Sermayenin diktatörüne de,
diktatörlüğüne de HAYIR!
1- Türkiye’nin gündeminde halen görünüm yönünden kısmi bir anayasa değişikliği olarak sunulan bir referandum sorunu var. Partimiz ülkeyi bu sorunla yüzyüze bırakan sürece ilişkin olarak bir süre önce şu değerlendirmeyi yapmıştı:
“15 Temmuz darbe girişimini bulunmaz bir fırsat olarak değerlendiren AKP, halihazırda toplumun üzerine dayanılmaz bir ağırlık olarak çökmüş durumda. Artık saldırgan icraatlarının ne haddi hesabı, ne de ölçüsü ve kuralı var. Olağanüstü Hal ortamında ve Kanun Hükmünde Kararnamelerle ülkeyi yönetmesi ona bu olanağı sağlamış bulunuyor. Kendisini bağlayan hiçbir anayasal ve yasal kural ya da kaide yok. Başta parlamento olmak üzere kendisini denetleyen ve dolayısıyla sınırlayabilen herhangi bir yasal güç ya da kurum da yok. İcraatlarını ve davranışlarını, dümenini bizzat tuttuğu devlet düzeninin yasa ve kurallarına göre değil, fakat toplum yaşamındaki gerçek güç ilişkilerine göre ayarlıyor. Devlet iktidarına hakim konumu üzerinden elinde önemli bir güç birikimi bulunduğu ve özellikle darbe girişimi sonrasında yaratmayı başardığı özel ortamda kendini çok daha güçlü hissettiği için de günden güne daha çok pervasızlaşıyor.
“15 Temmuz darbe girişimini kendi gerçek darbesi için bir dayanağa çeviren dinci faşist iktidar, şimdilerde geleneksel faşist partinin yönetiminden de aldığı beklenmeyen destekle yeni bir hamle peşinde. Gündeme getirdiği anayasa değişikliği ile kayıtsız şartsız bir tek adam diktatörlüğüne geçişi hedefliyor. 15 Temmuz’dan beri zaten kendi düzeninin inşasına geçen AKP, MHP yönetiminin desteği ile gündeme getirdiği bu yeni girişimle, bugüne kadarki tüm kazanımlarına anayasal bir çerçeve, dolayısıyla kendince hukuksal bir güvence kazandırmaya çalışıyor.
“Bu gelişmelerin ışığında bakıldığında, 15 Temmuz darbe girişiminin rejim krizinde gerçek bir dönüm noktası olduğu daha iyi anlaşılıyor. AKP, darbe girişimi öncesinde ve tam da Fetullahçı çete sayesinde, rejimi eski biçimiyle yıkmayı başarmıştı. Ama hala da kendi yeni rejimini kuracak gücü kendinde bulamıyordu. 15 Temmuz, yani bir kez daha bizzat Fetullahçı çete ve kuşkusuz bu kez tersinden, ona bu olanağı sağlamış oldu. Dinci faşist bir darbe girişimi, buna girişenlerin düne kadarki ortağı ve ruh ikizi olan AKP’nin elinde, dinci faşist bir rejimi nihayet kurup dayatmanın bulunmaz bir olanağına dönüştü.” (Sermaye Düzeninin Zor Dönemeci ve Devrimci Sınıf Çizgisi, Ekim, Sayı: 305, Ocak 2017)
2- Bu değerlendirme gündemdeki referandumun gerçek anlamını ve amacını açıklıkla ortaya koymaktadır. Karşı karşıya bulunduğumuz, basitçe bir kısmi anayasa değişikliği, bu çerçevede bir hukuksal düzenleme sorunu değildir. Karşı karşıya bulunduğumuz, AKP’nin dinci faşist bir tek adam diktatörlüğü kurmak doğrultusundaki yöneliminde temel önemde yeni bir halka ve dolayısıyla tümüyle siyasal bir sorundur. Bu, sonuçları işçi sınıfı, emekçiler ve tüm ezilenler için ağır ve ezici olacak bir yeni siyasal saldırı girişimidir. Hukuksal ölçü ve normları hiçbir zaman umursamayan, ihtiyaç duyduğu her durumda onları çiğneyen ya da basitçe yok sayan dinci faşist gericilik odağı, fakat öte yandan, her yeni adımına ya da saldırısına olanaklı olduğu her durumda hukuksal bir meşruiyet desteği sağlamayı da önemsemiş ve bundan da en iyi biçimde yararlanmıştır.
