“Saadet Hanım” tiyatro oyunu üzerine bir eleştiri

Oyun, dünyanın içinde bulunduğu “karmaşaya” cevap olacağım derken, kendisi bir karmaşa çıkarmış ortaya. Ne tutarlı bir dünya çözümlemesi var oyunda ne de tutarlı bir düşünce.

  • Haber
  • |
  • Kültür-sanat
  • |
  • 18 Ekim 2016
  • 07:28

100 yılı geride bırakmış bir tiyatro kurumu olan Darülbedayi, yani İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, son dönemde sahnelediklerinden ziyade, durmadan değişen müdür ve sanat yönetmeniyle1, oyunlarda sansürlenen rol ve repliklerle2, sanatçıların ve çalışanların türlü bahanelerle ihraç edilmesiyle3 daha fazla gündeme gelmişti. Bu yanıyla zaten sürprizlere “açık” olan kurum, 5 Ekim’de Haldun Taner Sahnesi'nde sergilenen, “Saadet Hanım” isimli oyunla da yeni tiyatro sezonunu açmış oldu.

Ahmet Levent Pala’nın yazdığı oyunun konusu kısaca şöyle: “Emekli öğretmen Saadet Hanım’ın, oğluna hediye almak için gittiği banka şubesi, bir grup eylemci tarafından protesto amaçlı basılır. Eylemcilerin lideri, Saadet Hanım’ın oğlu Sermet çıkınca işler karışır ve Saadet Hanım da oğlunu ve arkadaşlarını kurtarmak için olaya dahil olur. Saadet Hanım, bir yandan gençleri vazgeçirmeye çalışırken, bir yandan da polisi ikna etmeye çalışır. En son, polis bankaya girer, kaçmak üzere olan Sermet öldürülür.”

Aslında oyun, kelime esprileri odaklı, sonu acıklı basit bir “karışıklıklar komedisi” olarak kalmış olsaydı, bu eleştiri yazısı da kaleme alınmamış olacaktı. Fakat, araya gereksiz yere sıkıştırılan politik süsü verilmiş nüanslar, rahatsız edici karikatürize eylemci profilleri ve seyirciye sunulan kavram karmaşası, eleştiriyi farz kıldı. İşin reji, oyunculuk ve sahneleme sürecine çok değinmeden içeriğe odaklanarak ilerleyelim.

Ahmet Levent Pala, oyundan önce dağıtılan broşürde şöyle demiş:

Saadet Hanım iyi bir öğretmendir. Fakat, kusursuz değildir. Hepimiz gibi. Oğlu Sermet ve arkadaşları heyecanlı gençlerdir. Kusursuz değillerdir. Biz, iyi insanlarızdır. Kusurumuz, kusuru başkasında aramaktır. Bu oyun, hepimizin kusurlarından doğan ortak acıları temsil etmektedir. Bu acılar kalplerimizden taştığında bazen mizaha, bazen drama dönüşür.”

Mantık önermelerinden çıkmış gibi görünen bu cümlelerde yazar bize, herkesin iyi ama herkesin kusurlu olduğu bir dünyada yaşadığımızı söylüyor. Değişik bir dünya görüşü. Fakat bu kusurlar ne menem kusurlardır ya da üç kusur bir iyiliği götürür mü gibi sorulara cevap alamıyoruz. Yazara göre zaten “kusurumuz kusuru başkasında aramak.” Daha oyun başlamadan paradoksal düşüncelerle dolunca, bünyeyi yormamak adına broşürü okumaya devam ediyoruz. Yönetmen Tolga Yeter, yazarın bu tanımını beğenmemiş olacak ki, başka bir kusurdan bahsediyor: “Gün geçmiyor ki dünyamızda yaşanan karmaşa, kırgınlık ve şaşkınlıklara yenisini eklemeden yeni bir güne merhaba diyelim... Bu karmaşanın temeline baktığımızda da karşımıza bir tek cevap çıkıyor. ‘Eğitim’ ... Saadet Hanım bize umut oldu, bir okyanusun içinde nereye savrulduğumuzu bilmeden boğuşurken...”

