“Oysa karşı karşıya bulunduğumuz çürüyüp kokuşmuş, moral üstünlüğünü çoktan yitirmiş, toplumsal-siyasal meşruiyeti fazlasıyla tartışmalı, dünkü baş destekçileri için bile gelinen yerde soruna dönüşmüş, bütün bunların bir sonucu olarak kendi içinden de çatlama potansiyeli alabildiğine yüksek bir AKP gerçeğidir.” (“7 Haziran Seçimleri ve Siyasal Tablo”, Ekim, Sayı: 296, Nisan 2015)
Komünistler, sermaye sınıfının yürütücülüğünü 13 yıldır üstlenen ve son dönemde kendi iktidarını pekiştirme adımlarıyla bunu birleştiren ama diğer yandan da düzen açısından bir siyasi kriz dinamiğine dönüşen AKP’yi 7 Haziran seçimleri öncesinde bu şekilde tanımlamışlardı. Sermaye sınıflarının ve emperyalistlerin tercihleriyle birlikte siyasal kriz tablosunun değerlendirildiği bu metinde, şu anda bulunduğumuz döneme dairse şu temel öngörüde bulunuluyordu: “Fakat tüm bunların şimdiden kesin olan sonucu, halihazırdaki siyasal krizin yeni bir düzeyde ağırlaşmasından başka bir şey olmayacaktır.” (“7 Haziran Seçimleri ve Siyasal Tablo”, Ekim, Sayı: 296, Nisan 2015)
Bugünkü tabloda Tayyip Erdoğan’ın hegemonyasını koruma çabalarıyla birlikte daha da ağırlaşan bir siyasal krizin içerisinde bulunuyoruz. Bu tabloya dair ise düzen cephesinin gerçekleri çarpıtmaya dönük argümanları altında emekçiler 1 Kasım’da tekrarlanacak seçim aldatmacasına doğru sürükleniyor. Tayyip Erdoğan’ın etkisinin daha da arttığı AKP cephesinden “istikrar” için AKP’nin tek başına hükümet olması gerektiği, “düzensizliğin” kaynağının 7 Haziran’da ortaya çıkan tablo, yani onların tabiriyle “7 Haziran’ın milli iradesi” olduğu ifade ediliyor. Karşı cepheden ise bu düzensizliğin sorumlusunun Tayyip Erdoğan olduğu sesleri yükseltiliyor.
Her şeyden önce bu iki argüman da yanıltıcıdır. Dayandıkları temel öncelikle “parlamentarist” algıdır. Düzenin meclis tarafından yönetildiği ve atılan adımların da “seçilmek” için atıldığı görüntüsü altında gerçek işleyiş gizlenmektedir. AKP cephesine göre onlar tek başlarına hükümet kuracak çoğunluğu sağlayabilirlerse, bu düzeyde bir oy oranı yakalayabilirlerse, “istikrar” gelecektir. Sözde meclis bütün sorunları çözecektir. Oysa ki 13 yıldır tam da bu şekilde olmasına rağmen düzen, bu istikrarsızlığa ve siyasi krize doğru adım adım ilerlemiştir. AKP’nin kendisi savaş çığırtkanlığı yaparken, bir de “biz olmazsak böyle olur, biz gelelim istikrar sağlansın” argümanını kullanmak “kendi çıkarlarımız için her türlü kirli yönteme başvururuz” demektir. Fakat olaylar bu söylemle sınırlı bir şekilde açıklanacak kadar basit değildir.
AKP karşıtı cephe ise şunu iddia etmektedir: Tayyip Erdoğan yalnızca kendisi için, tekrar seçilip başkan olmak için bu saldırganlığa başvurmaktadır. Peki o zaman madem ki buna karşı çıkıyor herkes, niye “teröre karşı” yalanı altında birleştiniz? Niye bu aldatmacaya ortak oldunuz? Niye ABD ve AB “‘teröre karşı’ Türkiye’yi destekliyoruz” açıklamaları yaptı? Çünkü mesele sadece Tayyip Erdoğan’ın pervasızlığıyla açıklanabilecek kadar basit değildir. Kısacası bu “her şey “parlamento” için ve “parlamento” yoluyla çözülecek” algısı tam bir aldatmacadır. Aylardır, açık bir şekilde görülmektedir ki, meclise seçilenlerin hiçbir etkisinin olmadığı, hatta meclisin tatilde olduğu bir dönem, savaş ve saldırganlığın en çok öne çıktığı dönemdir. “Savaş tezkeresi” haricinde parlamento yoluyla çözülen hiçbir şey olmamıştır ki, bu da oldu-bitti ile geçirilebilirdi. E hani her şey parlamento yoluyla çözülüyordu! İşte bu çelişkili gibi gözüken durum aslında bize tam olarak düzenin işleyiş mantığını göstermektedir. Bu düzende esasta her şey sermaye için ve sermayenin kirli yöntemleriyle çözülmektedir, parlamento ise onun ahırıdır. Parlamento, düzenin işleyişinin aldatıcı bir yansıması olarak işler.