3- Partimizin sözü edilen Ocak 2017 tarihli değerlendirmesi, referandum sorunu çerçevesinde şu tespiti de içermekteydi: “Gündemdeki anayasa değişikliği gerçekte devlet düzenini, onun ilkeler adına dayandığı temel varsayımları, dolayısıyla tüm yapı ve işleyişini, anayasal ve kurumsal yönden baştan aşağı yeniden düzenlemeyi hedefliyor. Bu, içi çoktan boşaltılmış, temel kurumlarıyla zaten felç edilip işlevsizleştirilmiş eski cumhuriyet rejiminin artık biçimsel yönden de tasfiyesi demektir. Fakat bu türden köklü bir rejim değişikliği, alışıla geldiği gibi emperyalizmin ve egemen sınıfın genel ya da ağırlıklı bir mutabakatıyla değil, yalnızca dinci-faşist siyasal blokun kendi özel tercihiyle yapılmaktadır…”
Egemen sınıfın kendi iç ilişkileri yönünden bunun bir sorun alanı oluşturduğu bir gerçektir. Batılı emperyalistlerin kendilerine uzun yıllar boyunca sorunsuz ve kusursuz olarak hizmet etmiş bulunan Tayyip Erdoğan’ı son yıllarda artık belli bir hoşnutsuzlukla karşıladıkları ve onlarla köklü bağlara sahip TÜSİAD eksenli büyük sermaye çevrelerinin onun nihai amaç ve hedeflerinden belli bir huzursuzluk duydukları da bir gerçektir. Ama buna rağmen onun referandum üzerinden gündeme getirdiği yeni adımları bugün için yalnızca izlemekle yetindikleri de bir başka gerçektir. Onlar için sorun hiç de iktidar gücünün tek elde toplanarak merkezileştirilip yoğunlaştırılması, böylece sömürü düzeninin işleyişinin hızlandırılıp kolaylaştırılması değildir. Onlar için sorun, bunun dengesiz ve dolayısıyla artık güvenilmez olan bir liderlik altında ve dahası bu denli kaba saba biçimler içinde yapılmasıdır. Fakat bundan duydukları kaygı ne olursa olsun onlar halen bir taraf olmaktan açıkça kaçınmakta, 7 Haziran sonrasından beri olup bitenleri yalnızca izlemekle yetinmektedirler.
Emperyalistler, hele de yeni yönetimiyle ABD, fazlasıyla rahattır; zira içerde olduğu kadar uluslararası planda da büyük sıkışıklıklar içindeki Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarının kendilerine belirgin biçimde yaltaklandıklarını, ilişkileri onararak açık desteklerini yeniden kazanmak istediklerini görüyorlar. Bu yönelimin kendisi işbirlikçi büyük burjuvazinin belli bir huzursuzluk taşıyan kesimleri için de dolaysız bir güvencedir.
Öte yandan, dinci faşist hareketin anayasa değişikliği ve referandum üzerinden gündeme getirdiği bu kapsamlı saldırı başarıya ulaşırsa eğer, konumunu güçlendirmiş ve özgüvenini tazelemiş bir Tayyip Erdoğan AKP’si emperyalistlerle, İstanbul Borsası’nın müdavimi uluslararası finans çevreleriyle ve elbette büyük burjuvazinin tüm kesimleriyle yeni bir dengede normal ilişkilerini yeniden kurmakta çok da zorlanmayacaktır. Onların daha şimdiden güçlü, hızlı ve engelsiz işleyen devlet yönetimi, bunun ürünü olacak “siyasal istikrar” vaadi üzerinden ilgili çevrelere verdiği mesaj da zaten bu yöndedir. Muhatapları da bu mesajı alıyorlar ve yineliyoruz, taşıdıkları bazı kaygılara rağmen gelişmeleri halen yalnızca izlemekle yetiniyorlar.
Kısaca şunu da ekleyelim: 7 Haziran öncesinde ucuz ve risksiz hesaplarla Tayyip Erdoğan’ı denetim altına almayı ummuş ve seçim sonuçlarının ardından bir an için bunu başardıklarını da sanmışlardı. Bu hesapların kolayca boşa çıkarılmış olması gerçeği ile 15 Temmuz darbe girişiminin Tayyip Erdoğan’a ve partisine sağladığı özel güç ve imkanlar karşısında artık fazlasıyla dikkatli ve ihtiyatlı davranıyorlar.
