Erdoğan ve AKP’sinin zayıf karnı olan 17-25 Aralık’ta ortaya saçılan rüşvet ve yolsuzluklarla ilgili dosyalar bir türlü peşlerini bırakmıyor. Reza Zarrab (Rıza Sarraf) ve Halkbank Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla’yı tutuklayan ABD, en son eski Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan için de tutuklama kararı aldı. İran’a uygulanan yaptırımları ihlal, ABD bankacılık sistemine karşı dolandırıcılık, para aklama gibi suçlamalarla ABD’de tutuklu yargılanan Reza Zarrab’ın davasına “yasak işlem ve rüşvet” suçlamasıyla sanık olarak eklenen Zafer Çağlayan ve eski Halk Bankası Genel Müdürü Süleyman Aslan ile Genel Müdür Yardımcısı Levent Balkan için resmi tutuklama emri verildi. Böylece söz konusu davada sanık sayısı, ikisi tutuklu olmak üzere 9 kişiye çıktı.
Dosyada sanık isimleri yanında “ve diğer hükümet yetkilileri” ifadesinin geçmesi işin daha da boyutlanacağını gösteriyor. Zira davanın hakimi, davaya Çağlayan’ın da dahil edilmesiyle “dosyanın seyrinin değiştiğini”, söz konusu iddianame ile bir devlet kuruluşu olan Halk Bankası’nın “kurum olarak öne çıktığını” ifade ediyor. Dava dosyasında, görseller ve Türkiye’de AKP’lilerin oylarıyla yakılması kararı alınan tapelerin de yer aldığı 400 sayfalık 17 Aralık fezlekesi yer alıyor. Türkiye’de kapatılan ve yayın yasağı getirilen bu dosyanın elektronik olarak Amerikan Federal Adalet Sistemi’nde ve kamuya açık halde bulunması, haliyle Erdoğan ve AKP’lilerde ciddi kaygılara neden oluyor.
Türkiye’de aklanan, ödüllerle mükafatlandırılan, haklarında takipsizlik kararı verilen bu isimlerin tutuklanmasını Erdoğan, “Türkiye’ye yönelik atılan bir adım” olarak niteledi. Zira artık kendilerine yönelik her türden eleştiriyi Türkiye’ye/millete yönelik olarak kodlamayı bir tarz haline getirdiler. “Bu işlerin arkasından çok pis kokular geliyor. Rıza Sarraf olayı da öyledir, Halk Bankası Müdürümüzle ilgili konu da öyledir” diyerek konunun siyasi olduğunu belirten Erdoğan’ın konuşmasıyla birlikte diğer AKP’liler ve yandaş medya hemen savunma amaçlı saldırıya geçti.
İlk çıkışı, Reza Zarrab’a “ihracat ödülü” verenlerden biri olan Nihat Zeybekçi yaptı. Çağlayan’a sahip çıkarak, onun “Türkiye’nin çıkarlarının aleyhine bir şey yapmadığı”nı savundu. Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bekir Bozdağ ise “Sayın Bakan (Zafer Çağlayan), Türkiye Cumhuriyeti devletinin çıkarlarını korumuştur. Bunu yaparken de hem Türkiye’mizin hem de uluslararası hukukun yasalarına uygun bir şekilde görevini yapmıştır. Burada çok farklı bir şey var, bunu hep beraber takip ediyoruz ve kirli bir oyunun bir parçası bu. Ortada delil yok, onun üzerinden giden bir hadise var” dedi.
Yandaş basının savunması da içlerine düştükleri panik halini gösterdi. Türkiye’de özellikle OHAL ilanından bu yana artan hukuksuzluklarla birlikte düşünüldüğünde hayli komik kaçan bir gerekçeyle; “dinleme kayıtlarından hareketle bu davanın açıldığını, bunun da hukuki olmadığını” savundu. Çoğu bunun Türkiye’ye yapılmış bir saldırı ve aynı zamanda şantaj olduğunu yazdı. Kimisi Erdoğan’ın yurt dışına çıkmamasını öğütledi vb. Özetle bir panik-kaygı havasıyla ağız birliği sürdü.
