15 Temmuz sonrası “sanık ve tanıkların” ifadelerine yansıyanlar, devrimciler olarak on yıllardır anlatmaya çalıştığımız bütün kirli çamaşırları ortaya serdi. Tüm resmi ve özel kurumlarda torpil, adam kayırma, “benden olsun da ne olursa olsun” anlayışının ne kadar yaygınlaştığı, kadrolaşmanın ne denli had safhada olduğu, tüm açıklığıyla görüldü. Çalınan sorularla on yıllardır askeriye, polis teşkilatı, yargı ve öteki kamu kurumlarındaki önemli devlet görevlerine nasıl “sızıldığı”, silahlı ve sivil bürokrasiye nasıl hakim olunduğu ve gerektiğinde darbe girişiminde bile bulunulabileceği kayıtlara geçti.
Bu suçlar yalnızca cemaate ait değil elbette. AKP ve cemaat bu suçları yıllar boyunca birlikte işlediler. Aralarında iktidar ve rant kavgası başlamasaydı, tüm bu kirli yöntemler daha uzun yıllar boyunca ortaklaşa uygulanacaktı. Din tacirleri toplumun dinsel duygularını kullanarak, yağlı palazlanma sağlayan inşaatlar ve yollarla göz boyayarak, kirli işlerinin üzerini el birliğiyle örtmeye devam edeceklerdi.
Darbe girişiminde bulunanların savunma tutanakları, açığa alınan ve ihraç edilen kamu görevlilerinin ifadeleri başka bazı gerçeklerin de ortaya saçılmasını sağladı. Cemaatin, genellikle en yoksul kesimlerin zeki çocuklarını seçtiği, yurtlar ve özel okullarda tanıdığı imkanlarla ağına düşürüp kazandığı olgusu, neredeyse her ifadenin ortak noktasını oluşturuyor.
Yoksul emekçiler, hem çocuklarının eğitim ve yurt ihtiyaçlarını parasal olarak karşılayamadıkları için, hem de dinsel istismarın da etkisiyle çocuklarını cemaate teslim etmişlerdir. Devlet katında cemaatlerin çok makbul olması, cemaatlerin meşru olduğu inancının toplumda yaygınlaştırılması, cemaate yakın olmanın iş bulmada, herhangi bir resmi kurumdaki işi halletmede kolaylık sağlaması vb. gibi nedenler de bu teslimiyette etkili olmuştur. Zaten son on yıldır cemaatin yurtlarında kalmak, okullarında okumak, gazetesini okumak, televizyonunu izlemek hem bir zorunluluk hem de bir ayrıcalıktı. Toplumun yoksul kesimleri de çocuklarının bu ayrıcalıktan yararlanmasını istiyordu. Bilindiği gibi bunun ağır faturası yine yoksul kesimlere kesildi. Darbe girişiminin ardından cemaatin en yetkili kişileri hâlâ dışarıda ve işinin başında iken, hatta hala milletvekilliği ve bakanlık yaparken, yoksul kökenden gelen sıradan öğretmenlerin lisansları iptal edildi. Kamu emekçileri ihraç edilerek işlerinden edildi, birçoğu hapse atıldı. Yani yukarıda filler tepişirken, olan yine çimenlere oldu.
Cemaat neden en yoksulların çocuklarına göz dikmiş ve kolayından ele geçirmiştir, diye sorduğumuzda karşımıza önemli bir gerçek çıkmaktadır. Devletin asli görevlerinden biri olan eğitimin her geçen gün paralı hâlâ gelmesi ve yoksul emekçiler için ulaşılabilir bir temel hak olmaktan çıkması, bu kesimi kolay av durumuna düşürmüştür. Devletin kambur olarak gördüğü ve bu yüzden ticarileştirdiği eğitim ve sağlık hizmetleri işçi ve emekçilerin en temel haklarıdır. Bu temel haklar karşılığında asgari ücretten bile vergi kesilir. Devlet bu temel hizmetleri yerine getirmek bir yana, bir de para sızdırma alanına dönüştürdüğünde, bugün bir cemaatin, yarın öteki bir gerici-faşist yapının çocuklarımızı ele geçirmesi kaçınılmaz olmaktadır.
Bu yaşananlar, kamusal ve parasız eğitimin temel bir hak olduğu şiarına daha fazla sahip çıkmamız ve bu şiar için mücadele etmemiz gerektiğini kuvvetle doğrulamıştır.
Kuruluşundan itibaren kamusal ve parasız eğitimi savunan Eğitim Sen bu mücadelenin temel bir öznesi olabilmeli, kamusal ve parasız eğitimi savunan tüm kamu emekçileri bu mücadeleye omuz vermelidirler.
Sosyalist Kamu Emekçileri