4- Bu son derece özgün durum toplumsal düzeyde son derece özgün bir kutuplaşma yaratmış bulunmaktadır. Uzun yılları bulan rejim krizinin seyri içinde yeni bir hamle olarak gündeme gelen ve anayasa referandumunda somutlaşan siyasal sorunda gerçek taraflar artık egemen sınıfın farklı klikleri değildir. Daha şimdiden açıklıkla görülebildiği gibi, bir yanda Tayyip Erdoğan liderliğindeki dinci-faşist iktidar kliği, öte yanda ezici ağırlığını toplumun ilerici, yurtsever, laik ve cumhuriyetçi kesimlerinin oluşturduğu toplumsal katmanlar vardır.
Bu, bu şekliyle politik-kültürel bilince ve tercihe dayalı politik bir kutuplaşmadır. Bundan dolayı da farklı sınıf ve katmanları dikey olarak kesmesi tümüyle anlaşılır bir olgudur. Bu aynı olgu, yeni saldırıya direnen farklı sınıf ve tabakalardan toplum kesimlerinin aldığı tutumun içeriğini ve sınırlarını da doğal olarak farklılaştırmaktadır. (Nitekim yakın dönem Türkiye tarihinin en büyük toplumsal sarsıntısı sayılan Haziran Direnişi’nde de bu böyleydi.)
Referandum sorunu üzerinden bu türden bir kutuplaşma halen nesnel bir siyasal olgu olarak gözler önündedir. Fakat bu, referandum üzerinden gündeme getirilen büyük saldırının işçi sınıfı ve emekçiler için sınıfsal-siyasal anlamını ve sonuçlarını hiçbir biçimde karartmamalıdır. Halen karşı karşıya bulunduğumuz kesin ve tartışmasız gerçek şudur:
Dinci faşist hareketin 15 Temmuz’la birlikte kurmaya yöneldiği ve referandumla da taçlandırmak istediği yeni siyasal düzen, işçi sınıfı ve emekçiler için dizginsiz, engelsiz, kuralsız ve keyfi bir yönetim anlamına gelmektedir. Hedeflenen, toplumu süreklileşen OHAL koşullarında KHK’larla keyfi ve kuralsız biçimde yönetmek olduğuna göre, bunun ağırlığını ve acısını herkesten çok işçiler ve emekçiler çekeceklerdir. Bu, kuralsız ve keyfi bir sömürü cehennemi demektir. Dinci faşist kliğin tüm kesimleriyle işbirlikçi büyük burjuvaziye en büyük vaadi de budur. Tayyip Erdoğan “başkanlık sistemi” biçimi içinde işçi sınıfı ve emekçiler karşısında sermayenin “demir yumruğu” olmaya soyunmaktadır. Ve zaten işin bu yönünü, AKP propagandası sermaye çevrelerine yönelik olarak incelikli bir biçimde işlemektedir de. Fakat yazık ki halen önplana çıkan ideolojik-kültürel değerler çatışması görünümü üzerinden üstü kolayca örtülebilen en katı gerçek de budur.
5- Bu temel önemde gerçek sınıf devrimcilerinin referandumdaki tutumlarına da açıklık getirmektedir. AKP-MHP eksenli dinci faşist gericilik odağının bu yeni saldırısının ağır toplumsal-siyasal sonuçları herkesten çok işçi sınıfını ve emekçileri ilgilendirdiğine göre, yapılması gereken bunu her yolla emekçilere, özellikle de işçilere açıklamak, onları bu kapsamlı saldırıya karşı her yolla mücadeleye çağırmak ve çekmek, elbette bunu referandum sandığında da hayır deme çağrısıyla birleştirmektir.
Sınıf devrimcilerinin esas çabası, konum ve yönelimlerinin doğası gereği, öncelikle işçilere yönelik olacaktır. Geniş işçi kitlelerinin dinsel ve milliyetçi önyargılarla sersemletildiği gerçeği düşünüldüğünde bunun önemi yeterince açıktır. Bu çerçevede onlara yeni saldırının gerçek sınıfsal anlamını çok yönlü biçimde açıklamak, böylece ayrışma ve kutuplaşmanın gerçek sınıfsal karakterini önplana çıkarmak apayrı bir önem taşımaktadır.
