Türkiye kapitalizminin 2017 yılındaki şişirilmiş büyümesi üzerinden ekonomiyle ilgili atıp tutan AKP şeflerinin demagojileri kısa sürede sönüverdi. Erdoğan ve AKP’si, faşist partiyle kurduğu ittifakla seçimleri “ekonomik belirsizlik” gerekçesiyle erkene alarak ekonomideki kırılganlığı açıktan itiraf etmiş oldu. Devamında da AKP şefi Erdoğan, “parlak tablo” övgülerini bir kenara bıraktı; söylemlerinde yüksek enflasyon, cari açık, döviz üçlüsünü düşürme vaatlerini de öne çıkarmaya başladı. Her ne kadar enflasyon-faiz ilişkisini tersten kurup burjuva ekonomistleri şaşkınlık içerisinde bıraksa ve faizi düşürme, ekonomik büyümeye odaklı politikaya devam etme hedeflerini dile getirse de Erdoğan’ın söylemleri Türkiye ekonomisindeki krizi kabullendiğine işaret etti.
Erdoğan ve AKP’sinin krizi kabullendiğine dair bir diğer işaret de geçtiğimiz hafta TL’nin döviz karşısındaki değer kaybını bir üst boyuta taşıması sonrası, ekonomi bürokratlarının bir araya gelmesi ve hemen ardından finans merkezi Londra’ya uçmaları oldu.
İngiltere’de verdiği bir demeçte Erdoğan’ın ters söylemlerini sürdürmesinin ardından ise, Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek yabancı sermayeye güven vermek adına şu açıklamayla devreye girdi: “Siyasi pragmatizm nihayetinde hakim olacak. Kural temelli piyasa ekonomisi ilerlemek için tek güvenilir seçenek. Sonuç olarak sağlam, ihtiyatlı politika çerçevesine bağlıyız.”
Erdoğan’ın söylemlerinden öte yabancı sermaye bağımlılığı
Türkiye ekonomisinin kriz çanları gitgide daha da duyulur hale gelirken, Erdoğan “ters” söylemlerini sürdürse de, Türkiye kapitalizmi tek başına Erdoğan yüzünden çöküşe doğru sürüklenmiyor. O halde bu bunalımın kaynağında ne yer alıyor?
Bu sorunun yanıtını anlamadan önce, şu gerçeğin altını bir kez daha çizmekte fayda var: Türkiye ekonomisi, AKP şeflerinin “yerli ve milli” demagojilerine karşın -AKP öncesinde olduğu gibi- yabancı sermaye sayesinde ayakta durmuş, tam da yabancı sermayenin ülkeye akışı sayesinde rekorlar kırmıştır. 2001 krizinden IMF’in verdiği kredi borçları ve dayattığı sosyal yıkım politikalarıyla kurtulduktan sonra, yabancı sermayenin akışı özel sektöre ve yatırımlara doğru devam etmiş, IMF borçları ödenirken, özel sektörün döviz borçları katlanmaya başlamıştır. Yabancı sermayenin hem sıcak para akışı hem de doğrudan yatırımlarıyla Türkiye ekonomisi bu dönemin ardından patlak veren 2008 krizini de “teğet geçmiş”; daha büyük bir çöküş, bizzat yabancı sermaye akışının devam etmesi sayesinde önlenebilmiştir. Şimdi ise ekonomi tam da bu musluğun kesilmesi durumuyla karşı karşıyadır.
Kapitalizmin aşırı üretiminin ve anarşisinin Türkiye’ye yansımaları
Kapitalizm, doğası gereği toplumun çıkarlarını değil piyasanın çıkarlarını esas alır. Üretimin sürdürülebilir olmasının esas kaynağı, sermayenin kendi kendisini büyütmesi, yani kârlarıdır. Bu ise, kapitalizmin dünya genelinde üretimi, ihtiyaç duyulanın da ötesinde büyütmesi sonucunu doğurur. Öyle ki, belli bir noktadan sonra kapitalizmin bu çelişkisi dünya genelinde yeni krizlere yol açar.
Kapitalizmin bu gerçeği, tekil ülkeler için bire bir yansımak durumunda değildir. Fakat dünyada görülen bu genel eğilim, tekil ülkelere de farklı biçimlerde yansır, aşırı üretim farklı biçimler altında su yüzüne çıkar. Türkiye’ye yabancı sermaye akışının durulmasının temelinde de dünya genelinde yaşanan bu eğilim yatmaktadır.
Dünya genelinde “gelişmekte olan ülkeler” diye tabir edilen piyasalara ve ülkelere, bu ülkelerde kâr oranları daha yüksek olduğu için akan sermaye bu noktada da artık belli sınırlara dayanmıştır. Zira 2010 yılı sonrasında önce Akdeniz’in kıyısındaki Kuzey Afrika ve Güney Avrupa ülkelerinde, sonraki yıllarda da Brezilya, Rusya, Güney Afrika ekonomilerinde yaşanan çöküşler bu sınırları gözler önüne sermiştir.
