Hiçbir saldırı olmasa dahi tecrit, insanın ruh ve beden bütünlüğüne zarar veren bir uygulamadır. Bilimsel olarak tartışmasız bir olgudur bu. Şüphesiz bu kadarı, tecrit saldırısının siyasal niteliğinden koparılarak ele alınması sınırlarında bir saptamadır. Oysa tecrit tutsaklar şahsında devrime/devrimcilere yönelik bir saldırıdır da.
Bu saldırıya karşı tutsakların duruşu ise tecrit edilen bir insanın kendi iç dünyasına kapanarak yok olması değil, 18 yılda defalarca kanıtlanan ölümüne direniş biçimindedir.
Sermaye devleti 19 Aralık 2000’deki saldırısıyla F tipi hücre hapishanelerini açarak tutsakları teslim almayı amaçlıyordu. Tutsaklar gerek 19 Aralık’ta, gerekse sonrasındaki direnişleriyle asla teslim olmayacaklarını gösterdiler. Dahası devrimci tutsaklar bu tutumlarıyla bugüne kadar hücre hapishanelerinde, tecrit koşullarında ayakta kalınabileceğini de ispatladılar.
Sermaye devleti hâlâ tutsakları teslim almaya çalışıyor. Özellikle sermaye devletinin dümenine kurulan AKP iktidarı OHAL sürecinde ve sonrasında hapishanelerde saldırılarını yoğunlaştırdı. Buna karşı tutsaklar yaptırımları ve dayatmaları kabul etmeyerek direniyor.
Van Hapishanesi’nde ölüm orucu direnişi
Van F Tipi Hapishanesi’nde Kadir Karabak ve Naci Yıldırım isimli iki tutsak artan saldırıların yanı sıra havalandırmaların üstü tel kafesle kapatılmaya başlandıktan sonra, 17 Eylül 2018’de kısa sürede ölüm orucuna dönüştürdükleri açlık grevine başladılar. Karabak ve Yıldırım son derece insani talepler ileri sürdüler:
- Koğuş havalandırmalarının, diğer adıyla avluların üzerindeki tel örgülerinin derhal kaldırılması ve insani olmayan kafes mantığına son verilmesi,
- Her gün sabah ve akşam saatlerinde koğuşların arama adı altında dağıtılmasına son verilmesi,
- Yasal ve bandrollü olmasına rağmen kendilerine verilmeyen kitapların ve günlük gazetelere erişimin sağlanması,
-Herhangi ideolojik ve yasaklı bir içerik olmamasına karşın alınan ve gönderilen mektupların engellenmemesi.
Tutsaklar insanlık dışı saldırı karşısında bu insani taleplerle direndiler ve teslim olmayacaklarını net olarak gösterdiler. Eylemin 127. gününde talepleri kabul edildi ve ölüm orucu eylemi bitirildi.
Keyfi dayatmaları kabullenmemek ölümüne bir direniş kararlılığı gerektiriyor
Hapishanelerdeki direniş yalnızca ölüm orucu eyleminden ibaret değil şüphesiz. Ölüm orucu, ölümün açık bir şekilde göze alındığı direniş biçimidir. Hapishanelerde ölüm orucu dışında da sayısız biçimde direnişler yaşanıyor. Ki günümüzde hapishanelerde her direniş ölümü göze almayı gerektirir bir niteliğe bürünmüş bulunuyor.
Örneğin Elazığ Hapishanesi’nde askeri nizamda ayakta sayım dayatmasını kabul etmeyen tutsaklara fiziki işkenceye varan saldırılar gerçekleşti. Saldırı sonrasında tutsakların bazılarının sırtında tahta sandalyelerin kırılmasına dek varan bir şiddet uygulandığı belirtildi.
Öte yandan sürgün sonrası tutsaklar sürgün edildikleri hapishanelerde “çıplak arama” dayatmasıyla karşılaşıyor. Bu dayatmayı kabul etmeyen tutsaklar fiziki saldırıya uğruyor.
Saldırılar artık gizlenmiyor da. Sermaye devleti hiçbir zaman “Evet, saldırıyoruz” demiyor elbette. Fakat gelinen aşamada saldırılar tutsak yakınları ve avukatlarının yanında gerçekleşiyor.
Bununla da bitmiyor. Tutsakların tedavi hakkı da engelleniyor ya da açıktan gasp ediliyor. Tek kişilik ringle götürme, kelepçeli muayene gibi dayatmalarla, tedavi bir yana, muayene olma hakkı gasp ediliyor. Kanser hastası bir tutsağın bu dayatmaları kabul etmemesi, muayene dahi olamamak anlamına geliyor, ki bu açıktan ölümü göze alarak direniş demek oluyor.
Bu tabloda ölüm orucu da dahil bütün bu direnişleri “Teslim olmamak!” başlığı altında özetlemek yanlış olmayacaktır.
Saldırıları sonlandırmak için, direnen tutsakların sesi olmak gerekiyor
Tutsakları teslim almak, sermaye devleti açısından, dışarıda sosyal yıkım saldırılarını daha kolay yaşama geçirme imkanı demektir. Tutsakların öncelikli hedef alındığı topyekûn saldırı gerçekte tüm işçi ve emekçilere yöneliktir. Tutsakların direnişi işçi ve emekçilere dönük saldırıyı nispeten de olsa dizginleyen bir rol oynayabilmektedir.
Bu böyleyse eğer, tutsaklara yönelik saldırılara karşı dışarıda sessiz kalmak, işçi ve emekçilerin kendilerine yönelen bir saldırıya sessiz kalmaları demektir. Dolayısıyla, hapishanelerde tutsaklara yapılan saldırılara karşı mücadeleyi yükseltmek, bir insanlık sorumluluğu olduğu kadar sınıfsal bir zorunluluktur da.