Fakat bu hiçbir biçimde aynı saldırının öteki toplumsal katmanların çıkarları, duyarlılıkları ya da öncelikleri için taşıdığı önemi küçümsemek, hele de görmezlikten gelmek demek değildir. Dinci-faşist odağın saldırısı toplumun tüm ezilen katmanlarını ve ilerici kesimlerini, öncelikle de kadınları, Alevileri, Kürtleri, yanı sıra öteki etnik ve dinsel azınlıkları, bu arada Kemalist cumhuriyetin tarihsel-kültürel mirası, laiklik, yaşam tarzı, düşünsel ve bilimsel özgürlük vb. konularda duyarlı modern ara katmanları yakından ilgilendirmektedir. Bu çerçevede halihazırdaki politizasyon, gerilim ve kutuplaşmada bu kesimlerin özellikle öne çıkması şaşırtıcı değildir. Zira saldırının içeriği ve amaçları bu kesimler ya da katmanlar için daha görünür durumdadır ve onların hiç değilse belirli kesimleri ideolojik ve kültürel açıdan bu gerçeği algılamakta ve hızla tepki vermekte çok daha elverişli bir konumdadırlar.
Denilebilir ki bu açıdan halen en zayıf durumda olanlar yazık ki işçilerdir. Sorunun sınıfsal anlamını ve önemini önplana çıkarmak ve bunu her yolla işçilerin gündemine sokmak bu nedenle fazlasıyla önemli ve önceliklidir. Sınıf devrimcileri, devrim umudunu işçi sınıfına bağlamış tüm devrimciler, öncelikle bunu yapmalı, ama tüm öteki kesim ve katmanların bu saldırı karşısında özellikle kendini gösteren ilerici duyarlılıklarını da her açıdan önemsemeli ve desteklemelidirler. Bunun onların konumuna, hele de yedeğine düşmekle yakından uzaktan bir alakası yoktur. Bu, nesnel toplumsal konumu ve kapasitesiyle toplumsal mücadelenin ve devrimin öncüsü olan işçi sınıfının bilinçli temsilcileri olarak komünistlerin vazgeçilmez sorumluluğudur. İşçi sınıfının tarihsel-stratejik çıkar ve hedeflerinin bilinçli temsilcisi olmak ve bunu onun günlük çıkar ve ihtiyaçlarının başarıyla savunulması ile birleştirmek onların görevidir. Sınıf devrimcileri olarak komünistler, sınıf dışı kesim ve katmanlardan gelen ilerici tutum ve duyarlılıkları önemseme çabasını devrimci bir sınıf ekseni geliştirmek stratejik çabasına bağlamayı başarabildikleri sürece, kendi bağımsız konum ve yönelimlerini de aynı başarıyla korumuş ve güçlendirmiş olacaklardır.
6- Halen toplumda referandum süreci üzerinden oluşmuş siyasal saflaşma ve kutuplaşmanın son derece karmaşık ve alabildiğine heterojen bir yapısı var. Tabloya bakıldığında görülen basitçe dinci-faşist bir güç odağı ile onun karşısında konum ve tercihlerinin doğası gereği saf tutmuş her türden ilerici, solcu ya da devrimci akımlar topluluğu değildir. Tablo çok daha karmaşık ve bundan dolayı da bir ölçüde kafa karıştırıcıdır. Saldırıyı gündeme getiren gerici ittifakın konumu ve dolayısıyla safı yeterince nettir. Fakat aynı şey karşıtları için geçerli değildir. Bu kesim ilerici-devrimci güçlerden düzen partisi CHP’ye, şoven milliyetçi ve Erdoğan yardakçısı Vatan Partisi’ne, MHP muhalefetine, dinci gericilik odaklarından SP’ye, hatta bazı tarikat ve cemaatlere kadar uzanmaktadır.
İlk bakışta pek garip görünen bu bileşim yine de çok anlaşılmaz değildir. CHP’nin konum ve tutumunu anlamak özel bir güçlük taşımıyor. CHP’nin kurulu düzen içindeki temel misyonu, toplumdaki ilerici-sol birikimin temsilcisi ve toplumsal muhalefetin sözcüsü görünmek, böylece onu sermaye düzeni adına denetim altında tutmaktır. Bu çerçevede gündemdeki sorun karşısında aldığı tutum da bu konum ve misyonu ile doğası gereği uyumludur. Anlaşılması daha güç görünen, kendileri de dinci-faşist bir tarihsel siyasal gelenekten gelen güç ve çevrelerin tutumudur. Bunun her birine göre daha farklı olabilen çeşitli nedenlerinden sözedilebilir. Fakat tümü için geçerli ortak neden, yaratılmak istenen yeni siyasal rejimin, bu oluşumların siyasal varlık nedenlerini ortadan kaldıracak olmasıdır. Zira tek adam eksenli diktatörlük rejiminin kaçınılmaz bir sonucu olacaktır bu. Dolayısıyla özellikle kendi çıkar ve kaygılarını yaratılmak istenen yeni düzenle bağdaştırmakta güçlük çekenler ya da bu olanağı bulamayanlar, bu nedenle de kendi varlıklarını sürdürmek, kendine özgü amaçlarını ve dolayısıyla çıkarlarında korumak isteyenler, bunun mantıksal bir sonucu olarak atılmak istenen adıma itiraz etmektedirler.
