“...Baharın, karın altından fışkırdığı bugünlerde içeride olmak, çiçek kokusunu alamamak, geniş yeşilliklerin güzelliğini görememek insanda anlatılması zor bir duyguyu yaratıyor. Ama bu duygu öyle karamsarlığın, yılgınlığın, bitkinliğin ve vazgeçmişliğin bir belirtisi olmuyor. Aksine, bu duygu beni daha biliyor, daha hırçınlaştırıyor, bir yerlerden uzaklaştırıyor, bir yerlere yakınlaştırıyor. ‘Ne yapmalı?’, ‘Nasıl savaşmalı?’ sorusuna cevaplar arıyorum günlerce...” Erdal Eren idam edilmeden önceki son mektubunda böyle söylüyordu.
Erdal Eren, kısacık yaşamında oluşturduğu, idam edildiğinde milyonların yüreğinde umut olacak bir devrimci kişiliğe sahipti. Daha genç yaşta o, milyonların sömürülmediği, insanca, onurlu yaşayabilecekleri bir dünya için mücadele yolunu seçmişti. Ölüme de korkusuzca, tereddütsüzce gitti, tıpkı Denizler gibi.
Sinan, Erdal, Ercan...
30 Ocak 1980’de Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği (YDGD) üyesi ODTÜ öğrencisi olan Sinan Suner, Ankara’da, MHP’li Bakan Cengiz Gökçek’in koruma polisi Süleyman Ezendemir tarafından vurulmuştu. İşkenceye uğramış ve öldüğünde bedeni bir hastane kapısına atılmıştı. Sinan’ın öldürüldüğü yerde arkadaşları hesap sormak için eylem gerçekleştirdi. Eyleme askerler saldırdı ve çıkan çatışmada er Zekeriya Önge öldürüldü. Erdal Eren ile birlikte 24 kişi gözaltına alındı. Göstermelik bir yargılama sonucu askeri öldürenin, üzerinde tabanca olan Erdal Eren olduğu söylendi ve 11 gün sonra ilk duruşma gerçekleşti. Faşist sermaye düzeni kan istiyordu. Göstermelik bir yargılama sürecinin ardından Erdal Eren hakkında idam kararı verildi. Tüm deliller karartılmış, Eren’in yaşı 17’den 18’e çıkarılmış, tanıklar dinlenmemiş ve sonunda Erdal Eren 13 Aralık 1980 tarihinde darağacına gönderilmişti. Erdal Eren’in katledilişinin ardından yoldaşları Erdal’ın sesini duyurmak için eylemler gerçekleştirirler. Yoldaşlarından biri olan DTCF 1. sınıf öğrencisi Ercan Koca, Erdal’ı selamlayan bir pankartı asarken etrafı askerler ve polisler tarafından kuşatılır. Pankartı indirmesi istenir ama Ercan direnir, askerler ve polisler ona saldırır. Başına aldığı darbeler sonucu beyin kanaması geçirir ve o da Sinan ve Erdal gibi ölümsüzler kervanına katılır.
Yıkılır darağaçları, türkülerle Erdal gelir...
12 Eylül askeri faşist darbesi öncesi, Türkiye’de toplumsal hareketin yükseldiği bir dönemdi. 70’li yılların ortalarından itibaren işçiler, emekçiler ve gençler baskı ve sömürüye karşı kitlesel-militan eylemler gerçekleştiriyor, kapitalist sömürüye ve emperyalist barbarlığa karşı öfke her geçen gün büyüyordu. Buna karşılık, emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin gündeminde ülkede yaşanan ekonomik-sosyal krizi aşmak adına hayata geçirmek istedikleri neo-liberal politikalar vardı. Ancak toplumsal muhalefetin bu denli yükselmiş olması onlar için büyük bir engeldi ve sınıf-kitle hareketlerinin bastırılması gerekiyordu. Emperyalizmin karanlık merkezlerinde planlanan ve NATO karargahlarından yönetilen 12 Eylül faşist darbesi tam da bu amaçla hayata geçirildi. 12 Eylül’ün ardından grev ve eylemler yasaklandı, on binlerce ilerici ve devrimci zindanlara dolduruldu, yüzlercesi ise katledildi. Erdal’ın idam edilmesi de bu politikadan bağımsız gelişmedi.
Erdal Eren’in idam edilmesinden günümüze 37 sene geçti. Türkiye yine büyük bir ekonomik krizin içinde debeleniyor, sermayedarlar ‘reform’ adı altında işçi ve emekçilere bir kez daha sosyal yıkım saldırılarını dayatıyor. Dahası, sermaye düzeni topluma korku salmak ve toplumu sindirmek için yine bir dizi yönteme başvuruyor. OHAL koşulları altında ilerici ve devrimcilere dönük faşist baskı dizginlerinden boşalmış durumda. İşçilerin eylemleri ve grevleri yasaklanıyor. Kürt halkı kirli savaş koşullarında tarifsiz acılar yaşıyor. Zindanlarda devrimci tutsaklara dönük işkence ve baskılar artmış durumda... Özetle, bugün hâlâ 12 Eylül dönemini aratmayan koyu karanlık bir süreçten geçiyoruz.
İşçilere, emekçilere ve gençliğe dayatılan bu karanlık tabloyu parçalayabilmenin yolu ise Erdal Eren’in cüretini kuşanarak sermaye düzenine karşı mücadeleyi büyütmekten geçiyor.
P. Sevra