“Direniş korosunun unutulmaz eseridir
Ulucanlar senfonisi.
Boş kovanlardan,
delik deşik edilmiş bedenlerden arta kalan
ve taze kan izlerinden başka,
yeni dillere aktarılan işte bu senfoniydi.
Göçüklerde can veren madencinin umutlarından,
gece vardiyalarında
rüya niyetine kurulan düşlerden,
ve yıkık kentlerin enkazından yükselen çığlıklardan esinlenilip,
kurşun seslerinin ritminde bestelenmiştir.”
Özelleştirme saldırılarından taşeronlaştırmaya, güvencesiz, esnek çalışma sisteminden mezarda emekliliğe kadar birçok saldırı yasası işçi ve emekçilerin yaşamını daha da köleleştirmek için uygulanmayı bekliyordu. Ancak önemli bir engel vardı. Sermaye sınıfının elinde kanlı bir oyuncağa dönüşen devlet aygıtının karşısında zindanlar, çözülmesi gereken önemli bir sorun olarak dimdik duruyordu. Yeri gelmiş avlularında darağaçları kurulmuş, yakılıp yıkılmış, yeri gelmiş özgür tutsakların volta attığı yerler kana bulanmıştı. 12 Eylül’ün faşist karanlığının bile teslim alamadığı, diz çöktüremediği zindanlar düzen için yok edilmesi gereken bir direniş mevzisiydi.
Ne pahasına olursa olsun zindanlar artık direnişin değil teslimiyetin sembolü yapılmalıydı. Daha önce defalarca denenen fakat yenilgiye uğrayan tabutluk saldırısı bu kez F Tipleri olarak gündemdeydi. Hücre saldırısını başlatmak için en uygun zaman bekleniyordu. Sermaye sınıfı ve onun hükümetleri, düzen partileri biliyordu ki ‘içerisini teslim almadan dışarısını teslim almak mümkün değildi.’ Fakat böylesine büyük bir saldırıya hazırlananlar bir başka tarihsel gerçekle karşı karşıyaydılar. Çünkü “kanla yazılan tarih silinmez” idi. Zindan duvarlarında kanla yazılan bir tarih vardı.
1999 Eylül’ünün 26’sına akan zamanda, adım adım hayata geçen bu temel gerçeklerdi. İki sınıf bir kez daha muharebenin en keskin mevzisinde çarpışacaktı. Bir tarafta bu çürümüş, kan içici, yoz, ahlaksız sömürü düzeninin temsilcisi olan sermaye sınıfı ve onun hizmetçileri, diğer tarafta sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız; kelimenin tam anlamıyla eşit ve adil bir düzen için savaşan komünist ve devrimciler… Bir kez daha eşit koşullarda yapılmayan bir savaş yaşanacaktı. Bu yıkılası düzeni korumak isteyenlerin ellerinde en modern silahlar vardı. Hücreleri çoktan çürümüş beyinlerde ise akla gelmeyecek işkence yöntemleri gizliydi. Direnişçiler ise güçlerini haklı davalarından ve insanlığın geleceğini temsil etme onurundan alıyorlardı. En güçlü ve onları en yenilmez kılan silahları da buydu.
Katliama gerekçe yaratmak için yeri geldiğinde hapishanelerde doluluk oranlarından dem vuranlar, komünist ve devrimci tutsakların bulunduğu koğuşa alabileceği sayıdan 3-4 kat fazla tutsağı atmışlardı. Koğuşta nefes almak bile imkânsız hale getirildikten sonra komünist devrimci tutsaklar çözüm olarak “koğuş işgali” gerçekleştirmişlerdi. Hapishane idaresine yönelik sorunu çözme çağrıları ise bilinçli olarak karşılıksız bırakılmıştı.
Geçmişte her kanlı katliamda özel bir rolü olan düzenin sol koltuk değneği bu kez de unutulmamıştı. 26 Eylül’de “emri ben verdim” diyen zat dönemin başbakanı Bülent Ecevit idi. Washington’da Beyaz Saray’da ikamet eden efendisine, 10 devrimcinin cansız bedenini görevini yapmış bir uşağın rahatlığıyla götürmüştü. Ecevit’in Ulucanlar Katliamı öncesinde söylediği ve hafızalara kazınan “İçeriye hakim olamadan dışarıya hakim olamayız!” sözü, düzen solunda halkçılığın ne anlama geldiğini gayet iyi özetliyordu.
10 devrimcinin (Habip, Ümit, İsmet, Aziz, Ahmet, Halil, Abuzer, Zafer, Önder, Mahir) ateşli silahlarla ve Ulucanlar Hapishanesi'nin hamamında akıl almaz işkencelerle katledilmesi nasıl bilinçli bir tercihse, katliam için seçilen Ulucanlar zindanı da tesadüf değildi. Yaklaşık bir yıl sonra gerçekleşecek 19-22 Aralık Katliamı’nın öncesinde Ulucanlar bilinçli seçilen bir hedefti. Hem sosyal yıkım saldırıları güvenceye alınmalı, emperyalist efendilere bu vesileyle güven verilmeli, hem de Habip ve Ümit gibi komünist-devrimci kadroların bulunduğu Ulucanlar zindanındaki direniş mevzisi ne pahasına olursa olsun yok edilmeliydi.
Katliamın sonrasında kayda alınan görüntüler, milletvekillerinden oluşan “inceleme” heyetinin bile izleyemediği bir vahşeti belgeliyordu. Bir önceki ay gerçekleşen ve on binlerce insanın ölümüne neden olan büyük depremde, emekçiler enkaz altında can çekişirken ortalıkta görünmeyen devlet, tüm insanlık düşmanlığıyla Ulucanlar’da boy gösteriyordu. Ancak tüm bu vahşete rağmen, Deniz’in, Hüseyin’in, Yusuf’un idamına sahne olan Ulucanlar, bir kez daha burçlarında insanlık onurunun dalgalandığı bir zindan oldu.
‘Diz çökerek yaşamaktansa direnerek ölmenin yeğ’ tutulduğu ve devlet tarafından sonradan göstermelik bir müze haline getirilen Ulucanlar; tarihe sadece avlusunda darağacının kurulduğu, birtakım tanınmış simaların yattığı, koğuşlarında katliamın olduğu, hamamında insanın kanını donduran işkencelerin yapıldığı bir zindan olarak geçmedi. Tarihe; yoldaşlarına gelen kurşuna kendilerini siper eden devrimcilerin, işkencehaneye dönen o hamamda direnişin kanla yazıldığı bir hapishane olarak kaydedildi. Şafağı ölümle karşılayanlar, kurşun yağmurları altında halaya durarak bu geleneği yarınlara devrettiler.
Ulucanlar zindanı yarınlarda bu bilinç ve öfkeyle hatırlanacaktır. Avlusundaki çınar ağacının gölgesinde kurulan darağacı ve barikatın arkasında gelecek güzel günler uğruna dövüşerek ölünen o koğuş asla unutulmayacaktır. Tarihin Ulucanlar sayfasında bu nedenle “kanla yazılan tarih silinmez” yazılıdır. Bu sayfada batan güneşi gören Ümit, sonraki sayfalarda yeniden doğacak güneşi muştulamaktadır. “Geceyle batmayan güneş”in “güneş batıyor, sizleri çok seviyorum” son sözü, ‘tarihin bir sonraki şanlı sayfasının onurunu size bırakıyorum’ mesajıdır.
Ulucanlar’dan bugüne yaşananlar ortadadır. Her sayfasında onurlu bir ayraç olan bu defter, yaşanmış tüm insanlık suçlarının hesabı sorulmadan asla kapanmayacaktır.