7- Devrimci siyasal yaşam soluksuz ve kesintisiz bir siyasal çalışma ve mücadele sürecidir. Bu mücadele bugün bizzat dinci faşist gericilik tarafından gündeme getirilen yeni saldırının özel koşulları içinde sürmektedir. Değişmez amaç, her zaman olduğu gibi somut siyasal sürecin ortaya çıkardığı sorunlardan hareketle ve onun sunduğu fırsat ve olanaklardan yararlanarak işçi ve emekçi kitleleri uyarmak, aydınlatmak, birleştirmek, örgütlemek ve fiili mücadeleye yöneltmektir. Bu mücadele içerisinde kitlelerin bilincini, birliğini ve örgütlenmesini daha da geliştirmektir.
Halen yeni saldırı karşısında işçi sınıfı ve emekçi katmanların ilerici kesimleri ile Kürt ve Alevi kitlelerinin geniş kesimlerinde büyük bir duyarlılık var. Bu duyarlılığı her yolla güçlendirerek, birleştirip örgütleyerek, toplumsal atmosferi etkileyecek bir düzeye çıkarmak, sonuçları referandum sandığına da yansıyacak bir politik başarıya ulaştırmak, böylece de devlet iktidarını elinde tutan dinci faşist gericiliği bu yeni hamlesi üzerinden çelmelemeyi başarmak, tüm ilerici, devrimci ve yurtsever güçlerin temel önemde güncel sorumluluğudur. Bu türden bir politik ve moral başarı mücadelenin sonraki dönemi için büyük önem taşıyan olanaklar ve fırsatlar yaratacaktır.
Kuşkusuz saldırıyı gündeme getirenler de bu gerçeğin bilincindedir ve daha şimdiden bu türden bir ihtimale karşı da kendi cephelerinden gerekli hazırlığı yapmaktadırlar. Tüm belirtiler bunu açıklıkla göstermekle kalmamakta, bu zaman zaman pervasız bazı beyanlarla açığa da vurulmaktadır. Tersinden tüm ilerici ve devrimci güçler de politik ve moral hazırlığını buna göre yapmalı, referandumun sonucu ne olursa olsun mücadeleyi 16 Nisan’dan hemen sonrasına taşımaya bugünden hazırlanmalıdırlar. Yine de, OHAL ile belirlenen koşulların alabildiğine elverişsizliğine, toplumu etkileme güç ve olanaklarının kıyas kabul etmez eşitsizliğine rağmen, dinci faşist gericilik odağını referandum sandığı üzerinden de darbelemenin bu yeni dönem mücadelesine kazandıracağı politik ve moral imkanların bilinciyle hareket etmek, anlamını, önemini ve sonuçlarını gözden kaçıramayacağımız bir büyük sorumluluktur.
Samimi bazı devrimciler OHAL koşullarındaki bir referandumun meşruiyetini haklı olarak sorgulamaktadırlar. Fakat burada sözkonusu olan, biçimsel ya da hukuksal bir meşruiyet sorunu değil, dişe diş bir siyasal mücadeledir. Bu mücadeleyi her yolla ve her alanda sürdürmekle yükümlüyüz. Gayrı meşruluğunu ilan edip fiili mücadele ile engelleyemediğimiz sürece, aynı mücadeleyi referandum sandığı üzerinden de sürdürmek zorundayız. Teorinin ve tarihsel deneyimlerin bize öğrettiği de budur.
Sermayenin diktatörüne de, diktatörlüğüne de HAYIR!
Yaşasın sosyalist işçi-emekçi cumhuriyeti!
Türkiye Komünist İşçi Partisi
15 Şubat 2017
www.tkip.org