İddianamede yer alan bilgiler dinci-gerici iktidarın nasıl bir batak içinde yaşadığını, düzenlerini hangi yollarla sürdürdüklerini özetliyor. Zafer Çağlayan iddianamede ABD’nin İran’a karşı uyguladığı “ambargoyu delmek için kurulan şebekenin elemanı” olarak gösteriliyor. Çağlayan’a, “İran ambargosunu delmek için ABD yönetimi yetkililerine yalan söyleme, milyonlarca dolarlık yasadışı işlemlerle bağlantılı fonları aklama; bu işlemlerin asıl niteliğini gizleyerek çeşitli finansal kurumları aldatma” suçlamaları yöneltildi. Çağlayan’ın, “ambargoyu delme planının gelirlerinden nakit ve mücevher olarak on milyonlarca dolarlık rüşvet aldığı, öteki sanıkların bu planı uygulamak için attığı adımları onayladığı ve bilinçli olarak planı koruduğu” savunuldu.
Oysa 2012 yılında Amerika’nın İran’a yaptırımları konusunda Çağlayan; “Amerika’nın yaptırımları, Amerika’nın kendisini bağlar. Bizim çok taraflı uluslararası anlaşmalarımız var. Bizim taraf olduğumuz bu anlaşmalar bizi bağlar. AB’nin yapmış olduğu açıklamalar bizi bağlamaz. Çünkü AB üyesi değiliz” demişti. Ancak Zarrab Davası başladığından beri ABD’ye gidememesi de bu efelenmelere kendisinin de inanmadığını gösteriyor.
Erdoğan ve AKP’liler “adli yargıda başarısız darbe girişimi” olarak kodladıkları 17-25 Aralık dosyasındaki rüşvet ve yolsuzluklarla ilgili kişileri aklayarak, tartışmalara yayın yasağı getirerek ve delilleri ortadan kaldırarak konuyu kapattıklarını düşünürken pislikleri yine karşılarına çıktı. Bu tablo, Erdoğan ve AKP’sinin kaygılarını giderek daha da arttıracaktır. Zira rüşvet ve yolsuzluk batağında hep birlikte nemalanırken, işler kötüye gidince kime güvenecekleri belli olmadığı için, şu an hep bir ağızdan savunmadalar. Zira çorap söküğü misali işin kendilerine de ulaşacağını gayet iyi bildiklerinden, başka fire vermek istemiyorlar.
Bunu daha Yüce Divan tartışmaları gündemdeyken görmüştük. O zamanlar Ankara kulislerinde Zafer Çağlayan’ın Erdoğan’la görüşerek, “Gideceksek hep beraber gideriz. Peşimizden Bilal de gelir” dediğinin konuşulduğu unutulmuş değildir. Benzer bir çıkışı ismi dosyada geçen bakanlardan olan Erdoğan Bayraktar yapmıştı. Bayraktar 17 Aralık operasyonunun ardından, “suçlandığı işlemlerin büyük bölümünü dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın onayıyla yaptığını, kendisiyle birlikte Erdoğan’ın da istifa etmesi gerektiğini” söylemişti.
Şimdilik Erdoğan, Zarrab davasına Zafer Çağlayan’ın da dahil edilmesini Türkiye’ye yönelik bir saldırı olarak kodladı ve ardından Trump ile telefonda da görüştü. Zaten daha önceki görüşme konularından biri de yine Zarrab davasıydı. Bunun önemli bir “dış politika konusu” haline gelmesi, Erdoğan’ın meseleyi ne denli ciddiye aldığını da gösteriyordu. ABD ile ortada ne tür kirli pazarlıklar döndüğü henüz kamunun bilgisi dışındadır. 17-25 Aralık operasyonuna din bezirganları koalisyonundakilerin beraber yüzdükleri düzen bataklığındaki iç iktidar çatışmaları yol açmıştı. Şimdi o dosyalar daha farklı yönden ama aynı minvalde ortaya çıkıyor.
Erdoğan “haklıdır”; çok pis kokular gelmektedir. Yolsuzluk ve rüşvet içinde iş gören Erdoğan ve AKP’si gerçeği bir kez daha ifşa olmuştur. Sömürü, rüşvet ve yolsuzluklar düzenine karşı mücadelenin aciliyeti bir kez daha ortaya çıkmıştır. Gerçek bir hesap sorma ise işçi ve emekçilerin mücadelesiyle gerçekleşecektir.