Her şey sermaye için!
Sermaye sınıfı, çıkarları gereği emekçi sınıfları sömürerek kârlarını daha da arttırmak hedefleri doğrultusunda “büyük ve güçlü Türkiye” hayallerini ortaya atmıştır. Bu doğrultuda stratejik müttefikleri uluslararası sermayedir. Bunlarla çıkar birliği içerisinde, hem Türkiye’de hem de başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın dört bir yanında politikalar yürütmektedir. “Komşularla sıfır sorun” politikası adı altında “diplomasi” yürütülmüş, fakat bölgedeki sermaye devletleriyle uyuşmayan çıkarlar belirginleştikçe her yerde çatışma içerisine girilmiştir. Bu savaş ve saldırganlık, Türk büyük burjuvazisinin “büyük ve güçlü Türkiye” hedeflerinin ve ABD-AB ile yürütülen stratejik işbirliğinin bir sonucudur. IŞİD vb. gerici çeteler bu işbirliği doğrultusunda desteklenmiş, “Esad’a karşı” diyerek Rus sermayesinin hegemonyası yerine ABD ve AB tekellerinin hegemonyası için emperyalist savaş politikaları yürütülmüştür. İşte bu tam da Türkiye’de ve bölgede emekçi sınıfları köleleştirme hedefinin bir sonucudur. Bu yüzden “büyük ve güçlü Türkiye”den emekçilerin hiçbir çıkarı yoktur ve bu yalnızca sermaye sınıfları ile emekçi sınıfların çıkarlarının bir olduğu aldatmacasını yaymak için kullanılan bir yalandır.
Türkiye’nin “büyümesi” ve sözde refahı, AKP’nin ötesinde, dünya ekonomisiyle benzer şekilde bütünleşen ülkelerin büyümesine paralel gerçekleşmiştir. Büyük emperyalist tekellerin başını çektiği sermaye sınıfı, kâr oranlarının daha yüksek olduğu Çin, Brezilya, Rusya, Hindistan, Güney Afrika, Türkiye vb. ülke piyasalarına yatırım yaparak, bu ülkelere sermaye ihracıyla kârlarını arttırmış, bu ülkelere yapılan yatırımlarla sermaye birikimi sürdürülmüş, bunun sonucu olarak da bu ülkelerde belli bir büyüme oranı sağlanmıştır.
Son dönemde ise tam da bu ülkelerde ciddi bir ekonomik durgunluk söz konusudur. Rusya kendi ürünlerine yönelik ambargoların da durumu ağırlaştırmasıyla kriz içerisindedir. Asya ülkeleri, Brezilya, Türkiye vb. de giderek bu krize doğru yol almaktadır. Bunda etken ise dünya çapında baş gösteren eğilimlerdir. Yani bu kriz, emperyalist kapitalizmin işleyişinin bir sonucudur. Dünya ticaretinde azalma, metal, petrol vb. Hammadde fiyatlarında düşüşler, üretim kapasitelerinin küçülmesi, yatırımların azalması ve dolardaki yükselişle beraber sermayenin bu ülkelerden kaçışı kriz eğilimini güçlendirmektedir.
İçinde bulunduğumuz dönemde artan bu kriz eğilimlerinin ve Türkiye’nin içinde bulunduğu Ortadoğu coğrafyası başta olmak üzere dünya çapında emperyalist rekabetin kızışmasının sonucu olarak sınıf mücadeleleri sertleşmektedir. Türkiye’yi savaş ve saldırganlığa iten süreç de Türkiye’nin emperyalizmle kurduğu bu ilişkinin dolaysız bir sonucudur. Bu ilişkiyi yürüten hükümet AKP ve onun gerici şefi Tayyip Erdoğan’ı bu ilişkiye sürükleyenler sermaye sınıfı ve emperyalist tekellerdir.
Bu sınıfların çıkarları için atılan adımlar, bu politikaların yürütücüsü olan AKP hükümetinin eline yüzüne bulaşmış, emekçiler kendilerini aldatmaya dönük söylemlerin gerçek yüzünü görmeye başlamış ve giderek yükselen mücadeleleri (Haziran Direnişi, Berkin, Soma, Özgecan eylemleri ve metal fırtına yalnızca bunların başlıcaları) öne çıkmıştır. Bütün bunlara paralel Kürt emekçilerinin bölgesel düzeyde elde ettiği kazanımlar da sermayenin “büyük ve güçlü Türkiye” hayallerine ket vurmuştur. Sermaye sınıfının çıkarlarına göbekten bağlı olan AKP’nin zayıflaması esas olarak bu hareketlerden kaynaklanmaktadır. Fakat diğer yandan sermayenin belli kesimlerinin ve emperyalistlerin çıkarlarıyla ters düşecek adımlar atan, Rusya ve İran’la ilişkiler geliştiren, Türkiye’de de emekçi sınıflara uyguladığı baskıları arttıran AKP ve onun şefi Tayyip Erdoğan, kendi çıkarları için açgözlülükle hareket ettiği oranda, sermaye sınıflarının güvenini kaybetmiştir. 7 Haziran sürecinde ve sonrasında sermaye sınıflarının yaklaşımları AKP’nin çöküş sürecine girdiğinin en açık göstergeleridir.
