Avrupa işçi hareketi ve hareketin o dönemdeki politik temsilcileri olan sosyal demokrat ve sosyalist partiler, ayak sesleri duyulan emperyalist savaş tehlikesine karşı sürekli uyarıda bulunmuş ve buna izin vermeyeceklerini ilan etmişlerdi. II. Enternasyonal’in en etkili gücü olan Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) kurucularından Wilhelm Liebknecht ve August Bebel 1870-71 Almanya-Fransa savaşında gösterdikleri net savaş karşıtı tutumlarıyla işçi hareketi içinde önemli bir politik etki kazanacaklardı. Bebel’in ölünceye kadar (1913) başında bulunduğu SPD’nin dış politikada militarizm ve savaş karşıtı tutumu, partinin değişmez ilkesiydi. SPD’nin tutumu, Enternasyonal’in kararlarını da doğrudan etkiliyordu.
25 Haziran 1914’te, yani savaş kredilerine onay vermeden kısa bir süre önce SPD parti merkez yayın organı “Worwärts” gazetesi, işçi sınıfını ve emekçi katmanları savaş tehlikesine karşı kitlesel gösterilere katılma çağrısı yapıyordu.
Çağrı şu sözlerle bitiyordu: “Bir Dünya Savaşı tehlikesiyle karşı karşıyayız! Sizi barışta dahi aldatan, küçümseyen, kullanan egemen sınıflar, şimdi ise savaş malzemesi olarak kullanmak istiyor. Despotların kulaklarının her yerde, ‘Biz savaş istemiyoruz! Kahrolsun savaş! Yaşasın halkların enternasyonal kardeşliği!’ şiarıyla çınlatılması gerekiyor.”
Çağrıya yanıt veren yüz binler sokaklarda, meydanlarda yaptıkları görkemli gösterilerle fiili olarak savaşa izin vermeyeceklerini haykırıyordu. Benzer gösteriler, Avrupa’nın diğer ülkelerinde de yapılıyordu.
Sosyal demokrasi ihanet ediyor
Yapılan savaş karşıtı açıklama ve çağrılara karşın Avrupa Sosyal Demokrat Partileri, 1914 Ağustos’unda patlak veren emperyalist savaşa giren hükümetlere destek verdiler ve bu utanç verici tutumu “anayurdu savunma” argümanına dayandırdılar. Sosyal şoven bir tutum alan bu partilerin gerekçeleri; Rus aristokrasisine karşı, Almanya’nın militarist monarşisini, Alman gericiliğine karşı Fransa cumhuriyetçiliğini savunmaya dayandırılıyor ve işçi sınıfının bilinci karartılıyordu.
4 Ağustos’ta Reichstag (Alman 0parlamentosu) Sosyal Demokrat Parti grubu savaş kredilerine onay verdi. Partinin ikinci başkanı ve keskin savaş karşıtı konuşmalarıyla öne çıkmış olan Hugo Haase, bu sosyal şoven tutumu yaptığı konuşmada şöyle gerekçelendiriyordu: “Bu tehlike anında anayurdu yalnız bırakamayız. Bu bağlamda, her halkın ulusal bağımsızlık ve kendini savunma hakkını tanıyan ve aynı zamanda işgal savaşlarını mahkum eden Enternasyonal ile uyum içinde olduğumuzu düşünüyoruz. Umuyoruz ki, bu korkunç savaş acıları dersi, yeni milyonların savaşa karşı nefretini uyandırır ve onları sosyalizm ideali ve halkların barışı için kazanır.(…)”
Yapılan oylamada SPD grubundan savaş karşıtı tek bir ses bile çıkmadı. Emperyalist savaşa karşı olan Karl Liebknecht ise, “parti disiplinine uymak” adına red oyu kullanmadı. Fakat kısa bir süre sonra K. Liebknecht doğrudan savaş karşıtı muhalefetin öncülüğünü yaptı. Zira SPD ve sendikaların başına çöreklenmiş bu işçi aristokrasisinin tersine, işçi sınıfının büyük çoğunluğu savaş histerisine karşıydı. 2 Aralık’ta yeni savaş kredileri için yapılan oylamada red oyu kullanan Liebknecht, emperyalist savaş karşıtı direnişin sembolüne dönüştü.
