Türkü söylemek benim için bir aşk halidir. En güzel aşklarımı türkü söylerken yaşadım. Ne onlar beni aldattı, ne de ben onları. Türkü söyledikçe yeşeriyor, çiçekleniyorum. Ben yalnız türkü söylemiyorum ki. Bu söylediğim türkülerle, aynı zamanda, çağdaş Türk toplumunun lied'lerini söylüyorum. Ben türkü söylerken sazım ne benimle yarışır, ne de türkülerle. Bize yalnızca eşlik eder, bizi tamamlar. Halkımızın büyük ustalarında da saz böyle saygılı bir uyum içindedir. Burada bir şeye daha değinmek istiyorum. Sanatçı da tıpkı bir çiftçi, bir demirci gibi işini anlatabilmelidir. Hem diliyle hem de hüneriyle. Bir başka deyişle, kendi toplumu içinde sanatı ile ekmek yiyebilmelidir.
Ruhi Su
“Türküleri yakan halklar kitapları yakanlardan daha güçlüdür!”
Hala kavga ve türkü ne zaman buluşsa orada bir yerlerde susmak bilmeyen bu yüreğe ait emektar parmak izlerini görmek mümkündür; ya derlediği bir derviş dörtlüğünde ya gürül gürül akan şelaleler gibi o sesiyle hayat verdiği dizelerde… Onunki has bir sanat işidir; eğitimle, kültürle, bilgiyle ve bilinçle bütünleşmiş bir söyleyiş… Bu söyleyişin kalbinde yatan ise emekçi halk ve insandır: Sınıflar savaşında işçilerin, ezilenlerin, yoksulların safını seçen sanatçıların başında gelir Ruhi Su. Geride büyük bir repertuar bırakan Su'nun bütün albümleri aslında birer ders gibidir, o ise bir öğretmen. Devrimci türküler namına arkasında koca bir külliyat bırakan Su, bugün Anadolu’da devrimci sanatın geleneksel isimlerinden biri olarak ezilenlerin sesine ses olmaya devam ediyor.
Kaç-kaç yıllarında bir yetim: Mehmet
Adı Mehmet'ti, Vanlı bir yetim… Kendi deyimiyle, "Birinci Dünya Savaşı'nın ortada bıraktığı çocuklardan biriydi." Van’dan Adana’ya getirilişi çileli bir hayatın çileli ilk yolculuğu olacaktır. Yoklukla geçecek bir hayatın ilk günleri böylece başlar Adana’da yoksul bir ailenin yanında. Burada bir çoban, bir çiftçi, çalışkan bir köy çocuğu olacaktır Mehmet.
Derken işgal başlar. Bu işgal Toros Dağı’na yolculuğun başlangıcı olur. Şimdi Adanalılar için düzlüğü terk eyleyip dağ kervanına katılma vakti gelmiştir. Toroslar kucak açar emperyalizmden kaçan Adana halkına ve Mehmet’e. Bu, bir göçtür. Bu göç, "kaç-kaç yılları" olarak anılır.
Kaç-kaç yılları boyunca Mehmet, hep çalışır. Kaç-kaçta bir gün Mehmet'in eline bir testi verip, "bize su getir" derler. Mehmet, hiç itiraz etmeden su arayıp bulur. Suyu getirdiği zaman, bir de bakar ki kafile yok olmuş. Mehmet bir testi suyla dağ başında kaç gün kaç gece kaldığını hatırlamadan meyve yiyerek ağaçlarda uyuyarak yaşar. Amcam ve yengem diye bildiği insanların gerçek amcası ve yengesi olmadığını da kasıtlı olarak terk edildiğini de yeniden kafileyi bulduğunda anlar.”[1] Adana’ya döndükten sonra da üvey ana dayağı ile yoksulluk ile dolu günler devam eder. Derken bir komşunun vesilesi ile yatılı okula nakli sağlanır. On yaşından itibaren, okullardaki yatılı yaşamı böylece başlar.
