Bir sendika ağasının ölümünden yansıyan gerçekler

Sendikacı kılıklı mafyacı şebeke bu kez baltayı taşa vurmuş görünüyor. Bu olay her türden mafyacı sendikacılığa ve onu doğuran yozlaşmış sendikal düzene karşı mücadelenin ne denli yakıcı ve zorunlu bir ihtiyaç olduğunu göstermiştir.

  • Haber
  • |
  • Sınıf
  • |
  • 17 Kasım 2018
  • 08:55

DİSK Lastik-İş Genel Başkanı Abdullah Karacan’ın ölümüyle sonuçlanan olay sendikaların mevcut durumuna ayna tuttu. Bu aynada -bazı istisnalar dışında- sendikalara egemen anlayışın nasıl bir çürüme ve yozlaşma içinde olduğu ibret verici bir şekilde gözler önüne serildi. Olayın DİSK bünyesinde yaşanması ise sorunun vahametini daha da arttırıyor.  

Olaya, DİSK’e bağlı sendika yönetimlerinin çoğunluğu ile Türk Metal, Türk-İş ve Hak-İş yöneticileri benzer tepkiler gösterdi. Aynı tutum büyük sermaye çevreleri ile AKP iktidarı ve yandaşları tarafından da sergilendi.

Bu kesişme şaşırtıcı değil. Çünkü farklı görünen bu tarafların işçi sınıfını denetleyen, mafyalaşmış sendikal düzeni savunmada çıkarları kesişiyor.

Bu kokuşmuş düzende işçi sınıfına karşı her türlü haksızlık, hukuksuzluk ve zorbalık meşru görülüyor. Ama sendikacı kılıklı mafya bozuntularının şiddetine uğrayan bir işçinin “meşru müdafa” sınırlarında gösterdiği anlık korunma refleksinin yarattığı sonuç, büyük bir infialle karşılanıyor.

***

Olayın ardından ortaya çıkan görüntüler Karacan’ı vuran işçinin ifadelerini doğrular niteliktedir. Hukuki ifadesiyle cinayet “meşru müdafa”dan ibarettir. Görüntülere bakıldığında Karacan ile yanındaki diğer “sendikacılar”ın işçi Sedat Uzunlar’ı defalarca kaçmak istemesine rağmen döverek sendika temsilcilik odasına sürükledikleri görülüyor. Bu arbedede Karacan’a ait olduğu öğrenilen silahtan çıkan kurşunlarla ölüm ve yaralama olayı gerçekleşiyor.

Ortada kesinlikle planlı bir saldırı söz konusu değil. Olay linçvari bir girişimle yüz yüze kalan bir işçinin kendisine doğrultulan bir silahı boğuşma esnasında sahiplerine çevirmesinden ibarettir.

Peki, olay saldırgan sendika beyinin ölümüyle değil de işçinin darp edilmesi, kafasının gözünün kırılmasıyla, hatta bu aynı tabancayla öldürülmesiyle sonuçlansaydı ne olacaktı?

Bugün gösterilen tepkiler olur muydu? Bugün gözyaşı döküp, Abdullah Karacan’dan bir kahraman yaratmaya çalışan DİSK yöneticileri seslerini çıkarır mıydı? “DİSK bünyesinde nasıl olur böyle bir şey, bir işçiye nasıl el kaldırılır, nasıl darp edilir? Nasıl öldürülür” diye kıyameti koparırlar mıydı? “DİSK’i DİSK yapan değerler”, “DİSK’in tarihi” diye ayağa kalkarlar mıydı?

Kuşkusuz ki, hayır!

Sendika ağaları, AKP iktidarı, kapitalistler ve saray yargısı, cinayeti sümen altı etme konusunda yine ortak hareket ederlerdi…

Varsayımlara dair bir senaryo yazmıyoruz. Yakın geçmişte defalarca tanık olduğumuz bir davranış çizgisinden söz ediyoruz. Kaba ve hoyratça davranan tescilli sendika ağalarını yaratan bu kokuşmuş-köhnemiş sendikal düzende koltuk sahibi olmuş “solcu” hatta “devrimci” geçinen ama gerçekte bu düzeni aklamaktan, onun ömrünü uzatmaktan başka iş görmeyen güçlerin trajedisidir bu.

Biz bu anlayışların neler yapabileceğini yakın zamanda Greif’te gördük. Amerikan tekeli Greif’e karşı işgal/grev/direniş bayrağı açan işçilere pervasızca ihanet eden Rıdvan Budak gibi tescilli ağalara tek söz etmeyenler, iş Greif işçilerinin sendika beylerine şiddet uygulamasına gelince nasıl da “ortak tepki” vermiş, onlarca imzalı “kınama deklarasyonu” yayınlamışlardı.

***

Greif çapıcı bir örnektir. Ama bu tutumun sayısız örneği de var.  