Sosyal demokrasi ve sendika yönetimlerinin burjuva devlet ve militarist aygıtıyla sağladıkları bu barış, (Burgfrieden Deutsches Reichen) Alman emperyalizmine savaşı sürdürme olanağını, gücünü sağlıyordu. Sendikalar oylamadan önce 1 ve 2 Ağustos’ta yaptıkları konferansta, savaş kredilerine destek sunma, devam eden grevleri sonlandırma ve savaş boyunca herhangi bir eylem gerçekleştirmeme vaadinde bulunmuştu. SPD ve sendika yönetimi 6 Ağustos’ta yayınladıkları ortak bir açıklamayla, işçi sınıfını emperyalist savaş politikasını desteklemeye çağırıyordu. Sosyal demokrasinin destek vermemesi durumunda, Almanya’nın bu azgın savaşı başlatma olanağı olmayacaktı. Zira “iç cephenin” birliği önemliydi. Böylece işçi sınıfının çıkarları, Keiserreich’in (Kaizer İmparatorluğu) “ulusal çıkarlarına” tabi kılınıyordu. SPD’nin bu utanç verici tutumu, Deutsches Reich’in (Alman İmparatorluğu) emperyalist paylaşım savaşı için “genel seferberlik” başlatmasının önünü açarken, savaş histerisinin yıllarca devam etmesinin koşullarını da sağlıyordu.
İşçi hareketi ayrışıyor
Sosyal demokrat partilerin ihanetinden dolayı 1914’ten başlayarak işçi hareketi açık bir şekilde ayrışıyor, örgütsel olarak zıt kulvarlarda yürüyordu. Bir taraftan kendi ülkesinin burjuvazisi ile savaş suçuna ortak olan sosyal demokrasi hareketi, diğer tarafta ise komünist işçi hareketi…
“… Daha şimdiden kokuşmuş bulunan oportünizm, sosyal-şovenizme dönüşerek, kesinlikle burjuvazi kampına geçmiştir: manevi bakımdan da, siyasal bakımdan da, sosyal-demokrasiden kopmuştur. Ondan örgüt alanında da kopacaktır. Bundan böyle, işçiler “sansürden geçmeyen” bir basın ve “izinsiz” toplantılar, yani yığınların devrimci hareketini desteklemeye yönelik gizli örgütler istiyorlar. Yalnızca böyle bir “savaşa savaş”, boş bir söz değil, sosyal-demokrasiye yaraşır bir şeydir. Ve, bütün güçlüklere, gelip geçici yenilgilere, yanlışlara, yanılgılara, geçici duraksamalara karşın, bu çalışma insanlığı muzaffer proleter devrime götürecektir“ (Lenin: II. Enternasyonalin çöküşü)
Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin 1917’de Bolşevik Parti önderliğinde zafere ulaşması, emperyalist savaşa karşı alınan devrimci politik tutum sayesinde mümkün olurken, Lenin’in, “muzaffer proleter devrim” öngörüsünü de doğruluyordu. Ekim Devrimi’nin zaferinin ardından ise, işçi hareketi içindeki ayrışma programatik ve örgütsel olarak her düzeyde belirginleşiyordu.
Sosyal demokrasinin “İhaneti” bir sonuçtur!
1. Dünya Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesi döneme kadar SPD, temel konulardaki bazı zaaflarına rağmen, devrimci bir işçi partisi olarak müthiş bir gelişmeyi geride bıraktı. Bismarck’ın (1878’den 1890’da kadar uygulanan ve sosyalist partiyi yasadışı ilan eden yasa) “Anti-Sosyalist Yasası” uygulandığında bile parti, zayıflamak bir yana sınırlarını aşan bir güçlenme süreci yaşadı.
