti. Dolayısıyla “olağan” koşullarda yapılacak bir seçimde AKP’nin hezimeti kaçınılmazdır. Dinci gericiliğin stepnesi MHP’nin ise baraj altına düşeceğinden kuşku duyulmuyor. AKP-MHP ittifakının “resmi” hale getirilmesini zorunlu kılan bu yeni denklemdir.
Seçim hezimetinin kaçınılmaz hale gelmesi, Efrîn’i işgal hareketinin başlatılmasının temel nedenlerinden biridir. Kürt halkına karşı ırkçı söylem, fetihçi-yayılmacı vaazlar, şehitlik edebiyatı vb.’nin halihazırda bekledikleri sonucu yaratamadığı, dinci-faşist ittifakın kaybettiği toplumsal meşruiyeti yeniden kazanmasının kolay olmadığı görülüyor.
Geçerli kural “zorbalığın hukuku”dur
CHP ile HDP’nin muhalefetine rağmen dinci-faşist koalisyonun dayattığı ittifak-seçim yasası mecliste onaylanacak. Zorbalık, hile, yolsuzluk, hırsızlık için “yasal” bir kılıf hazırlanacak. Seçimlere polis-jandarma müdahale edebilecek, karışık mühürlenen oylar, mühürsüz zarflar geçerli sayılacak. Sandıklar hem birleştirilebilecek hem ayrılacak hem başka yerlere taşınabilecek, oy verme kabini, pusula zarfları değiştirilecek, sandık başkanları AKP yandaşlarından-tetikçilerinden seçilecek, vb... Kısacası rezaletler ayyuka çıkacak.
Yıllardan beri düzen anayasasının rafa kaldırıldığı dikkate alındığında, seçim yasasının da aynı akıbete uğraması kaçınılmazdı. Zira dinci-faşist koalisyon, görüntüyü kurtarmak için de olsa, tek adam diktasına “seçimle” geçiş yapmak istiyor. Toplumsal meşruiyetten yoksun olması ve kitle desteğinde yaşanan erime, verili koşullarda “olağan” bir seçim yapılmasına elvermiyor. Bu ise AKP-MHP ittifakını ve seçim yasasının rafa kaldırılmasını gerektiriyor.
Sömürü ve ücretli kölelik düzeni kapitalizmde geçerli olan, “yasaların gücü”nden önce “gücün yasası”dır. Buna karşın sömürü çarkının “istikrarlı” döndüğü koşullarda “hukuk devleti” söylemine biçimsel bir anlam yüklenir. Dinci-faşist koalisyon ise biçimsel de olsa “hukuk devleti”ne katlanamıyor. Bugün OHAL’e dayanan tek adam rejiminde geçerli kural “zorbalığın hukuku”dur. Bu durum kapitalist düzenin imajını yerlerde süründürse de, TÜSİAD üyeleri dahil Türkiye’nin kapitalistleri her türlü kepazeliğe katlanıyorlar. Zira grevleri yasaklayan, hak arama mücadelesini polis şiddetiyle bastıran, sayısız teşvikle sömürücü sınıflara kaynak aktaran, vergi afları çıkaran, iş cinayetlerinde dünya rekoru kıran bu dikta rejimi kapitalistlere hizmette sınır tanımıyor.
Dinci-faşist abluka kitlelerin direnişiyle dağıtılabilir!
İşçi sınıfına, emekçilere, ezilenlere, gençlere, Kürt halkına, Alevilere, kadınlara, sanatçılara kısacası dinci, ırkçı, bağnaz olmayan her kesime düşman olan bir rejimle karşı karşıyayız. Bu rejimin şefleri, iktidarda kalmak için savaş kışkırtıcılığı yapacak derecede zıvanadan çıkmıştır. Kendisine biat etmeyenlere tam bir gözü dönmüşlükle saldırmaktadır.
1 Kasım seçimleri öncesi Kürt halkına karşı taarruza geçen AKP iktidarı, başkanlık seçimlerini kazanma hedefiyle de Efrîn işgaline girişti. İşgal savaşına karşı duranlara azgınca saldıran dinci iktidar, toplumu kanlı oyununa alet edebilmek için her yola başvuruyor. Bu savaşın yıkımı da, ekonomik krizin faturası da işçi sınıfı ve emekçilerin sırtına yıkılıyor. Saldırının devam etmesi durumunda koşullar daha da ağırlaşacak.
Bu dikta rejimi tahkim edilebilirse eğer, ne hak-hukuk, ne örgütlenme, ne gösteri hakkı vb. tanıyacaktır. İşçi ve emekçilere tam bir kölelik sistemi dayatılacaktır. Ortaçağ artığı bir burjuva zihniyet olan dinci-ırkçılık ancak işçi sınıfı ve emekçilerin direnişiyle durdurulabilir. İşçi sınıfı ve emekçiler için bu kokuşmuş karanlıklar düzenini yıkmaktan başka çıkar yol bulunmamaktadır.