Dünya genelinde emperyalist sermayenin bu eğiliminin bir diğer göstergesi de, ABD Merkez Bankası’nın 2015 yılı itibarıyla “faiz arttırma” kararı alması olmuştur. Bu, “gelişmekte olan ülke” piyasaları ve para birimlerinden sermayenin dolara yönelmesine, doların da değerlenmesine kapı aralamıştır. Elbette ki bu, dünya çapında bir çöküş yaşanmadığı oranda, keskin bir hamle olarak yaşanmamaktadır, fakat sermayenin aktığı ülkeler, en kırılganından başlayarak yabancı sermayenin kaçışıyla yüz yüzedir.
Türkiye kapitalizmi ise çok yönlü krizlerle birlikte ‘zayıf halka’ haline gelmiştir. İthalat bağımlılığı başta olmak üzere ‘yapısal’ sorunları ve ekonomik göstergelerdeki kötüleşmelerin yanı sıra; dış politikada açmazını büyüten çelişkili politikalar, rejim krizinin darbe girişimiyle birlikte devlet krizi şeklinde su yüzüne çıkması, toplumda büyüyen huzursuzlukla toplumsal hareketliliğin patlama potansiyeli vb... Türkiye’yi ‘zayıf halka’lar arasına adım adım sürüklemiştir. Özü itibarıyla bütün bu tablonun sorumlusu “yabancılar ekonomiyle de bize darbe yapmak istiyor” diyen Erdoğan ve AKP’sinin 15 yıldır yabancı sermayeyle büyük uyum içerisinde yürüttükleri uygulamalardır.
Sermaye için açılan musluklar ve ekonomideki çelişkiler
Darbe girişimiyle birlikte yaşanan ufak çaplı ekonomik krizin ardından AKP iktidarı sermaye hareketinin devamı için teşviklerini sınırsızca hayata geçirmiş, OHAL rejimiyle toplumu baskı altında tutarak sömürüyü yoğunlaştırmış ve sermayeye güven vermeye çalışmıştır. Sermayeye sunulan teşviklerin başında, kredi garanti fonu uygulaması başta olmak üzere sermayeyi ‘canlandırma’ adımları gelmiştir. Bunun sonucunda karşı karşıya kalınan kriz, iç tüketimi ve piyasayı şişirip büyüterek aşılmaya çalışılmış, sermayeye sunulan teşviklerle bütçe hoyratça kullanılmış, artan kredilerle borçlar büyümüştür.
Ayrıca Türkiye kapitalizminin çarklarının dönmesinde önemli bir yeri olan, ithalata dayalı ihracat ve inşaat sektörü de ‘şahlandırılmaya’ çalışılmıştır. Bütün bu teşvikler, özel sektör borçlanmasının artışını körüklemiş, iç tüketimdeki hareketlilik de enflasyonu yükseltmede etkili olmuştur. Bunların yanı sıra dövizin TL karşısında değerinin artmasıyla birlikte, döviz borçlarının geri döndürülememe riski büyümüştür. Aynı zamanda, ekonominin bağımlı olduğu ithalatta ve özellikle de enerji ithalatında (petrol fiyatlarının da artışıyla) değer bazındaki büyüme, hem enflasyona hem de cari açığa olumsuz yansımıştır. Özellikle inşaat sektörü bu tabloda büyük bir krizle karşı karşıyadır. Bir yandan AKP iktidarının ve sermayenin kolay yatırım alanı olarak gördüğü, diğer yandan tam da kâr oranlarının yüksek olmasından dolayı sermayenin iştahını açan inşaat sektörü; konut fiyatlarında düşüş, ithal edilen hammadde fiyatlarında artış ve satışlarda düşüşler gibi etkenlerle çöküşe doğru yol almaktadır. İnşaat firmaları iflas ilan etmeye başlamıştır.