Bir milyonu aşan üyesi, 4,3 milyon seçmeniyle (Kadınların o dönemde seçme hakkı yoktu) nicel olarak da Avrupa kıtasının en güçlü partisiydi. Nitekim 1912 yılında yapılan Reichstag seçiminde SPD yüzde 35 oranında oy alarak, parlamentonun ikinci büyük grubunu oluşturuyordu.
Bir dizi eğitim kurumu, basın yayım merkezi, kültür, spor, gençlik derneği ağıyla dev bir siyasal güç oluşturan SPD, devletin sistematik baskı ve yasaklarına karşın, kendi öz gücüyle bu devasa olanakları yaratabildi. Ayrıca politik olarak partiye bağlı, milyonlarca üyesiyle sendikalar ve kooperatifler de örgütleyen SPD’nin, “Bir karşı devlet” oluşturduğundan bile söz edilmekteydi. SPD, Sosyalist Enternasyonal’in en güçlü partisini oluşturuyordu ve Avrupa işçi hareketi üzerinde büyük bir otoritesi vardı; öyle ki, parti toplantılarında, sosyalizme geçişin güncelliği tartışılıyordu. Ancak partinin, özellikle devrimci iktidar perspektifindeki zayıflıkla da bağlantılı olarak, bütün bu olanaklar belli bir aşamadan sonra ayakbağına dönüşmeye başladı.
Sosyal Demokrasi’nin savaş öncesi örgütsel başarısına rağmen, savaş kredilerini onaylaması, bu hareketin derinleşen yapısal sorununu dışa vuruyordu. Parti ve sendika aygıtlarında, kurumlarında mesleki olarak çalışan birçok “görevli” ile işçi aristokrasisi, işçi hareketinin grev, gösteri, miting gibi eylemlerini “rahatsız edici faktörler” olarak algılamaya başladı. Hatta işçi sınıfının bu tür eylemleri, “egemen sınıfla diyaloglarda elde edilen kazanımları tehlikeye düşürdüğü” gerekçesiyle eleştiriliyordu. Nitekim August Bebel, Parti, sendikalar ve diğer kurumların yönetici kadrosundaki “küçük burjuva öğenin” artan etkisine dikkat çekiyor, “Bu insanlar durumlarından oldukça memnun ve ayakları altındaki devrimci toprağı kaybediyorlar” saptamasını yapıyordu.
1892 Berlin Parti Kongresi’nde parti çalışanlarının ücretlerine sınırlandırma getirme önerisi, “Parti tarafından çalıştırılanların en iyi iş koşullarına sahip olmaları gerekiyor” argümanıyla rededildi. Avrupa’nın en güçlü işçi partisinin 1890 yılı parlamento üyelerinin sosyal bileşimi gözetildiğinde, savaş kredileri oylamasında ortaya çıkan sonucun arka planı daha iyi anlaşılacaktır.
Parlamento grubu: 7 muhabir/redaktör, 6 tüccar, 4 yazar, 3 restoran sahibi, 3 sigara fabrikatörü, 2 emekli, 2 fabrikatör, 1 kunduracı, 1 litograf, 1 yayımcı, 1 avukat, 1 sigara üreticisi, 1 tütün işçisi, 1 parti kadrosu, 1 terzi ustasından oluşuyordu. 1911 yılında Jena’da yapılan parti kongresinde, işçi kökenli delegelerin oranı yüzde 10’u geçmiyordu. Diğer delegeler parti kurumlarının yönetici ve resmi çalışanlarından oluşuyordu. Partiye egemen olmaya başlayan bu yeni yönetici kast hareketteki revizyonist yönelimin sosyal tabanını oluşturuyordu. Devrim yerine elde edilen resmi kurumlara angaje olmak, bu kast için rutin bir faaliyet oluşturuyordu. Bu açıdan 1897’de Stuttgart’ta yapılan parti kongresinde Wilhelm Liebknecht’in yeni bir anti-sosyalist yasanın çıkmasını temenni etmesi, partinin devrimci duruş gücünü yeniden kazanmasına duyulan özlemin dışavurumuydu.
