26 Eylül 1999, Ulucanlar... Sermaye devleti açısından katliamın, komünist ve devrimci tutsaklar açısından direnişin üzerinden bugüne 17 yıl geçti. Ulucanlar Direnişi devrimin içerde ve dışarıda kazanması için yukarı daha yukarı çıkarılması gereken direniş bayrağıdır. Bu direniş bayrağında, Denizler’in, Mahirler’in, İbolar’ın, Mehmet Fatihler’in, Mazlumlar’ın, Sabahat Karataşlar’ın kanları var. Yani Ulucanlar Direnişi, Ankara’da bir hapishaneye hapsolan bir direniş değil, toplam olarak devrim direnişidir.
Ölüme yenilgi denirse, o zaman insanlık ölüyor
Analar evlatları öldüğünde acı duyarlar. Onlar açısından bir yenilgidir evlatlarını kaybetmek. Anaların böyle hissetmesi son derece normal, hatta insani bir tepki. Ama devrim, hatta daha da gerilere giderek söylersek insanlık mücadelesinde bazı ölümler zafere giden yolun ışıklı köşe taşlarıdır. Şeyh Bedrettin “yar yanağından gayrı, her şeyde, hep beraber” diyerek kardeşçe yaşamak için savaştı ve Serez çarşısında idam edildi.. Ama yüzyıllar önce ölse bile bugün hala “hep beraber” diyenlere, somut olarak yol gösteriyor. Pir Sultan aynı şekilde... ‘71 devrimci çıkışının önderleri de ölümsüzleştiler. Ama bedenen değilse de, inançlarıyla hala yaşıyor ve yol gösteriyorlar. Ulucanlar Direnişi’nde ölümsüzleşen 10 yiğit devrimci ve komünist için de aynı durum söz konusu.
Ulucanlar’dan 1 yıl sonra gerçekleşen 19 Aralık Katliamı da, o gün tutsakların ölümüne bir direnişleriyle, 19 Aralık Direnişi olarak tarihe işlendiyse, Ulucanlar’da ölümsüzleşen 10 devrimci ve komünist tutsakla yürek yüreğe olunması sayesindedir.
Ölümü bir yenilgi olarak görürsek, bir gün mutlaka o yenilgiyi tadacağız! Ama ideallerimize ulaşmak istiyorsak ölümü göze almak zorundayız. Dürüst bir insan olmak için bile ölümü göze almak gerekiyor. Duruma ödenen ya da ödenmesi gereken bedel üzerinden değil, ama hedeflenen, kazanılacak dünya ekseninden bakmak gerekiyor. Dürüst bir insan olmak bile ölümü göze almayı gerektirirken, sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz bir dünya için fazlasıyla ölümü göze almak gerekiyor. Yineleyelim, ölüm sevdalısı değiliz, ölümü göze almak gerektiğini söylüyoruz. Tıpkı İbolar’ın, Denizler’in, Mahirler’in, Habipler’in, İsmetler’in yaptıkları gibi... Asıl olarak 26 Eylül 1999’da Habipler, İsmetler değil, “biz yokuz komutanım” diyerek geri çekilenler yaşadı, ama yenildiler.
Ulucanlar Direnişi ve sonrası süreç, hapishaneler alanında izlenmesi gereken yolu gösteriyor
Bugün hapishaneler üzerindeki sermaye devletinin saldırıları, özellikle 15 Temmuz’dan sonra epeyce yoğunlaştı. Tutsaklar yoğunlaşan saldırılar karşısında, Ulucanlar’da da yükseltilen direniş bayrağına sahip çıkıyorlar. Hapishaneler açısından Ulucanlar direnişçilerinin yolundan gidiliyor. Ne var ki dışarısı açısından aynı şeyi söylemek güç. Yani tutsaklarla dayanışma, yazık ki, yok denecek kadar az. Bu yanıyla Ulucanlar Direnişi sonrası dışarıda yaşananları tekrar hatırlatmak gerekiyor.
Hemen 26 Eylül’den sonra değil, Ulucanlar’ın Şubat 2000’deki ilk duruşmasından sonra dışarıda hücre karşıtı muhalefet gelişmeye başladı. Bu süreç öyle bir aşamaya geldi ki, 20 Ekim 2000’de başlayan ÖO Direnişi sürecinde, 19 Aralık saldırısına dek 1 günde binlerce insanın 2, hatta 3 kitle eylemi yapabilmesine dek ulaştı. Tek başına ÖO direnişiyle açıklanamaz bu gelişme. Ulucanların ilk duruşmasıyla başlayan sürecin devamıydı bu. Ulucanlar davasının eyleme dönüşmesi ve süreci başlatması da, tutsakların direnişlerinden ayrık ele alınamaz.
Ayrıca ilk eylemin kitle sayısı, değil binlerle, yüzlerle bile ifade edilemezdi. Ama o gün katliamı kınayan bir eylemle sınırlanılmamış, hücre karşıtı muhalefet süreci başlatılmıştı. ÖO Direnişi, süreci ilerletmiş ve binlerce kişinin katılımıyla gerçekleşen sürekli eylemleri getirmişti. Bugün ise bir süreç başlatılmıyor, sadece bazı saldırılar tek başına kınanıyor. Elbette bu protestolar da çok anlamlı ama saldırıları sonlandıramayacağı da çok açık. Bu durum kısa zamanda önce umutsuzluk, ardından yenilgi psikolojisine yol açıyor. Yenilgi psikolojisi de yenilgiye varan uçurumdan düşmektir.
Yalnızca tutsaklara saldırıyı protesto etmek için değil, saldırıları sonlandırmasa bile epeyce dizginleyecek bir dayanışma ve bütünlüklü bir eylemlilik sürecinin örülmesi gerekiyor. Cumartesi eylemleri herhangi bir protesto eylemine göre çok daha kitlesel geçiyor. Çünkü bu eylem 600 buluşmayı bulan bir sürecin ürünü.
Ulucanlar Direnişi de tek başına orada ölümsüzleşen tutsakların yiğitliğiyle açıklanamaz. Mahirler, İbolar, Denizler bir sürecin sonucunda var olsalar da, direniş açısından belki de Türkiye coğrafyasında ilklerdi. Onlar bile dünya devrim sürecinin bir ürünüydü. Ulucanlar direnişçileri, dünya devrim sürecinin olduğu gibi, Türkiye devrim sürecinin de birer ürünüydüler. Hepsi de devrim için ölümsüzleşti, bayrak oldu.
Bugün tutsaklar bu bayrağın altında direnişlerini sürdürüyorlar. Dışarıda ise, protestoların ötesine geçip direniş sürecine girmek gerekiyor. Ki bu direniş süreci, devrim sürecinin bir bölümü olarak tarihe geçecek.
ÖO gazisi Muharrem Kurşun