OHAL’le geçen iki yıldır toplumun üzerine iyiden iyiye çöken karanlık, iyice gerilen kumaş misali yırtılmaya yer arıyor. Gerici sermaye iktidarının toplumu baskı altına alan her icraatı, tersinden kendisine yönelik bir öfke mayalıyor. Bunu son olarak üniversiteleri bölmeye yönelik hazırladıkları yasa tasarısının ardından yaşanan süreçten gördük, görüyoruz.
Berkin Elvan’ın ölümü, Soma Katliamı, Özgecan Aslan’ın katledilmesi gibi toplumsal konularda kendini meydanlarda gençliğe özgü bir dinamizmle ortaya koysa da genel anlamda suskun olan; kayyum rektörler, giderek ticarileşen ve gericileşen eğitim, KHK’larla işine son verilen akademisyenler, kampüslerdeki gerici kuşatma gibi akademik-demokratik sorunlarına karşı duyarsız görünen üniversite gençliği bu son saldırıya verdiği cevapla aslında bunun bardağı taşıran son damla olduğunu gösterdi. Söz konusu eylemin belli sınırları olsa da son yılların en kitlesel gençlik eylemi olması gençlik hareketi açısından büyük olanaklar barındırıyor. Bu eylemlilikler, iktidarın gençliğe yönelik pervasız söylemlerinin, geleceksizlik cenderesinin, keyfi uygulamaların aslında gençlik içinde bir öfke mayaladığını da göstermiş oldu. Gençliğin eylemlerine esnafından akademisyenine, işçisinden işsizine toplumun her kesiminin destek vermesi, iktidarın bu uygulamalarının toplumun tümünde bir öfke uyandırdığını anlatıyor.
Aslında tablo sadece gençlik açısından böyle değil. Gerici iktidarın saldırıları toplumun tümüne yönelmiş durumdadır. Son dönemin kadın ve sınıf eylemlilikleri de bunu ortaya koyuyor. Artık toplumda bir patlama noktası haline gelmiş kadın cinayetleri ve çocuk istismarına karşı geliştirilen tepkisellikler kitlesel eylemler şeklinde kendini gösteriyor. Öyle ki OHAL sürecinde ilk geri çektirilen yasa, kamuoyunda “tecavüz yasası” diye bilinen ve tecavüzcünün, tecavüz ettiği kadınla evlenme durumunda cezadan muaf tutulmasını öngören yasa oldu. Kadınların bu yasa tasarısına karşı ortaya koyduğu yaygın ve kitlesel eylemler iktidarı yasayı geri çekmek zorunda bıraktı. Bunun yanı sıra her gün katlanarak artan kadın cinayetleri ve taciz-tecavüz olaylarına verilen tepkiler, bu olayları teşvik eden, tecavüzcüyü, katili koruyup kollayan dinci iktidara yönelmeye başladı. Keza son dönemde adeta patlama yaşayan çocuk istismarı vakalarına yönelik gerçekleştirilen protesto eylemleri de iktidarı sıkıştıran başka bir gelişmeydi. Toplumsal yaşamda temel referans noktası olarak dini alan bu iktidar kadınların haklarına, yaşamlarına, bedenlerine dahi söz söylerken, ister istemez okların kendisine yönelmesine yol açıyor. OHAL süreci boyunca hiç durmayan ve toplumun en hareketli kesimini oluşturan kadınlar bunu gösteriyor. OHAL karanlığı içinde 8 Mart’ta yaşama hakkı için İstiklal Caddesi’ni dolduran binlerce kadın bunu gösteriyor.
Toplumun sınıf cephesi de henüz ekonomik sınırlarda ve lokal düzeyde olsa da benzer bir süreç yaşıyor. Her geçen gün ağırlaşan yaşam koşulları, hayat pahalılığı, tırpanlanan haklar sınıfı eyleme geçmeye itiyor. “Geçinemiyorum!” çığlıklarıyla bedenini ateşe veren işçiler, sınıfın patlama noktasına yaklaştığını gösteriyor. İşçiler arasında artan sendikalaşma eğilimi bir örgütlenme arayışını ifade ederken, patronların bu hakka saldırısı sonucu gerçekleştirilen direnişler de direnme eğilimini ortaya seriyor.
Yakın zamanda gerçekleşen MESS TİS sürecinde OHAL’e rağmen grev kararlığını ortaya koyan metal işçileri, Efrîn işgali sürecinde şovenizmle sersemletilmeye çalışılan, ancak talepleri için eylemler gerçekleştirmekten geri durmayan silah fabrikası MKE işçileri, sendika seçme hakkına saldıran patrona karşı eyleme geçtiklerinde karşılarında AKP’li bürokratları bulan Sumitomo işçileri, belediyeleri önünde direnişe geçen taşeron işçileri... Sermaye devletinin, sınıf kitlelerini din ve milliyetçilikle hâlâ kontrol altında tutabildiği bir gerçeklik olsa da ekonomik talepleri uğruna ayağa kalkan işçiler karşılarında polisiyle yargısıyla devleti buldukça süreç sınıfı ister istemez politikleşmeye itecektir.
Dış politikada iflas üzerine iflas yaşayan, iç politikayı OHAL zorbalığıyla idare etmeye çalışan sermaye iktidarı, ekonomik kriz tehdidinin artık herkesçe bilindiği bir durumu baskın seçimle atlatmaya çalışıyor. Seçim sonucu ne olursa olsun 24 Haziran sonrasının farklı bir tablo sunacağı çok muhtemel gözükmüyor. Türk sermaye devletinin içinde bulunduğu çok yönlü kriz atmosferi toplumsal fay hatlarını uyarıyor, mücadele dinamiklerini hayata geçmeye zorluyor. Eşyanın tabiatı gereği her baskı ve sosyal saldırı tersinden mücadeleyi tetikliyor.
Geldiğimiz nokta artık sermaye devletinin bu mücadeleyi tavizlerle dindirebilecek bir rahatlıktan çok uzak olmasıdır. Bu nedenle çıplak zora başvuruyor, kazanılmış haklara azgınca saldırıyor, OHAL’i patronlar için çıkardığını utanmazca ilan ediyor; hem de defalarca. Tüm bu gelişmeler de toplumun belleğinde birikiyor. Anlık bakıldığında karamsar bir tablo ile karşı karşıya kalsak da toplamında Türk sermaye devleti de dümenindeki AKP de zor zamanlardan geçiyorlar. Yangından mal kaçırır gibi açıkladıkları erken seçim de yönetememe krizinin bir ifadesi.
Baskılara, yasaklara, gericiliğe karşı toplumun “artık yeter” dediği an olan Haziran Direnişi’nin anısı zihinlerde canlıyken bu defa sınıfın Haziranını yaratmak için mücadeleyi yükseltmek gerekiyor. Sermaye düzeninin içinde bulunduğu krizli süreç hem bunun olanaklarını yaratıyor hem de böylesi bir çıkışı zorunlu kılıyor.