Alman sosyal demokrat hareketini yakından izleyen liberal burjuva sosyolog Max Weber, burjuvaziden çok SPD’nin bir devrimden korkması gerektiğini, zira parti şeflerinin kayıplarının burjuvaziden daha çok olacağına dikkat çekiyordu.
Bu dönemde, partide Marksist teorinin kavranışı düzeyindeki düşüş ve bunun olumsuz etkileri kaygı verici boyuta ulaşmıştı. 1898 Mart ayı başında yayımlanan Eduard Bernstein’in “Sosyalizmin Koşulları ve Sosyal Demokrasi’nin Görevleri” adlı kitabı ilk dönemde parti içinde dahi tepki çekmemişti. Oysa kitapta materyalist tarih anlayışı, sınıf mücadelesi, artı-değer teorisi doğrudan redediliyor ve “sosyalizmin amacı” olarak sunulan şey gerçek bir anlam ifade etmiyordu. “Ne olursa olsun, nihai amaç benim için hiçbir şeydir; hareket ise herşeydir…” tanımıyla, kitap revizyonizmin reformist programını temel alıyordu.
Parti içerisinde marksist teori, “teorisyenlerin işi” olarak algılanıyordu. 1905 yılında parti içinde yapılan bir tespite göre üyelerin sadece yüzde 10’u Marksizm’in temel bilgilerini kavramış gözüküyor. 400 bin üyesi bulunan partinin teorik dergisi “Die Neue Zeit”in sadece altı bin abonesinin olması, sorunun boyutunu gözler önüne seriyor. Bu somut gerçekler gözetildiğinde Karl Kautsky’nin 1891 Erfurt programı tartışmalarına ilişkin Victor Adler’e yazdığı sözler daha kolay anlaşılacaktır: “Bu defa yeni bir program söz konusu. Biz ‘Marksistlerden’ birimiz orda bulunmak zorundayız” diyor Kautsky. Ki, Friedrich Engels, Kautsky’nin 1878 yılında yayınlanan “Anti-Dühring” kitabını okuduktan sonra marksist olduğunu söyler. Kautsky’nin, Darwin ve Malthus’un etkisinden ömrünün sonuna kadar kurtulamadığı bilinmektedir.
Bu durumu erken bir dönemde gözlemleyen Engels, 1883 yılında, Marks’ın teorik çalışmalarını devam ettirebilecek hiç kimsenin olmadığını üzülerek belirtir. Bernstein ve Kautsky’nin gazete işleriyle uğraştıkları ve Kautsky’nin gerçek anlamda bilimsel çalışmanın nasıl yapılacağını hiçbir zaman beceremediğini belirten Engels, 1889’da Bebel’e yazdığı mektupta ise, “yeni neslin özellikle teorik alandaki zayıflığı oldukça vahim“ der.
Teorik cephedeki bu açmaz, doğal olarak parti ve sendikalar yapısında örgütsel boyutta da yankısını buluyordu. SPD’nin emperyalist savaşa destek verecek noktaya savrulmasının kökleri, teorik alandaki gerilik parti, sendika ve diğer kurumlarda egemen hale gelen küçük/orta burjuva kastın düzenle bütünleşmesinin belirgin bir rolü olmuştur.
Yıllara yayılan çürüme sürecinin vardığı nokta, sendika yönetimi ile parlamento grubundan (Parlamentoda SPD Fraksiyonu üye sayısı 1890-1914 yılları arasında 35’ten 110’a çıkmıştı) bir kesimin, emperyalist yayılmacı savaşı açıktan savunmasıdır. Savaşın Sosyal Demokrasi’ye “Reich”in yönetimiyle gerçek bir diyalog ve işbirliği olanağını yarattığını savunan emperyalist savaş destekçileri, buna karşılık ise egemen kastın Prusya’da genel seçimle onaylanan bir parlamentarist sisteme geçilmesini kabul edeceğini söylüyorlardı. Friedrich Ebert ve Philip Scheidemann gibi revizyonistler ise, fazla tepki çekmemek için daha dikkatli davranıyor, emperyalist burjuvaziyle girişilen suç ortaklığının belli zorunluklardan kaynaklandığını, savaş gerçekliğinin Sosyal Demokrasi’ye başka yol bırakmadığını iddia ediyorlardı. Yani bir kesim parlamentarist sisteme geçiş için, diğer kesim ise, zorunluluktan dolayı emperyalist savaşı desteklediğini ilan ediyordu.