***
AKP’nin son çırpınışları:
Hem sermaye, hem AKP için!
AKP, bir yandan “büyük ve güçlü Türkiye”, diğer yandan da “büyük ve güçlü AKP” hayallerinin uyuştuğu, bu doğrultuda kendisine en güçlü meşruiyet zemini sağlayacak “terör” yalanı ile savaş ve saldırganlığı tırmandırmış, ırkçı-faşist çeteleri sokaklara salmıştır. Bu yola sözde karşı çıkan sermaye kesimleri ve onların sözcüsü CHP, MHP gibi siyasi partiler olsa da, bunlar esasta AKP’ye engel olacak hiçbir adım atmamışlar, buna engel olabilecekleri tüm sorumluluklarından kaçarak, bu politikaları fiilen desteklemişler, fakat görüntüde AKP’yi de yalnız bırakarak kendilerini kurtarma çabasına girişmişlerdir. Son atılan adımlarla AKP, sermaye sınıflarının ve emperyalist efendilerinin çıkarlarıyla uyuşabileceği bir tarzda düzenin siyasi krizini çözmeye çalışmaktadır.
“Büyük ve güçlü Türkiye” hayalleriyle uyuşacak şekilde, “milli birlik” söylemleri öne çıkarılmakta, sermaye örgütleri bu yönde açıklamalar yapmakta, hatta yandaş sendikalarıyla da el ele eylemler örgütlemektedir. Emperyalistler de bu politikalara destek açıklamaları yapmaktadır. Fakat bunları abartılı da görmemek gerekir. Nitekim ABD sözcüsü John Kirby’nin de dediği gibi “AKP alternatifsiz değildir”. Sermayenin diğer temsilcileri görüntüde kendilerini kurtarmış ve AKP’yi de kendi halinde çöküşe terk etmiştir. Burada dahi sermayenin ikiyüzlülüğü o kadar açıktır ki sermaye sınıfı, bir yandan AKP’yi son ana kadar kullanabilmenin, diğer yandan da onun alternatiflerini sözde muhalefet ekseninde tutarak kendi geleceklerini kurtarabilmenin yolunu yapmıştır.
Sermaye, krizi savaşla çözmeye çalışsa da son dönemde bölgede ve Türkiye’deki kriz dinamikleri daha da hissedilir hale gelmiştir. Bu dinamikler, dünya çapında artan silahlanma yarışı, körüklenen saldırganlık politikaları ve keskinleşen emperyalist rekabetle birlikte daha büyük savaşlara gebedir. Başından itibaren Türk burjuvazisinin çıkarları için “büyük ve güçlü Türkiye” hayaline uygun politikalar, “teröre karşı milli birlik” yalanıyla estirilen devlet terörü, Türkiye’deki emekçi sınıfları da bu savaştan en ağır yaraları almaya doğru sürüklemekte; sömürülen sınıfları birbirine karşı kışkırtarak savaşın kaynağı olan sermaye egemenliğini güvence altına almaya çalışmaktadır.
Bu politikaların işçilerin, emekçilerin ve sömürülen sınıfların sorunlarını çözme ihtimali yoktur. Sermaye sınıfı savaş politikalarıyla yalnızca kendi krizini çözmeye çalışmaktadır. Amaç yalnızca sermaye birikimini sürdürebilmek, kâr oranlarını tekrar yükseltebilmektir. Emekçiler sermayenin aldatmacalarına kanmamalı, “teröre karşı milli birlik”, “büyük ve güçlü Türkiye” yalanlarıyla yürütülen kirli savaşlara alet olmamalı; seçim aldatmacasına dur diyerek kendi çıkarları için kendi yöntemleriyle bu krizi çözme yolunu seçmelidir. Sermayenin sınıfı sömürdüğü üretim alanlarında, fabrikalarda, atölyelerde işçiler kardeşleşmeli ve hayatı durdurmalı: “Artık yeter! ‘Milli birlik’ yalanıyla yürüttüğünüz kirli savaşlara, bizleri oyaladığınız ‘seçim’ ve ‘çözüm’ aldatmacalarına biz kendi sınıflarımızla omuz omuza vererek savaş açıyoruz” demelidir.