Ruhi Su o günleri daha sonra şöyle anlatır: "Oyun denen bir şeyin var olduğunu o zaman öğrendim, içim içime sığmıyordu, şaşkındım." İlk kez çocukluğunu yaşamaya başladığı yerin öksüzler yurdu olması… Acı ve umudu aynı anda yeşerten bir yüreği görüyoruz onda. İşte bu nedenle Ruhi Su’nun sanatını anlamak için yaşamını anlamak şarttır.
Ama benim memleketimde bugün
İnsan kanı sudan ucuz
Oysa en güzel emek insanın kendisi
Kolay mı kan uykularda kalkıp
Ninniler söylemesi
Sakıncalı sözlerin yasaklı sesi: “Ben bu yolda harcanmaya razıyım”
Zindanlar ve işkenceler gördükçe bilenen bir bilincin “ezgili bir yürek” ile buluşmasından doğan bir sanatın mimarıdır Ruhi Su. Müzik eğitimi almasından zindanlarda bağlamasına kavuşmasına kadar; parçalanmış hayatını pek çok işte çalışarak yeniden kurduğu Ankara’daki yoksul günlerinden yasaklanan konserlerine ve plaklarına kadar, yaşamı boyunca her şeyi için savaşan bir emekçi, ezilen bir kimliği sanatı ile bütünleştiren bir ozan ve samimi bir devrimci duruş görüyoruz Ruhi Su’nun şahsında.
12 Eylül’ün karanlık günlerinde faşizm, askeriyenin gölgesinde palazlanan bir sarmaşık gibi dolanırken hayat güllerinin boğazına, bu gülleri “Su”layan olarak kellesine ilk ödül konanlardan biri olur büyük ozan. Kendisini ölüme kadar götürecek bir hesaplaşmada taraf olmaktan vazgeçmeyecektir. Padişahların fermanına karşı dağları arkasına alan Pir Sultan’ların hamuru vardır ne de olsa hamurunda. Harcanacağına dair kulağına gelen uyarılara verdiği yanıt sesi kadar toktur onun: “Ben bu yolda harcanmaya razıyım!”. “Basbariton Ruhi’nin türküler söylemesine” izin verilmez; çünkü o tok sesiyle sakıncalı sözlere nefes vermektedir:
Serdari halimiz böyle n'olacak?
Kısa çöp hesabın alacak uzundan!
Ezilenlerin güllerine bülbül olan sesi kıstırılmak için ne yapılsa da nafile, susmak bilmez. Peki ya ne kadar çabalanırsa çabalansın gül, suya küser mi hiç? Küsmez elbet. İşte tam da bundandır ki yasaklamalar, bir dalga gibi yayılan Su sevgisini söküp alamaz emekçi halkın yüreğinden. Buna karşılık kovalansa da, sesi kısılsa da, “benim!” diyen bülbül nasıl caymazsa gülün aşkından, Ruhi Su da emekçi halklardan ve insan sevgisinden öyle geçmez işte…
Annem beni yetiştirdi
Halkı uyandır dedi
Bu kavga halkın kavgası
Halkı uyandır dedi
Yoksul halkı emekçiyi
Kaldır uyandır dedi
Ruhi Su ve halk arasında karşılıklı bir sevgi kök salmıştır ve adı her yerde silinse, plaklarına her yerde el konulsa dahi hafızalardaki plakta o gür sesi dönmektedir. Plaklarında toplatma kararı olsa da cuntanın fermanı işlemez Su severlere. Kitleler küçük yığınlar halinde buluşmaya devam eder güç bela örgütlenen konserlerde, dost hanelerindeki küçük toplantılarda, saklı dinletilerde, gizlenmiş plaklarda Su’yu arayıp bulmaya. Su gibi akmaya, yayılmaya devam ederken, toprak gibi üretmeye, ağaç gibi meyve vermeye ve sanatın çiçeklerini taçlandırmaya devam edecektir Ruhi Su! Böylesine üretken, çalışkan, böylesine araştırmacı, böylesine