Egemen sınıf yanlısı bu iki revizyonist grup parlamento fraksiyonu içinde hala azınlığı oluşturuyordu. Belirleyici olan “Zentristler”in (Merkezci) alacakları tutum olacaktı. “Zentristler”in tutumunu belirleyen faktör, özellikle Alman işçi hareketi içinde gittikçe artan emperyalist/şovenist ideolojinin etkisiydi. Zira Sarayevo olayından sonra sistematik olarak işlenen nasyonalist propaganda ve savaş histerisi, işçi sınıfının önemli bir kısmını etkisine almış bulunuyordu.
İşçi hareketinin tahribata uğratılmasının baş aktörleri olan ve başında Karl Kautsky’nin bulunduğu “Zentristler”, savaş kredilerine red oyu vermeleri durumunda, Parti ve onun kurumlarının yasaklanacağını, illegaliteye zorlanacağını ileri sürerek, Albert Südekum’dan kitlesel grevlere başvurulmadığı sürece işçi örgülerinin yasaklanmayacağı teminatını aldıklarını söylüyor ve savaş kredilerine onay veriliyordu. 7 Ekim 1914’te Lenin, Aleksandr Şlyapnikov’a yazdığı bir mektupta “Kautsky bu durumda en çok tahribat yaratan kişidir” diyor. “Oportünistlerin hilebazlıklarını en tehlikeli ve alçakça gizleyen onun sofistizmidir” saptamasında bulunan Lenin, “işçilerin gözünü, aklını vicdanını çelen en tehlikeli kişi” olarak tanımlıyor Kautsky’yi.
1916 yılından başlayarak egemen emperyalist burjuvazinin savaşı sürdürme çabalarına karşı, Alman işçi sınıfının kitlesel gösterileri yaygınlaşmaya başladı. Sosyal demokrasinin izlediği politikaya karşı 1917 yılında önce “Bağımsız Sosyal Demokrasi Partisi” daha sonraki süreçte Spartaküs grubu, emperyalist savaşa ve militarist biçim alan devlet yönetimine karşı devrimci bayrağı yükseltti.
Kasım 1918’de Almanya’nın savaştaki yenilgisi devrimci işçi hareketinin güç kazanarak devrime doğru yürümesinin yolunu da açmış bulunuyordu. Birkez daha sahneye çıkan SPD, burjuva parlamentarist sistemin sözcüsü olarak, işçi sınıfı içerisinde kitleselleşen genç Alman Komünist Partisi’nin önünü kesmek için, çok boyutlu bir ihanet planını devreye koydu. Kapitalist sistemi, gelmekte olan devrimden “korumak” için harekete geçen sosyal demokrasi, emperyalist savaşta suç ortağı olmakla yetinmiyor, karşı-devrimin temel gücü olarak da işçi sınıfı ve komünistlerin karşısına dikiliyordu.
Bu açıdan 1918-1919 Kasım Devrimi’nin yenilgisi, Alman işçi hareketinin, 1914’te SPD tarafından içine sürüklendiği açmazın devamı oldu. Savaş başladığında işçi sınıfını sosyal şovenizmle zehirleyen SPD, devrim patlak verdiğinde ise, burjuvaziyi ve onun kokuşmuş kapitalist sistemini koruyan kalkan oldu. SPD’nin bu ikili ihanetinden dolayı I. Dünya Emperyalist Paylaşım Savaşı, Alman işçi hareketinin yenilgisinin de yolunu açacaktı.