Abdullah Karacan’ın ölümüyle sonuçlanan olay, ağa takımına dalkavukluk yapmayan işçiler üzerindeki baskının vardığı noktayı gözler önüne serdi. Bu kepazelikler sadece Türk-İş, Hak-İş gibi yandaş sendikalarda değil, DİSK’e bağlı sendikalarda da yaşanabiliyor. Birçok yerde muhalif işçiler türlü baskılarla sindirilmekte, hatta patronlarla işbirliği halinde işten de attırılmaktadır.

Türk Metal çetesi bir yana, Birleşik Metal-İş Sendikası’nda da son bir iki yılda benzer olaylar yaşandı. Sendikanın genel merkezini tutan, her türlü denetimden muaf küçük bir yönetici grubu, yukarıdan aşağıya bütün sendikayı kontrol etmekte ve bu hakimiyetin önündeki engelleri temizlemeye çalışmaktadır. Muhalif işçileri fişlemekten işten attırmaya kadar her türlü kirli yöntemi kullanabiliyorlar.

Belki işi fabrikada temsilcilik odasında işçi dövme, silah çekme noktasına vardırmadılar. Ama Abdullah Karacanlarla aralarında uçurum olduğu söylenemez. Benzer bir dünyada yaşamakta, aynı zemine ayak basmaktadırlar.

Eğer her türlü muhalif sesi bastırıp yok ederseniz, sendikada mutlak güç olur, bir süre sonra da o gücün delisi olup mafya oyunlarına girişir, her şeyi yapabileceğinizi sanırsınız. Adam da kaçırırsınız, boyun eğmeyen işçiye silah da çekersiniz. Herhangi bir itiraz yükseltenlere “Vay nasıl başkana saygısızlık yaparsın” türünden tutumlar DİSK bünyesinde olağan karşılanmakta, eleştiri ya da muhalefet yapmak ‘ihanetle’ eş tutulmaktadır.

Sendikalara egemen zihniyetin sergilediği bu tutum, şu ya da bu kişi ya da olaydan bağımsız bir nesnelliktir. İşçilerin sendika yönetimlerinden dışlanması, sendikal demokrasinin katledilmesi, sendikaların çürümüş bir ağa kastının ‘tarikatı’ haline getirilmesiyle sonuçlandı.

Sendikalara egemen zihniyet böyle olunca, Karacan olayına benzer tepki göstermeleri şaşırtıcı değil. Türk Metal şefi Pevrul Kavlak’ın başı çekmesi de tesadüf değildir. Ne de olsa mafyalaşmış sendikacılığın şampiyonu, “tescilli marka”sı Türk Metal’dir. Bu şebeke, Metal Fırtınası döneminde, 5 Mayıs 2015’de Renault işçilerine saldırarak işçi kanı dökmüştür. Bundan dolayı Karacan’ın ölümünü kendilerine yapılmış bir saldırı gibi algıladılar.

Bugün sendikal alanda yaşanmakta olan şey, “Türk Metalleşme” olgusunun yaygınlaşması, farklı iş kollarından sendikaların bu bataklığa saplanmış olmasıdır.

***

İşçilerin ‘söz, yetki, karar hakkı’nı çiğneyen her türlü bürokratik yozlaşmanın amansız düşmanları olarak bizler, Karacan’ı vuran işçiden kahraman yaratmak niyetinde değiliz. Bir kez daha belirtelim ki, Karacan’ın vurulması DİSK yönetimi ve onun siyasi uzantıları tarafından sunulmaya çalışıldığı gibi ‘bilinçli ve planlı’ bir eylem değil. Açık bir saldırı ve linç girişimine tepki bağlamında gelişmiş, hukuken de “meşru müdafa” sınırlarında değerlendirilebilecek bir olaydır. Asıl tartışılması ve kınanması gereken şey, -bu cinayete sebep olan- işçiye organize ve planlı darp ve saldırı girişimidir.

Sendikacı kılıklı mafyacı şebeke bu kez baltayı taşa vurmuş görünüyor. Bu olay her türden mafyacı sendikacılığa ve onu doğuran yozlaşmış sendikal düzene karşı mücadelenin ne denli yakıcı ve zorunlu bir ihtiyaç olduğunu göstermiştir.

Bu mücadele bireysel temelde değil sınıfsal boyutta ele alınmalı, işçilerin taban örgütleri üzerinde yükselmelidir. Bu temel üzerinde birleşik mücadele hattı yaratılmaksızın, işçilere zulmü reva gören mafya şebekelerinin sendikalardan temizlenmesi mümkün değil. Bu düzenin, işçi sınıfının tabana dayalı birleşik ve kitlesel mücadelesiyle yıkılması gerekiyor. Bu mücadelede “öz savunma”, “meşru müdafa” dahil bütün araçlar kullanılmalıdır…