sınır tanımaz bir kafa vardır işte onda. Kolay değil biri küsermişçesine hiç aksatmadan diğerini aramaya koyularak, Köroğlu’ndan Karac’oğlana Pir Sultan’dan Dadaloğlu’na bu toprakların kendisi gibi yiğit yürekli ozanlarından binlerce dizenin tarih okuyuculuğunu, iz sürücülüğünü yapmak, kaybolmuş sözleri bulup buluşturmak, bunlara müzik olmak, ses olmak. Bunca yasaklamaya ve parasızlığa rağmen onlarca albümde, koro çalışmasında bu ozanların sesini günümüze taşımak kolay değil…
Yaralarım tuz içinde kanıyor
Uyku basmış elâ gözler sönüyor
Bir yanımda Suphi, Nejat ölüyor
Bir yanım deryada çalkanır şimdi
Operadan türkülere yüzü emekçi halka dönük bir aydın
Mahallede olduğu gibi yatılı okul yaşantısı boyunca da farkına varılan bir sese sahiptir Mehmet. Dördüncü sınıfta müzik öğretmeninin aldığı kemana başlar ve böylece, klasik müziğe de ilk adımını atmış olur. 1925 Ankara'da Müzik Öğretmen Okulu kurulduğunda tüm öksüz yurtlarına; müziğe yetenekli, sesi güzel çocukların, sınav sonucu müzik öğretmen okullarına yollanması için bir bildiri yollanır. Adana Öksüzler Yurdu'ndan dördüncü Sınıf öğrencisi Mehmet ve beşinci sınıftan Şaban böylece sınava girerler. Mehmet kazanır, Şaban kazanamaz. Şaban’ın okulda bir sene daha kalabilme şansı olmadığından açıkta kalacaktır… Daha o yaşlarda fedakârlık bilinci oturan Mehmet sınava bir sene sonra tekrar girmeyi ve yerine Şaban’ın alınmasını kabul eder. Bir yıl sonra tekrar girdiği sınavı kazanır. Bu sırada, dönemin Savunma Bakanı Recep Peker'den öksüz yurtlarına bir başka bildiri gelir: "Okulu bitiren tüm çocuklar zorunlu olarak askeri okullara girecek." [2]
Ruhi Su o günleri de şöyle anlatacaktır: "Bize bunu duyurdular. Çok üzüldüm ama yerimi Şaban'a verdiğime hiç pişman olmadım. Yeniden müzik öğretmen okuluna nasıl gideceğimi düşünmeye başlarken, askeri okula gitme hazırlıklarımız başladı. Doktor kontrolünden geçtik. Göz muayenesinde az görüyormuşum numarası yaptım ama sağlam olduğuma karar verdiler” Askeri okulda da kantinde, yatakhanede keman çalmaya devam eder, ta ki bir gün komutan kemanını kırana dek. Daha sonra pişman olan komutanın bir kefaret gibi ödemek istediği “keman parasını” reddeder.
O gün yeni bir dönüm noktasının başlangıcı olur. Ruhi Su kaçarak yollara düşmekten tutun da elinde bavuluyla müzik okullarının kapılarını arşınlamaya kadar bin bir emekle tutkusunun peşine düşer. Uzun uğraşlar sonu yeniden kulak muayenesine girer ve kulak doktoruna durumunu anlatır: “İsteğimi tekrar tekrar söyledim. Beni çürük çıkarması için yalvardım. Hiç unutmuyorum 'İltihabı üzeynden dolayı mektebe devam edemez' diye rapor verdi. Çok sevindim.” Yalnızca müzik değildir bu çabanın anlamı. Komutanlara eğilmeyen bir baş saygı ile eğilir doktorun önünde, varacağı limanı bilen bir gemi gibi ne yapması gerekiyorsa onu erinmeden yapmıştır Ruhi Su. Başkaldıran bir yaşamın, dayatmalara kafa tutan bir kişiliğin ilk oluşum süreci olarak bakmak gerekir bu döneme.