***
1914’ten önce savaşa karşı işçi hareketinin yanıtı: “kapitalist egemenliğin çöküşünü hızlandırmak”
1912 Basel Manifestosu, savaş çıkması durumunda “kitleleri ayaklandırarak, kapitalist egemenliğin çöküşünü hızlandırma” politikasını, II. Enternasyonal partilerinin temel görevi olarak belirlemişti. Emperyalist büyük güçler arasında yağma ve talan savaşı karşısında işçi hareketinin politik temsilcileri, daha 1900’lerin başında açık uyarılarda bulunarak, partilerin pratik hazırlıklarını bu duruma uygun yapmaları çağrılarında bulunmuştu.
“Bugünlerde gerici olmak cesaret ister”
1894 yılında sıkça tekrarlanan bu söz, örgütlü işçi hareketinin toplumdaki politik etkisini yansıtıyordu. Avrupa toplumları 19. yüzyılın 90’lı yıllarında güçlü işçi partilerinin doğuşuna sahne olmaktaydı. Alman sosyal demokrasi hareketinin programatik, örgütsel ve pratik çalışmasından etkilenen diğer Avrupa ülkelerindeki işçi hareketleri sosyal demokrat kitlesel işçi partilerini, kısa sürede kurdular. 1882 İtalya, 1883 Rusya, 1884 İngiltere, 1885 Belçika, 1887 Norveç, 1888 Avusturya ve İsveç…
Paris’te Bastille işgalinin 100. yıldönümünde 14 Temmuz 1889’da toplanan ve kuruluşunu duyuran II. Enternasyonal’in kongresinde 22 farklı ülkeden, 400 delege hazır bulunuyordu. Bu sosyalist işçi partileri pratik-politik görevleri “sekiz saatlik iş günü, çocuk çalışmasının yasaklanması, iş güvenliği, yeni partilerin kurulması, parlamentoların aktif kullanılması” şeklinde sıralamıştı. August Bebel’in kongreye sunduğu ve “İşçi sınıfının iktidara el koyarak, kapitalizmin tasfiyesini ve üretim araçlarının toplumsallaşmasını” temel alan metin onaylanıyordu. Marksizm’in temel öğretileri üzerinde kurulan II. Enternasyonal, F. Engels tarafından sonrasında büyük bir başarı olarak nitelendirilecektir. Bu kitlesel sosyal demokrat, devrimci işçi partileri, egemen sınıflar karşısındaki devrimci gücü oluşturuyorlardı. Bu partiler, devrimci çizgiye sadık kalabilmiş olsalardı, burjuvazinin emperyalist yağma savaşına girişmesi kolay olmayacaktı.
“Sürekli savaş tehlikesi” devam ediyor
23-27 Eylül 1900 yılında II. Enternasyonal’in 5. Paris Kongresi’nde Rosa Luxemburg’un altı yıldır büyük devletler arasında sürmekte olan savaşa (ABD-İspanya savaşı, Filipin ve Küba’nın işgali, Japonya’nın Kore ve Tayvan işgali) dikkat çekerek, halkların kardeşliği ve militarizme karşı mücadele için kongreye sunduğu öneri, oybirliğiyle kabul edildi. “Savaş tehlikesine karşı işçi partileri enternasyonal düzeyde ortak faaliyetler geliştirecektir.” Ayrıca “emperyalist gericiliğin ittifakına karşı grev ve ekonomik eylemlerle sınırlanmayan karşı bir enternasyonal eylemler yapılacaktır” şeklinde kararlar alındı. Bu ve buna benzer stratejik önemde politik kararlar sosyalist partilerin kongrelerinde sıkça gündeme gelmiştir.
Fransa Sosyalist Partisi 1906’da (1-3 Kasım) topladığı kongresinde Jean Jaures’sin formüle ettiği bir deklarasyon yayımlanmıştır. Deklarasyon “bulutlar nasıl fırtına/şimşek taşıyorsa, kapitalizm de özünde savaşı barındırmaktadır” saptamasını yaptıktan sonra şöyle devam ediyor: “fakat savaşlar şimşekler gibi doğal güçlerin gerginliği sonucunda değil, tersine insanların istenci sonucu çıkıyor ve böylece kaçınılmaz değildir. İşçi sınıfı kapitalist toplum düzeni içinde dahi savaş tahribatını önleme gücündedir. “Savaşı önlemek” için gerektiğinde Parlamentarist müdahaleden, açık eylemlere, kitlesel grevler ve ayaklanmaya kadar” her türlü aracın kullanılması gerekiyor, vurgusu yapılmaktadır.
