Kültür kurumunun kendisi kapitalizmde burjuva toplumun bir ürünüdür. Lenin, kapitalizm koşullarında bir coğrafyada var olan kültürü burjuva aldatmacası olarak niteler. Bundan kaynaklı proletaryanın kültürünün üretilmesi ve inşasının başlaması zorunluluktur. Komünizm insanlığın bilgi ve kültür birikiminin en üst düzeyi ve gelişmişi olması boşuna değildir. Tam da o eski kültürün bağrından, onu parçalayarak üretilecektir. Bunun için de günümüz toplumunun ilerici birikiminden yararlanmak ve sahip çıkmak gerekmektedir. Yani günümüz dünyasında ve coğrafyasında sınıfsal tavrı, hayat gerçekliğini, işçi sınıfının acılarını, yazılarına, şiirlerine, öykülerine katık edenleri unutmuyoruz.
“Yanlış mı belledim, insan sorumluluktur!”
"Gülten'e Yozgatlı demesinler bundan böyle
nerde ölürsem oralı olayım
doğularda, yolsuz dağların
soğuk suların başında öleyim"
Sen bir Ankaralı’sın artık. “Beni öldürürse bu umut öldürür” demiştin, umut seni büyüttü. “Büyük caddelerin birinde” rastladım sana, “elimi uzat”tım, tuttum, derinime götürdüm. Konuşmadık, gözlerine baktım, konuşmadık. Haberin dahi olmadı, ama bitmedi o türkü, yağmur yağdı, akasyalar ıslandı, bitmedi… “En ağır sınavdan en saf olan geçer, öder geçer” dedin, ödedin de geçtin mi bilemedik.
“Bulutlar uçuşur geceleyin
Ben yağmura deli buluta deli
Bir büyük oyun yaşamak dediğin
Beni ya sevmeli ya öldürmeli”
(Deli kızın türküsü şiirinden)
Biz seni sevdik de sen yine de öldün. Onca türküyü, onca şiiri ve öyküyü koynunda taşıdın da bir huysuzlandın muzurca; “Ah, kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya” diye..
Yedi yaşındaydın, yaşamın kuralı yapmıştın okula aç gitmeyi. Dişlerinden saçlarına taşıdığın “sıskalığın, çirkinliğin”, topsuz, bebeksiz avunmasız geçen çocukluğun bir kuşağın çocukluydu aslında. Savaşların, kıyımların, yoklukların içinde geçen çocukluğun ve gençliğin sonrasında aldın kendini kendinin ve dünyanın karşısına ve dedin ki:
“Kaygısız yaşamanın ormanlarında
Sen avcı olsan avlanamazsın”
(Koçaklama şiirinden)
On üç, on beş yaşında babanı, dedeni, savaşları, kıyımları, uykusuz evleri, somurtkan amcaları, ananeleri, taş mektep anılarını anlattın “öyle birden bire değil usulca”.
“Silinen bir kızmışım aslında / sılamın ve babamın defterinden”, yersiz ve yurtsuz şiirlerinin acısını tüm dünyanın kadınları ile birleştirdin. Bilerek, gözlemleyerek, içinde duyarak “kestim kara saçlarımı” dediydin, hiçbir kadın yüzleşmeleri sonrası uzun saçlı kalamadı.
“Sessiz Arka Bahçeler” deki fısıltıları sırf okunsun, duyulsun diye değil “ağaç gibi, bedenimden dallarıma özsu gibi yürüyen dünya görüşümle yazıldı.”*
“Şairin dünyayı algılayışı, hayatı değiştirme istemi, bir ağacın özsuyu gibi şiirinin içinde akar.”**
Ham demedin kimseye, entellektüel gevezelikleri hep gereksiz ve katı gördün. Nazım’ın elini hissettin omuzlarında. Dilinde “hikmet”li*** bir yol tutturdun. O çok tartışmalı Zaman Gazetesi röportajında geleceğe seslendin:
“Gençlere derim ki, benim sözlerime aldırmayın. Yol sizin yolunuz, söz sizin. Şairin hası ne yapacağını kendi bilir.”
Şimdi biz bu büyük caddede tam da beklediğin yerdeyiz. Kimler yok ki aramızda. Hani bir “yaz”* bahsetmiştin “taş yontucuları”ndan, “suları delikli taşlardan geçiren türkücüleri”nden, “küfürbaz balıkçıla”rına, “mezar kazıcıları”ndan “salyangoz devşiren kızları”na, “geveze ve güleç kadınların”dan “yün iğiricileri”ne, “kıran görmüşlerinden” “açıkgöz pazarcıları”na kadar.
“Aptalıyla, âşığıyla, dertlisiyle
Kalem kaşlısıyla başı bitlisiyle
Naylon çoraplısı uyuz atlısıyla”*
Bir bütün biz olarak bak kimler var yanımızda, omuz başımızda, içimizde:
“Hele devrimcileriyle, hele devrimcileriyle
Yanıla yanıla yanılmaz olan devrimcileriyle”(*Yaz şiirinden)
İçten içe korktuğun yalnızlığınla da iyiydin, “hikayenin bir ucu”nu tuttun, sorumluluk duyduğun herkese dağıttın. Unutmadın, bağışlamadın. Uğurladın sevdiklerini Tomris’i, Füsun’u “öyle bir yolculuk gibi sıradan”.
“Unutma sakın unutma
Bağışlama sakın
Sakın düşmanını sevme,
sakın susma
Bekle büyük kavgayı bekle
Anlıyor musun yüreğim.”
(Küçük kızın türküsü şiirinden)
“Küçük kızın türküsü”nü, “oğlanın türküsü”nü dinlerken, yaşarken, yazarken unutmadık, bağışlamadık renkleri çocuklara “zehir zindan edenleri”. “Büyü”yemedin ve hep 17 yaşında bir urganın baş ucunda kaldı renklerin. “Başka bir yol bilmiyor”dun ve yazdın. Ve ne de iyi ettin yazmakla... “Seyran Destanı”ndan “Celaliler Destanı”na varana dek yazdıklarında tarihten beslendin, bugüne ışık olsun diye.
Anlıyor musun diye sordun ya yüreğine, anlıyoruz. Anlamanın o müthiş bahtiyarlığında sözü ve yolu bizim kılıyoruz!
Sevgiler, saygılar ve öldüren umutlarla...
*,** Gülten Akın’ın Zaman gazetesinde çıkan röportajından
***Aynı röportajdan... “Batı kriterleriyle yaşamayanları ilkel diye aşağılamak ne kadar yanlışsa, dillerine "ham" demek de o kadar yanlıştır. Halkın konuşma dili de atasözleriyle, manilerle, deyişlerle bezeli bir dildi. Aydın ya da entelektüel kesimin konuşma dili ise geliştirmeye, değiştirmeye açık olmayan, donmuş dar jargonlar içinde dönenen bir dil. Başa çıkılması zor. Ham denemezse de katı. İkisinin de içinde yaşadım. Bir üst dil olana, şiire dönüştürmeye elverişli bulduğumla yazdım. "Hikmet"le yola gitmek yeğ geldi. Has şiire vardığım söylendi. Sebep budur. Şiirin dili şiirin kendisidir. Ozanlık geyik avcılığına benzer demiştim. İyi bir avcıdan kesin bir öldürüm beklenir -(ne üzücü bir benzetme)-. Bunu şunun için söyledim: Hayat, olay şiirde olduğu gibi duruyorsa yazılanın estetik değeri kuşkuludur.”
G. Umut