Çürüğe çıktığı için Askeri Okul ile ilişkisi kesilen Mehmet Ruhi, Adana Öksüzler Yurdu'na dönüp, oradan da öğretmen okuluna geçtiğinde Ankara Müzik Öğretmen Okulu'nun giriş sınavı yapılacaktır. Arkadaşlarının aralarında topladıkları para ile kaydolur sınava: "Ankara'ya gittim ve sınava girdim. 'Bir konçerto çal' dediklerinde çok şaşırdım. Bu sözü ilk kez duyuyordum. Müzik imlası ve armoni sözlerini de ilk kez duyuyordum.”[3] Bir arkadaşından “ödünç” keman bularak kendi kısıtlı imkânlarıyla hazırlanır bu sınava, gece gündüz çalışarak, ucuz bir otel odasında...
Böylece Mehmet Ruhi, Müzik Öğretmen Okulu'na girer. Gündüzlü olarak başarılı olursa, bir sene sonra yatılı olabilme koşuluyla… Hayatta her şeyi emekle kazanan ozanımız o ilk yılı başarı ile bitirerek yatılı okumaya yine kendi alnının teriyle hak kazanır. O sene, tek hece olduğu ve kolay söylendiği için "Su" soyadını alır ve adı Mehmet Ruhi Su olur. Müzik Öğretmen Okulu'ndan, Ankara Riyaseti Cumhur Orkestrası'na seçilerek orada çalışmaya başlar. Aynı zamanda müzik öğretmeni olarak da, İkinci Ortaokul ve Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde çalışıyordur. Ruhi Su’nun hayatı boyunca bir dönem tek bir işi yaptığı görülmemiştir demek yerinde olacaktır, o her zaman birden çok uğraşı hem de hayat gailesi içinde sürdüren emekçi bir ozan olmuştur.
Bir sabah uykusunda
Polisi saldırttılar
Demircioğlu Vedat'ı
Coplarla öldürdüler
Bu pazar kanlı pazar
Dert yazar derman yazar
Yıllar 1936-1942 aralığında akarken opera sanatçısı olarak çalışmaya başlar. Devlet Operası'nda Madam Butterfly’dan La Boheme’e Figaro' nun Düğünü’ne çeşitli operalarda oynar. Yıl 1952 olduğunda TKP tutuklamalarında sıra kendisine gelmiştir. En son 'Konsolos' operasının provasındayken komünizm suçlamasıyla gözaltına alınır ve tutuklanır. Opera yaşamı son bulunca Öksüzler Yurdu'nda, Öğretmen Okulu'nda, Müzik Öğretmen Okulu'nda, Askeri Lise'de, Konservatuar'da ve Opera'dayken de hep devam ettirdiği ve ta çocukluğundan başlayan türkü söyleme işine eğilir. Operayı çok seven Ruhi Su türkü söylemekten de hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Konservatuarda türküleri dinleyen hocalarından Markovich, "Türk müziğinin bu kadar güzel olduğunun ilk defa farkına varıyorum" demiştir. [4]
1943-45 yılları arasında devam eden radyo programında Ruhi Su'nun söylediği türkülerin çoğu, alevi deyişleri ve nefesleriydi. Pir Sultan Abdal'dan; "Gelin Canlar Bir Olalım", Muhyi'den "Zahit Bizi Tan Eyleme" gibi nefesler söyleyen Ruhi Su'nun, "alevi türküleri söylüyor, komünizm propagandası yapıyor" diye radyodaki işine de son verilir.