1907’de Sosyalist Enternasyonal’in Stuttgart’ta yapılan (18-27 Ağustos) kongresi, “Militarizm ve uluslararası çelişkiler” gündemiyle toplanmaktadır. Tartışmaların temelini, Jaures (Fransız sosyalistleri) ve Bebel’in sunduğu karar metinleri oluşturmaktadır. Bebel’in sunduğu metinde; savaşlar “kapitalist ekonomik düzenin yenilgisinden sonra sonlanabilir” denmektedir. Ayrıca işçilerin ve parlamentodaki temsilcilerinin bütün güçleriyle silahlanmaya karşı her yerde mücadele etmelerinin altı çizilmektedir. Bu arada kongrede Bebel ve Jaures arasında savaşa karşı yapılacak eylemlerin formülasyonuna ilişkin tartışmalar yaşanmaktadır. Bebel, Keiserreich’da “savaş durumunda kitlesel grevler ve ayaklanma ile beyinlere ışık saçmak için mücadele edeceğiz” tanımına sıcak bakmayarak, “işçi sınıfını ancak aydınlatarak, beyinlere ışık saçarak, ajitasyonla örgütleyebiliriz...” diyordu.
Savaşa karşı hangi pratik eylemlerin, hangi somut araçların sistematik bir şekilde uygulanacağının muğlak bırakılmasının da etkisiyle, birçok parti için bu kongrelerde alınan kararlar, birer “boş söz” olarak algılanacaktır.
Bu kongrede Bebel’in önerisi üzerine Lenin, Luxemburg ve Martov’dan oluşan bir alt komisyonun hazırlayıp sunduğu metin oy birliğiyle kabul edilecektir. İşçi sınıfı ve onun politik temsilcilerinin savaşı önlemek için en etkili araçları ortak ve koordineli biçimde hayata geçireceği belirtilerek, savaşın çıkması durumunda ise bütün güçler seferber edilerek kapitalist sınıf egemenliğinin tasfiye edilmesi sürecinin hızlandırılmasına vurgu yapılmaktadır. Savaşa karşı mücadelenin, sosyalizm için mücadeleye bağlanması önerisi kongrede fazla dikkate alınmaz.
Sosyalist Enternasyonal’in 1910 Kopenhag Kongresi’nde (28 Agustos-3 Eylül) Almanya ve İngiltere’nin dev savaş gemilerinin yapımı ve artan çatışmaları gölgesinde yapılmaktadır. Yayımlanan ortak bir kararda bütün sosyalist parlamenterlerin meclislerde silahlanmaya karşı mücadele edeceği ve her türlü desteği reddedeceği belirtilmektedir. Stuttgart Kongresi’nde alınan karar aynen oy birliğiyle kabul edilmiştir.
Bu kongrelere paralel olarak 1911 yılından başlamak üzere birçok Avrupa ülkesinde savaş karşıtı görkemli kitlesel gösteriler yapılmaktaydı. Sadece 3 Eylül’de Berlin’de 200 bin emekçi “halkların barışı” için sokaklara döküldü.
Birinci Balkan Savaşı’nın (8 Ekim 1912-30 Mayıs 1913) ardından işçi sınıfı saflarında emperyalist savaşa karşı kitlesel eylemlerde hızlı bir gelişme yaşanıyordu. Sosyalist Enternasyonal’in 1912 Olağanüstü Basel Kongresi (24-25 Kasım) değişik ülkelerden delegelerin, meydanda toplanan 15 bin kişiye yaptığı konuşmalarla açılır. Gündemde tek bir konu vardır: “Uluslararası durum ve savaşa karşı ortak eylemler.” Jaures şu açıklamayı yapıyordu: “Yöneticiler iyi düşünmelidirler, savaş tehlikesini sürekli hatırlatmak istiyorlarsa, halklar da kendi devrimlerinin diğerlerinin savaşından daha az canın kaybına yol açacağının hesabını yapacaklardır.“
Basel Manifestosu sadece savaşı mahkum etmiyor, sosyalist bir dış politikanın ilkelerini de karara bağlıyordu. Balkan sosyalistlerinin birinci derecedeki görevlerinin, “çığırından çıkmış nasyonalist şovenizme karşı, bütün Balkan halklarının kardeşliğini, -Arnavutların, Türklerin ve Romanyalıların- ilan etmek” olduğu vurgulanır.