“Herkesin iyi, herkesin kusurlu, herkesin kırgın, herkesin şaşkın” olduğu ne idüğü belirsiz bu garip dünyada savrulan bizlere, bütün bu kusurların temelinde yatan şey eğitim olarak tanımlanıyor oyun öncesinde.

Gerçekten de yönetmenin vurguladığı gibi, oyunda da, emekli öğretmen Saadet Hanım’ın kusuru eğitimsizlikte gördüğünü, müfredat değişse bütün bu “karmaşa, kırgınlık ve şaşkınlık” düzeninin değişeceğine inandığını görüyoruz. Saadet Hanım’ın üstten bir tavırla eğitimsizlikle suçladığı banka çalışanlarının işlerini bu nedenle düzgün yapmadıkları, eylem için gelen “heyecanlı gençlerin” de aynı eğitimsizlik nedeniyle ne yaptıklarının bilincinde dahi olmadıklarını gösteren sahneler izliyoruz bol bol. Öyle ki eylemciler kendi aralarında bir karar almaktan ve taleplerini bildiren bir bildiri yazmaktan bile aciz durumdalar. İşte bunlar hep “eğitimsizlik”. Herkes kendini eğitse, dünya pırıl pırıl olacak demek ki!..

Oyundan önce söylenen “Kusuru başkasında arama!” ana cümlesinin, oyunda “Eğitim şart!” cümlesine dönüşmesini tam hazmedecekken, bu sefer “Hiçbir ideoloji, uğruna ölmeye değmez!” gibi büyük laflar edilmeye başlanıyor ki, oyunun hızına yetişmekte zorluk çekmeye başlıyoruz. Bu kısımlarda da Saadet Hanım oğlu Sermet’i, “Krizantem” kod adlı eylemciyle evlenmeye ikna ediyor, bu da “mücadelenin gerekleri” gibi bir temele oturtuluyor vesaire.

En son, Saadet Hanım’ın eski bir öğrencisi çıkan polisin, Sermet’i öldürdüğü oyun sonunda ise, Saadet Hanım’ın ağzından, yazar son bir vecize ediyor: “Farklılıklarınızı unutun, birbirinize sarılın!”

Ne yalan söyleyeyim, Saadet Hanım’ı canlandıran oyuncu, oyuncularla seyirciyi birbirinden ayıran duvarı yıkıp da aramıza karışarak bu cümleleri ettiğinde biraz etkilenecek oldum, fakat belki sarılır diye yanıma döndüğüm adam, “önüne dön” gibi bir bakış atınca, etki yerle bir oldu.

Oyun, dünyanın içinde bulunduğu “karmaşaya” cevap olacağım derken, kendisi bir karmaşa çıkarmış ortaya. Ne tutarlı bir dünya çözümlemesi var oyunda ne de tutarlı bir düşünce. Tür bocalaması yaşayan, dramatik anlamda aksayan bir yapı, hangi temelde neye karşı söylendiği belli olmayan kalıp cümlelerin yan yana getirilmesi, sadece oyunun sonunda cisimleşen temelsiz bir hümanist yaklaşımdan ibaret bir oyun “Saadet Hanım.”

Belki, sola ve toplumsal mücadeleye dair imgelerin hoyratça örselenip basit bir komedinin arasına serpiştirilmesi, içinden geçilen dönemi tahlil edebilen bu genç yazarın Darülbedayi içindeki konumunu sağlamlaştırmış olabilir. Ancak, yazara naçizane tavsiyemiz, oyunu izlediğimiz sahneye adını veren Haldun Taner’i ve üretimlerini daha fazla incelemesi. Böylece yazar, broşürde iddia ettiği mizahın ancak toplumsal bir eleştiri düzlemi içinde ortaya çıkabileceğinin ayırdına varır ve bir oyun yazarı olarak kendini konumlandıracağı yeri doğru tahlil eder.

A. Ardil

1) http://t24.com.tr/haber/levent-uzumcunun-ardindan-sehir-tiyatrolari-muduru-de-gorevden-alindi,307852

2) http://kazete.com.tr/haber/tiyatroda-seks-iscisi-rolune-yasak_34160

3) http://www.birgun.net/haber-detay/ibb-sehir-tiyatrolari-nda-20-sanatci-daha-isten-atildi-123934.html

İLİŞKİLİ HABERLER