Yıllarca süren cezaevi yaşamının ardından tahliyesinden sonra ilk sürgün yeri olan Çumra’ya gönderilir. Çumra halkı dâhil tüm sevenleri Ankara’da kalan eşinin yanına nakli için çaba harcar ve yine sevenlerinin desteği ve kendisinin onlarca dilekçelik çabası sonucunda Ankara’ya gelir. Bir tarla ortasında, elektriği ve suyu olmayan, kerpiçten yapılmış, iki oda bir sofa ve tuvaletten ibaret bir işçi lojmanıdır Ankara’daki ilk evi. Mevcut eşyaları ise bir gaz sobası, bir kilim, birkaç parça kap kacak…
İşte Ruhi Su böyle yokluklar içinde yaratır sanatını. Bu sanatın yüzü hep ezilenlere dönüktür o yüzden. “Halk türküleri halkı sevmeden, saymadan da söylenebilir, daha da öyle söylenegelmiştir; halkın masalları, atasözleri gibi. Kan ağlayan ağıtlar, yiğitçe başkaldıran koçaklamalar, derin bir insancalık yüklü nefesler, sırıtkan, yayvan ağızlarda eğlencelik, göstermelik haline gelmişlerdir. Bu yozlaştırmaya: ''yeter!'' diyor gibidir Ruhi Su'nun yanıklığı uyanıklığa çeviren gürbüz sesi; saza bile başını eğmeden, göğsünü gere gere türkü söyleyişi.”[5] Kendini satmayan bir sanatçı olarak, eşya taşımaktan küçük gazinolarda şarkı söylemeye kadar türlü işlerle evine ekmek götürür.
Demirel döneminde kendisine sanatını kolaylıkla üretebileceği yeni teklifler gelir hâlbuki. Fakat o sanatını satmak anlamına gelen tüm teklifleri reddeder ve muazzam bir bilgi birikimine sahip bir aydın, oldukça yetenekli ve eğitimli bir sanatçı olarak ilkeli duruşuyla ve tek birinde bile fire vermeksizin tüm üretimleriyle yüzü ezilenlere dönük bir sanatın hakkını vererek Anadolu’da “aydın” olmanın anlamını değiştirir. “Her sanat dalında yeni bir okul kuran öncülerin, o okulun en iyi yapıtlarını verdikleri pek seyrek görülmüştür. Ruhi Su, Türk halk müziğinde hem bir okul kurdu, hem o okulun en güzel yapıtlarını yarattı.”[6] O bu anlamıyla sadece bir “icra”cı olmanın çok ötesinde bir öğretmen, bir teorisyen, bir müzik üstadı olarak anılmalıdır.
Bin dokuz yüz yetmiş yedi
unutulmaz yılın adı
1 Mayıs Bayramı idi
sorarlar bir gün sorarlar
Sabahın bir sahibi var
Sorarlar bir gün sorarlar
Türkülerle direnmek
Kavgada ortak olduğu kadar uzun süreli cezaevi yaşamından sürgün yaşantısına kadar yazgısında da ortak olduğu Nazım Hikmet’in şiirlerini ilk besteleyen sanatçıdır Ruhi Su. Nazım’ın “tarafında” olduğunu korkusuzca dile getirecektir: “Kuşkusuz belli bir açıdan bakıyorum bunlara. Hangi açıdan bakarsan bak, sonuç aynı ya, ben yine de belli bir açıdan bakıyorum. Çağımızın düşüncesi ve halkın yaşamı açısından. Halkın yaşamı düzenlerin dışında kalan bir şey değil. Böyle bir düzen, şimdiye kadar ya savaş getirmiş, ya da savaştan geri kalmayan başka sorunlar. Öyleyse çözüm ne? Çözüm olarak da Nâzım Hikmet'in bir şiirinde söylediklerini söylüyorum.”[7] Ve ne tesadüftür ki ilk Nazım bestesini yapmaya da cezaevindeyken başlar. Kuvay-ı Milliye Destanı'nı, cezaevinde düşünmeye başlamıştır. 1960 'tan sonra besteyi tamamlar ancak "Seferberlik Türküleri ve Kuvay-ı Milliye Destanı" plak olarak 1971'de çıkar. Şeyh Bedrettin Destanı'ndan bir parça ve Üç Selvi'yi bestelemeyi ise 1974 yılına kadar tamamlar. Ruhi Su, 1950 yılında Süvarinin Türküsü'nü (Dört Nala Gelip Uzak Asya'dan) yapmıştır. 1953'te Nazım’ın ölüm haberi geldiğinde Ruhi Su yine ağıtlara sarılır:"Karalı Bir Haber Düşmüş Geliyor".