Ekonomik göstergelerin bu şekilde bozulmasına ek olarak, Türk sermaye devletinin stratejik müttefiki ABD ve İsrail ile AKP iktidarı arasında su yüzüne çıkan sorunlar ve bölgedeki hegemonya mücadelelerinin tarafları ile kurulan çapraşık ilişkiler de temel bir sorun alanıdır. Öyle ki, bölgede hegemonyası zayıflayan ve bunu geri kazanabilmek için saldırgan hamlelerde bulunan ABD ve İsrail, bölgede gerilimi tırmandırıp taraflar arasındaki çatışmayı keskinleştirdikçe Türkiye kapitalizminin açmazı derinleşmekte, bu da dolaysız olarak döviz kurlarına ve TL’deki değer kaybına yansımaktadır. Ayrıca Türkiye’nin müttefikleriyle olan sorunlarının da ötesinde bölgede ‘zayıf halka’ durumuna düşmesi de TL’yi vurmaktadır. ABD’nin Suriye saldırısı, büyükelçiliğini Kudüs’e taşıması, İran’la nükleer anlaşmadan çekilmesi doları 3,70 TL seviyelerinden 4,5 TL’ye kadar yükseltmiştir. 2018 yılında ise TL dolar karşısında yüzde 20’ye yakın değer kaybetmiştir.
Bütün bunlar, sıcak paranın Türkiye’den kaçışına doğrudan yansımış, TC Merkez Bankası’nın (MB) Şubat ayı ödemeler dengesinde birkaç yüz milyon dolar mertebesinde olan net çıkış, Mart ayında ise 1,5 milyar dolara dayanmıştır. Kısa dönemli kaçışların, ekonomideki bozuk tablo ve çok yönlü krizle birlikte artarak sürmesi beklenirken, Türkiye kapitalizmi açısından daha büyük istikrar arz eden ve 2017 yılını düşüşle geçiren yabancı doğrudan yatırımlar, 2018 yılında da düşüşüne devam etmektedir.
Seçimler sonrasında “her şey geçecek” mi?
Bu bunalımlı tabloda erken seçim, “Türkiye kapitalizmine can simidi olacak” havası estirilerek gündeme getirildi. Ekonomi başta olmak üzere çok yönlü krizin itirafı anlamına gelen “baskın seçim”, sonrasına ise büyük bir yıkıntı bırakacak. Sermaye çevreleri yeni rejimden ümitli olsa da, çelişkilerin ve kriz tablosunun altından kolay kolay kalkılamayacağı açıktır. Zira Türkiye kapitalizminin ithalat ve yabancı sermaye bağımlılığı başta olmak üzere çelişkilerini derinleştiren etkenlerle yukarıda değinilen çok yönlü açmazlar, “yapısal reform” diye tabir edilen adımlarla kolayından ortadan kaldırılamaz. Ayrıca, söz konusu ‘yapı’, ihracatçı burjuvazi ve asalak finans burjuvazisinin de kârlarını katladığı bir ortama hizmet etmektedir. 24 Haziran Cumhurbaşkanlığı Seçimleri ile sermaye iktidarının başına gelecek ve yeni rejimde sermayenin demir yumruğu olacak herhangi bir kimsenin, Türk büyük burjuvazisine ve emperyalist efendilerine kâr sağlayan bu yapının çıkarlarına ters düşecek bir adım atması söz konusu bile olamaz.
Sermayenin çıkarlarına ters düşmeden atılabilecek sözde “köklü adımlar” ise büyük çöküş ve altüst oluşlar yaşanmadan kolayından harekete geçirilememiştir. Bu salt Türkiye’ye özgü bir gerçek değil, eşyanın doğasına ve kapitalizmin yasalarına da aykırıdır. Türkiye tarihi; ’60 ve ’71 darbelerinin yanı sıra, esas olarak 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi ve 2001 ekonomik krizi bunlara örnek verilebilir.
Kısacası seçim sonrasına devredilen ekonomik ve sosyal bunalım, yeni dönemde Türkiye kapitalizmini daha büyük bir çöküşle yüz yüze bırakmaktadır. Bu krizi ağırlaştıran köklü sorunların çözüm yolu ise, sermaye açısından farklı, işçi sınıfı ve emekçiler açısından farklıdır. Komünistlerin 24 Haziran seçimleri üzerine ortaya koyduğu şu değerlendirme, işçi sınıfı açısından çözüm yolunun çerçevesini en özlü haliyle ortaya koymaktadır:
“...Seçimlerin ardından karşı karşıya kalacak olan, bir bütün olarak sermaye düzeni ile işçi sınıfı ve emekçilerdir. Seçimlerin sonucu ne olursa olsun, kazananların ilk işi, ekonomik-mali krizin birikmekte olan faturasını işçilere ve emekçilere ödetmek olacaktır. Dinci-faşist iktidar bunu sürmekte olan baskı ve zorbalığın dozunu iyice artırarak yapacaktır. Düzen muhalefeti ise aynı şeyi, ‘normalleşmeye geçiş’, ‘demokrasinin onarımı’, ‘adaletin yeniden tesisi’ vb. aldatıcı söylemlerin gürültüsüyle örtmeye çalışarak yapacaktır. Devrimciler ve toplumsal muhalefet güçleri bu gerçeği göz önünde bulundurarak, seçimlerden çok, sonrasına hazırlanmalıdırlar.”