Avusturya-Macaristan sosyalistlerinin görevini, “her türlü eylemle, Sırbistan’ın silah zoruyla işgal edilmesinin engellenmesi” olarak formüle eden kongrede, burada en önemli sorumluluğun Almanya, Fransa ve İngiltere sosyalist partilerinde olduğu belirtilir. Avrupa hükümetleri hafızaları tazelemek için, kongrede 1870-71 Alman-Fransız savaşının Paris Komünü’ne, 1904-5 Rusya-Japonya savaşının 1905 Rus Devrimi’ne yol açtığı vurgulanarak, “böyle bir dünya savaşı olasılığının başta işçi sınıfı olmak üzere dünya halklarının büyük tepkisine neden olacağını hesaba katmamak büyük bir çılgınlıktır” denir.
7-14 Haziran 1914’te İtalya’da “Kızıl Hafta” başlamıştır. Ancona’da militarizm ve savaşa karşı yapılan gösteri büyük bir terörle bastırılmış ve geride iki ölü on beş yaralı bırakmıştır. Bu saldırı ülke çapında bir genel grevle yanıtlanır. Büyük kentlerde barikatlar inşa edilerek, işçiler karakol ve kamu binalarını işgal ederek birçok silah deposuna el koyar. Bir milyon kişiyi kapsayan bu militan hareket ortak bir önderlikten yoksun olduğu için bir hafta sonra sonlandırılır.
1914’te Ferdinand’ın ölümüyle sonuçlanan suikasttan sonra Brüksel’de bulunan Sosyalist Enternasyonal Büro’nun savaşa karşı yoğun eylem dönemine geçilmesi ve gelmekte olan bir dünya savaşının önlenmesi çağrılarına karşın, birçok ülkede emekçiler hükümetlerinin “barış” söylemlerine kanarak pasif kalır. Özellikle Rosa Luxemburg partilerin pratik eylemleri sürdürmesi ve barışın korunması için etkili, acil eylem kararları almak üzere, Enternasyonalin olağanüstü toplanması çağrısı yapar. Ardından 9 Ağustos 1914’te kongrenin Paris’te yapılması kararlaştırılır. 27 Haziran’da Paris, Lyon, Nancy, Dijon ve diğer Fransa kentlerinde, Almanya’nın birçok yerinde savaşa karşı kitlesel eylemler yapılır. Aynı kitlesel eylemler İngiltere’de de yapılmaktadır. Yine Bulgaristan kitlesel eylemlerin merkezine dönüşmüş bulunmaktadır.
Savaşa karşı bu kitlesel eylemlikler içinde 31 Temmuz 1914’te Jean Jaures Paris’te katledilir. 1 Ağustos’ta Almanya Rusya’ya savaş ilan eder. SPD ve sendika yönetimi ortak bir açıklamayla savaşa destek verilmesi çağrısında bulunur. SPD’nin bu ihanetçi tutumunu, II. Enternasyonal partilerinin çoğu takip eder. Ezici çoğunlukla emperyalist savaşa destek vererek, burjuvazi ile suç ortaklığı yapan II. Enternasyonal, bu aşamada utanç verici bir şekilde çökmüştür!
II. Enternasyonal’in sadece az sayıdaki partileri (Başta Ekim Devrimi’ni zafere taşıyan Bolşevikler olmak üzere, Bulgaristan sosyalistleri, Hollanda’da Tribunistler, Sırbistan Sosyal Demokratik İşçi Partisi ve İtalya Sosyalist Partisi) emperyalist burjuvazinin savaş histerisine destek vermediler.