Sansaryan Han'ın en alt katındaki hücrelerden birinde beş ayı aşkın bir süre kalan Ruhi Su, orada ağır sistematik işkence görür. Tabutluğa konur. Harbiye Cezaevine getirmek için iyileşmesini beklemek zorunda kalınır. Cezaevine getirilip, kendisi gibi tutuklu sevdiği Sıdıka hanım ile ilk görüşme izni verildiğinde hâlâ tanınmaz haldedir. Görüşmelerini resmi izne bağlamak için nişanlanmaya karar verirler. Harbiye Cezaevi'nde üç buçuk yıl kalırlar. Haftada bir, ancak on dakika görüşebilirler.[8]
Hapishanede Ruhi Su'ya önce sazını vermezler. Bunun üzerine mahpus arkadaşları tahta paspas parçalarından ona bir bağlama yapar. İki sene bu bağlamayla çalışır. Ancak iki sene sonra, izin çıkınca Ankara'dan bağlamasını getirtebilir. Merkez Kumandanlığı Cezaevi'nde türküler söyler, şiirler okur, tiyatro oyunları sahneye koyarlar. Ruhi Su, bu arkadaşları arasından bir koro oluşturur. Konserler yapar. Onlarla çalışır. Onlardan türküler derler. Türküler söyletir. Her gün, ses egzersizleri yapar. Bunun için cezaevinin tenha köşelerini seçer. Tuvaletlerde, aralıklarda çalışıp, arkadaşlarını bıktırmamaya uğraşır. (ki hapishanedeki görevli askerler dahil kimse onun sesinden asla şikayetçi olmamıştır)
1951 tevkifatı (tutuklaması) sanıkları için özel mahkeme salonu yapılır. Ruhi Su ve Sıdıka hanım beşer yıla mahkum olurlar. Erkekler Adana Cezaevi'ne, iki tutuklu kadından biri olarak kalan Sıdıka hanımı (diğer tutuklu Sevim Belli'dir) Sultanahmet Cezaevi'ne gönderirler. Mahkeme sonuçlanır sonuçlanmaz nikâh işlemlerine başlanır. Hayat yoldaşı olduğu kadar cezaevinde de yoldaşı olan eşiyle evliliği de böyle gerçekleşir işte. Kavgayla hemhal olmuş bir sevda içinde çırpınan iki parça yürek, iki parça candırlar zindanlarda… “Ruhi Su hapishanede, türkü çalışmalarının dışında, boncuk çantalar, tahta kutular yapar. Resim çalışır. Portreler yapar. Koğuşun penceresinden ışıklarla haberleşmelerini anlatan motifler çizer. Sıdıka Su, bu motifleri nakışlayıp, kullanılır hale getirir. Koğuşta ancak ellerine geçtikçe, kitap gazete okuyabilirler. Her şey çok kısıtlıdır.” [9]
Ruhi Su, türküler üzerinde en verimli çalışma dönemini zindanlarda geçirir. Bestelediği türkülerin çoğu bu döneme rastlar. Adana Cezaevin’nden İstanbul’a kadar kaldığı her cezaevinde besteleri vardır. Ankara'dan İstanbul'a Sansaryan Hanı'na getirilişini anlatan türkü, "Bu Nasıl İstanbul Zindan İçinde"dir. Ruhi Su'yu İstanbul'dan Adana'ya otobüsle götürürlerken, ikişer kişiyi bileklerinden birbirleriyle zincire vurmuşlardı. Tuvalete bile birlikte gitmek zorundaydılar. "Hasan Dağı, Hasan Dağı Eğil Eğil Bir Bak" türküsü, bu yolculuğun bir ağıtıdır. "Mahsus Mahal" türküsünü Ruhi Su "tabutluk" diye bilinen hücrede iken Sıdıka Su için hazırlamıştır.[10] Hapishanede bu türküler için de işkence görür. Türkülerle direnmenin vücut bulmuş halidir işkence izleriyle dolu bedeni…
Mahsus mahal derler kalırım zindanda
Kalırım kalırım dostlar yandadır
İk'elleri kızıl kandadır kanda
Ölürüm kardeş aklım sendedir
Solum sol tarafım imanım dinim
Benim beyaz unum ak güvercinim
Bilirim bilirim kardeş gelen gündedir
“Ruhi’ler ölmez!”
