Türkiye’de burjuvazinin tarihi kanlı ve kirli bir tarihtir. Osmanlı’dan devraldığı gelenek ile birlikte, karşıtlarını hile, baskı, zor ile vahşice yok etmiştir. Kuşkusuz ki, devrimciler, Kürt halkı ve ezilen bir mezhep olan Aleviler, sermaye devletinin katliamcı politikalarının doğrudan hedefi olmuşlardır. Mustafa Suphilerin katledilmesinden, Dersim Katliamı’na, Maraş ve Çorum’a kadar bu böyle... İşçi sınıfı da toplumsal yükseliş dönemlerinde sermaye iktidarının doğrudan hedefi olmuştur ve 77 1 Mayıs Katliamı ile dönemin toplumsal koşulları içinde işçi sınıfının hareketi doğrudan hedeflenmiştir.
Ancak, bu kanlı tarihe eşlik eden bir diğer öğe ise direnme geleneği olmuştur. Bu coğrafyada baskı ve katliamlara karşı direnme geleneği, kuşaktan kuşağa taşınmıştır. Devrimci ve ilerici güçler toplumsal yaşamın hiçbir alanında zulme boyun eğmemiştir, elbette ki zindanlarda da...
Ulucanlar’da ne olmuştu?
Ulucanlar Katliamı da, ‘90’lı yılların sonunda, ülkedeki siyasal süreç, sınıf ilişkileri ve sol hareketin tablosundan bağımsız düşünülemez.
Ulucanlar Katliamı’nın ardından kaleme alınan “Ulucanlar Katliamı ve ötesi” başlıklı makalede 90’lı yılların sonu “Dışarıda militarizm, saldırganlık ve savaş, içeride sistemli baskı ve terör, sermaye iktidarının git gide güçlendirilen politikasının özü ve esasıdır” olarak ifade edilmektedir. Zira, Amerikan emperyalizmi Ortadoğu’da Körfez Savaşı’nın ardından egemenliğini pekiştirme çabası içindeyken, İsrail’den sonra en temel dayanağını Türkiye oluşturuyordu. Aynı şekilde bölgesel güç olma hevesleri içinde olan Türk sermaye devletinin ise içeride “istikrar”a ihtiyacı vardı. Yapısal ve dönemsel krizin pençesinde olan Türk sermaye devleti, peşi sıra işçi ve emekçilere yönelik yıkım saldırıları uyguluyor ve bunun karşısında sınıf ve kitle hareketi dinamiklerini her geçen gün büyütüyordu. Halen solun önemli bir kısmı, devrimci iddiasını ve direngenliğini korumasıyla tehlike arzetmeye devam ediyordu. Sol hareketi ezmek ya da etkisizleştirmek, devletin temel politikası idi. Zira, Kürt hareketinin İmralı teslimiyetinin ardından mevcut tablosu, açık bir fikir veriyordu.
Ulucanlar Katliamı ise böylesi bir siyasal atmosfer içinde gerçekleşti. Yıkım saldırılarına paralel, işçi ve emekçilerin kitlesel tepkilerinin açığa çıkmaya başladığı bir süreçte, sermaye devleti tarafından devrimci hareketi etkisizleştirmenin en temel adımı olarak, en dinamik odak olan cezaevlerini etkisizleştirmek ya da yok etmek politikası olan “F Tipi hücre sistemi” yeniden gündemleştirildi. Ulucanlar’ı önceleyen 20 yıl boyunca zindanlara yönelik imha etme ya da teslim alma politikalarının hayat bulması olanaklı olmamıştı.
O dönemde cezaevleri içinde en temel devrimci odak olan Ulucanlar Cezaevi’nde “koğuş talebiyle” başlayan eylemli sürece vahşi bir katliamla yanıt verildi. Zira, hücre sisteminin hayata geçirilmesinin başlangıç vuruşu olan Ulucanlar Katliamı’yla işçi ve emekçilere verilen mesaj kadar zindanlar nezdinde sol harekete verilen açık bir mesaj vardı: “Ya teslimiyet, ya da imha!”
Ulucanlar zindanındaki devrimci tutsaklar, teslimiyeti değil, direnişi seçtiler. Ateşli silahlar, gazlar, coplar/sopalar, itfaiye kancaları/köpükleri ve vahşi işkencelerle gerçekleşen operasyonda, 2 değerli yoldaşımızın da içinde olduğu 10 devrimci tutsak vahşice katledilirken, onlarcası da yaralanarak farklı cezaevlerine sevk edildiler.
Ulucanlar’ın devrimci tutsakları, ödenen büyük bedellerle, bu topraklarda direnme geleneğine yeni bir sayfa eklediler. Zulme boyun eğmemeyi, direnişi ve bununla birlikte siper yoldaşlığının önemini gelecek kuşaklara miras bıraktılar.
Devletin kanlı katliamları devam ediyor
Aradan geçen 17 yılın ardından daha zorlu ve çelişkili bir sürecin; bunalımların, savaşların, kitle hareketlerini tetiklediği bir dönemin içerisindeyiz.
Bundan 17 yıl önce Ortadoğu’da egemenliğini pekiştirmeye çalışan Amerikan emperyalizminin kışkırttığı gerici çetelerin eliyle bugün iç savaşla parçalanmaya yüz tutmuş bir coğrafya, katledilen yüz binlerce emekçi, göç eden milyonlarca insan gerçekliği ile karşı karşıyayız.
Aynı şekilde bu coğrafyada etkin bir rol oynama hevesiyle yanıp tutuşan Türk sermaye devleti, içeride yılları bulan, her geçen gün derinleşen rejim krizini yaşarken, aynı zamanda başta Kürt halkı olmak üzere işçilere, emekçilere, ilericilere, devrimcilere baskı ve sindirme politikalarını yoğunlaştırıyor.
Suruç’la startı verilen, 10 Ekim Ankara Katliamı’yla boyutlanan, dinci çeteler eliyle gerçekleştirilen katliamlar, Kürt halkına yönelik gerçekleştirilen Cizre, Sur, Silopi ve Nusaybin’deki vahşi katliamlar sermaye devletinin kirli ve kanlı yüzünü bir kez daha kanıtlıyor.
Gerici iktidar çatışmalarının ürünü olarak dünün kahramanları bugün “hain” ilan ediliyor. Ulucanlar Katliamı’nda ellerinde devrimci tutsakların kanı olan, katliamın faillerinden olan, mahkeme salonlarında göğsünü gere gere katliamı yaptığını savunan ve sonrasında Hrant Dink’in katledilmesinde de sorumluluğu olan Ali Öz gibi katiller, bugün “paralel yapı” operasyonlarında tutuklanıyor. Tıpkı Cizre katliamının sorumlusu Adem Huduti’nin bugün “hain” olarak tutuklanması gibi...
Ama çok açık ki, burjuva düzen hüküm sürdükçe, dünün “kahraman”larının bugün “hain”, yarın yeniden “kahraman” olmayacağının garantisi yoktur.
Rüzgar elbette ki tersine dönecektir. Bunalımların ve savaşların sosyal mücadeleleri ve devrimleri doğurması kaçınılmazdır. Bu mücadelede bugün ve yarın da, Ulucanlar’ın direnişçi ve baş eğmeyen ruhu, daima devrimcilere, komünistlere ve işçi sınıfına rehber olacaktır.