Ekonomik kriz ağırlaşarak devam ediyor. Krizi “fırsata” çeviren patronlar kârlarını büyütürken, biz işçi ve emekçiler faturayı ödemekle karşı karşıyayız. Bu arada patronlar ve sermaye devleti saldırılarının dozajını işçi sınıfının örgütsüzlüğünden beslenerek arsızca arttırıyorlar. Asgari ücret tespit komisyonunun yaptığı pişkince açıklamalardan tutalım da torba yasalarla bir gecede geçirilmek istenen saldırılara, kıdem hakkının gasp edilme planlarına kadar birçok gelişme bizleri bekleyen sefalet günlerini şimdiden gösteriyor.
Elbette, bu sefalet günlerinden çıkış yolu da var. İşçi sınıfı haklarını korumak ve geliştirmek, insanca çalışma koşulları ve dahası sosyal, kültürel ve siyasal alanda insanca bir yaşam için örgütlenme hakkına sahip olduğu kadar, örgütlü mücadele sorumluluğu ile de karşı karşıya. Ne var ki kapitalist sistemin dört bir koldan sarmaladığı, borç batağı içine sürükleyerek kendisine bağımlı kıldığı, yoz kültürü ile dejenere ettiği, sendikal bürokrasi eliyle ehlileştirdiği, baskı ve sindirme politikaları ile korkuttuğu ve burjuva yanılsamaları ile sersemlettiği işçi sınıfı bugün örgütlenme hakkını kullanmaktan ve sorumluluğunu üstlenmekten epey uzak.
Bu tabloya krizin ağır ekonomik faturası eklendiğinde örgütlenme seçeneğine olan mesafe de büyüyor. Kış koşullarında kabaran faturalar ve zamlar karşısında işsiz kalmak bugün bir işçi için tam anlamıyla bir kabus. Bu kabusa karşı da örgütlenmediği yerde, işçinin sessiz kalmak ve ne pahasına olursa olsun işini korumak adına başını önüne eğmek dışında yapacağı bir şey kalmıyor.
Ancak başvurulan bu yol, işçi sınıfı için kurtuluş değil. Son birkaç ayda yaşanan kimi deneyimler bunu doğruluyor. Örneğin Mutlusan Elektrik fabrikasında yaşanmakta olan süreç işçilerin korkularının esiri olmalarının ve patronun yalanlarına kanmalarının bedelinin ne denli ağır olduğunu ortaya koyuyor.
Kriz bahanesiyle Mutlusan’da başlatılan işçi kıyımına karşı Petrokimya İşçileri Birliği (PİB) üyesi bir işçi sesini yükseltti. PİB bu süreçte Mutlusan işçilerine örgütlenme çağrısını yineledi. Dahası Mutlusan işçisi PİB’e ve örgütlenme fikrine yabancı da değildi. Ne var ki fabrikadaki işçiler arkadaşlarını destekleseler de işten atılma korkusu ile sessiz kalmayı tercih ettiler. Dayanışmaları sosyal medya üzerinden gönderilen mesajlarla sınırlı olduğu gibi, öfkeleri de sadece sözcüklere dökülmekten ibaret kaldı. Patronun daha bir hafta önce “80 kişilik liste var” dediğini unutup “işler açıldı” yalanına inanma yolunu tuttular. Daha da kötüsü kendi sınıf çıkarlarını bir yere bırakıp, onları açlığa ve sefalete iterek “küçülmeye” giden patronla empati kurmaya çalıştılar. İşçi kıyımının yapılan basın açıklaması ile durması Mutlusan işçileri için kazanım idi. Ancak bu kazanım eğer ki örgütlülükle birleşmezse tersinden patron için sadece ara bir durak olacaktı. PİB’in tüm girişimlerine ve bağ kurma çabalarına karşın işten atmaların durması “sevinci” ve işten atılma korkusu ile Mutlusan işçisi kör, sağır, dilsiz olmayı seçti. Sonuç ise ortada. Aradan geçen “huzur dolu” iki ayın sonunda ilkinden daha kapsamlı bir saldırı devreye sokulmuş oldu. Mutlusan’da işçi kıyımı sürüyor.
Bir diğer örnek de Halkalı’da bulunan Borusan Mannesmann fabrikasından. MESS kapsamındaki bu fabrikada da işten atma saldırısı yaşandı. Metal İşçileri Birliği’nin sosyal medya hesabında yayınlanan paylaşımlarda atılan işçilerin hem Borusan patronuna hem de bağlı oldukları Türk Metal sendikasına tepki gösterdikleri görülüyor. Elbette yaşanan sorunların akabinde gösterdikleri tepki gayet doğal. Ancak şu da bir gerçek ki atılan işçilerin sosyal medya üzerinden fabrikanın daha önce yaptığı haksızlıkları dillendirmeye başlamaları, yaşanan iş kazalarının görüntülerini bir hatıraymış gibi paylaşmaları, sözleşme sürecinde fabrika içinde yürütülen çalışmaları sessizlikle karşılamaları; bugün kendilerine yönelik haksızlıkların yaşanmasına sebep oluyor.
Sözleşme ön sürecinde, hareketli fabrikalardan biri olan Borusan Mannesmann Halkalı fabrikasında öncü işçilerin Türk Metal sendikasından istifa çağrıları yükselirken, çağrıya bir grup işçinin yanıt vermesinden sonra süreç gerilemeye başlamıştı. Öne çıkan işçilerin bir kısmı da işten atma, mobbing, baskı ile karşı karşıya kalmıştı. Bir kısmı da kendi isteğiyle fabrikadan ayrılmıştı. Sözleşmede kıdemli işçilerin aldıkları nispeten fazla zamlar, sonradan gelecek saldırıların da habercisiydi. O günü sessizlikle karşılayanlar bugün mağdur oluyor. Yaşanan tablodan anlaşılacağı üzere kıdemli işçilerin aldıkları yüksek saat ücretlerinin yerine daha düşük saat ücretlerine çalışacak yeni, genç işçiler alınabiliyor.
Son bir örnek de Greif işgalinden. Bilindiği gibi 60 uzun gün süren Greif işgali sınıfın deneyim haznesine pek çok açıdan değerli dersler bıraktı. Bu deneyimlerden biri de konumuzla son derece bağlantılı. İşgale katılan 87 işçi, işgal sürerken Greif yönetiminin ve işbirlikçi DİSK Tekstil’in yönlendirmesi ile karakolda ifade vererek eylemden geri çekildiklerini söylediler. Ancak bu 87 işçi kardeşimiz, sermaye iktidarının işgalden dört yıl sonra Greif işgalcilerine açtıkları davadan muaf tutulmadılar. Yönetimin ve sendikal bürokrasinin oyununun bir parçası olduklarını dört yıl sonra gördüler.
Bu örneklerle derdimiz işçi kardeşlerimizi yermek değil. Dost acı söyler. Bizler deneyimlerimizden öğrenerek yol yürüyoruz. Sınıfın romancılarından Erol Toy’un bir sözü var, “İşçi sınıfının kafası az biraz kalındır” der ve ekler, “Bir şey girdi mi de kolay kolay çıkmaz!” diye... Yaşayarak, görerek öğreniyoruz ve öğreneceğiz.
Görüldüğü gibi ne korkunun ecele faydası var ne de patronların dillerinin kemikleri… Önemli olan bunu kavrayabilmek ve tek çözümümüz olan örgütlü gücü büyütme mücadelesine yanımıza bir tek onurumuzu alıp girmektir. Çünkü onurumuzdan başka bir şeye ihtiyacımız yok!
Küçükçekmece’den bir işçi