Cenazesine katılan yüzlerce kişi bu sloganı attıkları için gözaltına alındılar. Çarpıcı olan sade yaşamıyla değil ölümüyle bile bulunduğu yere mücadeleyi, kavgayı taşıyan bir isim olmasıdır Ruhi Su’nun. Faşist cunta yönetimi yaşayan Ruhi Su’yu deviremediğini görünce bu sefer ölüsüne saldırma yolunu seçerek halkın bu yüce gönüllü ozanı karşısındaki aczini bir kez daha kanıtlamıştır.
Ruhi Su uzun bir süredir kanser hastalığıyla cebelleşmektedir. Pasaport gerekmektedir Su’ya, tedavi için yurtdışına gitmesi gerekmektedir. Hasta bir küheylan kadar dirençli bekleyişi başlar Su’nun. Ancak korkaklar izin vermezler pasaport almasına. Daha sonra muhteşem bir kamuoyu desteği ve kitlelerin baskısı iktidara geri adım attıracaktır ve kapılar açılır. Fakat Su elinin tersiyle itecektir geç gelen bu pasaportu, tıpkı daha Mehmet iken “keman parasını” reddettiği gibi, katillerine kefaret hakkı tanımayacaktır. Samimiyet ve iradesi tüm yaşamıyla kanıtlanmıştır zaten Su’nun, böyle bir şey yapmasına gerek yoktur ki. Ancak o, hala son anında bile en küçük bir taviz vermekten kaçınarak ölümü bile utandırarak yaşamının son noktasını yine kendi iradesi ve bilinciyle, göklere değen başının inmezliği ile 20 Eylül 1985’e kadar onurla bekleyecektir. Bir intihar değildir, yaklaşmakta olan ölümü geciktirmek adına boyun eğmektense başı dik bir şekilde ölümlere göğüs germek, yani yaşam yanlısı bir tutumla ölümü karşılamaktır onunkisi. Katilleri ise böyle bir iradeyi asla anlayamazlar. Dostlarına düşense bu iradeyi unutturmamaktır. Biz de dostları olarak bir kez daha tekrarlıyoruz: Ruhi’ler ölmez!
K. Ehram
Kaynaklar
1-3. Füsun Akatlı, “Bir de Ruhi Su geçti", Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfı Yayınları, 2001..http://www.bianet.org/biamag/sanat/138467-ruhi-su-yuzyillik-oyku
4,8-10. Özgün Çağlar, “Ruhi Su Türküler Söylüyor”, Agos Gazetesi.
www.agos.com.tr/basbariton-ruhi-su-turkuler-soyluyor-7180.html
5. Sabahattin Eyüboğlu, “Türküler İmecesi” adlı yazısından.
6. Aziz Nesin, “Aman Of” albümü için yazısından, 1995.
7. Ruhi Su, “El Kapıları” albümü için yazısından, 1977.
9. Ruhi Su, “Çokseslilik Üzerine” adlı yazısından.