“Daha gün o gün değil,
derlenip dürülmesin bayraklar”*
Yaşadığımız topraklarda geçmişe bakılıp birçok tarih dizgisi çıkartılabilir. Bu tarihi dizgiler içerisinde bir çok katliama rastlanacağı ise bir gerçekliktir. Kardeş katlini bile vacip gören Osmanlı tarihi bir yana, Cumhuriyet tarihi boyunca Türk sermaye devleti de işçi sınıfı ve emekçileri, devrimcileri, ilericileri, ezilen halkları ve mezhepleri katliamlarla dize getirmeye çalışmıştır.
Bu yönüyle Türkiye’de katliamlar bir devlet politikası olarak işletilmiştir. Tarihi boyunca sermaye devleti katliamları devletten bağımsız, sermayenin ve onun siyasal temsilcilerinin kontrol edemediği, gizli örgütlenmelerin işiymiş gibi sundu. En barbarca katliamları dahi “münferit” olaylar ve “öfkeli çocukların” yaramazlıklarıymış gibi topluma yansıttılar.
Devletin katliamcı geleneği günümüz Türkiye’sine bakıldığında bütün çıplaklığı ile görülecektir. 7 Haziran’dan 1 Kasım’a ve sonrasına bakıldığında çok açık bir şekilde katliamların toplumu zapturapt altına alma aracına dönüştürüldüğü rahatlıkla görülebilir. Suruç, Ankara, Antep katliamları ve Kürt illerinde sokağa çıkma yasaklarıyla başlatılan kanlı imha saldırıları Türk sermaye devletinin barbar yüzünü bir kez daha ortaya sermiştir.
16 Mart Beyazıt katliamı
16 Mart 1978 tarihi düzen barbarlığının bütün açıklığıyla kendini ortaya koyduğu tarihlerden yalnızca biridir. Beyazıt Katliamı olarak tarihe geçen bu saldırıda sermaye devleti sivil faşistler ile işbirliği içinde İstanbul Üniversitesi öğrencisi 7 genci bombalı saldırıyla katletti. 41 öğrencinin de yaralı kurtulduğu bu saldırıdan dolayı ceza alan kimse olmadı. Türk sermaye devleti, katletti, tetikçilerini korudu, kolladı. Hatta Beyazıt Katliamı'nın sanıklarını terfilerle ödüllendirip daha sonra yine kirli işleri için kullandı.
Her bir katliamı kendi tarihsel koşulları üzerinden değerlendirmek gerekir. Beyazıt Katliamı'nın yaşandığı dönem Türkiye’sinde ‘77 1 Mayıs Katliamı gerçekleşmiş, 34 emekçi Taksim Meydanı’nda panzerler altında Türk sermaye devletinin saldırısı sonucu can vermişti. Üniversiteler faşist abluka altında idi. Rektör-polis-faşist çeteler işbirliği ile devrimci ilerici öğrenciler fakültelere alınmıyordu.
Buna karşı İstanbul Üniversitesi'nin devrimci-ilerici öğrencileri bir araya gelerek, bugün akademisyenler için atılan “gitmiyoruz, terk etmiyoruz” sloganlarını slogan olmaktan çıkartırlar ve okullara girerler. Can ve kan pahasına üniversitelere, fakültelere girebilmek için rektör-polis-faşist çete ablukasını kırarlar. Her türlü saldırıya örgütlü güçleriyle, direngenlikleriyle, iradeleriyle cevap verirler. Bunun üzerine sermaye düzeni 16 Mart 1978 tarihinde İstanbul Üniversitesi’nde faşist çeteler eliyle polisin himayesinde ilerici devrimci öğrencilere yönelik bombalı/silahlı bir saldırı gerçekleştirir.
Katliamın ardından Türk sermaye devleti dört bir koldan yargısıyla, polisiyle, medyasıyla katliamın üzerini örtmeye çalışır. Bunu yaparken de yeni katliamlar yaşanmaya devam eder. Saldırıdan bir ay sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Server Tanilli’ye silahlı suikast girişimi yapılır. Tanilli, o saldırıdan sağ kurtulsa da hayatının geri kalanına belden aşağısı tutmaz bir şekilde felçli olarak devam eder.
Katliamlar bu düzenin kirli ve gerçek yüzüdür
1999 yılında Beyazıt Katliamı'nı gerçekleştirenlerden biri olan Zülküf İsot’un ablası Remziye Akyol itiraflarda bulundu. Kardeşinin katliamın faillerini ele vermesin diye ülkücü arkadaşları tarafından öldürüldüğünü söyledi. Susurluk davasında ortaya çıkan bazı delillerle beraber bu itiraflar birleştirilerek yeni bir 16 Mart davası açıldı. 7 Mart 1978 tarihli 1.D.2.12780 koduyla saldırının olacağının emniyete önceden bildirildiğini ortaya koyan evrak, emniyet güçlerinin saldırının parçası olduğunu ortaya koydu. Dava sürecinde; katliamda kullanılan bombanın Abdullah Çatlı tarafından bir yüzbaşıdan alındığı öğrenildi. Beyazıt Katliamı’nı gerçekleştiren dört faşistin oraya polis minibüsü ile getirildiği saptandı. Bu dört kişiden biri olan Mustafa Doğan’ın polis olduğu ve daha sonra yurtdışına kaçırıldığı ortaya çıktı. Komiser Reşat Altay’ın katliamcıları takip eden polisleri engellediği, katliamcıları koruyan Reşat Altay’ın daha sonra siyasi şube müdürü yapılarak ödüllendirildiği ortaya çıktı.
Bir not olarak ekleyelim, Beyazıt Katliamı’nda faşistleri kollayarak kaçışını sağlayan Komiser Reşat Altay, Hrant Dink cinayeti sırasında Trabzon emniyetinde üst düzey yetkili olarak görev yapıyordu.
Beyazıt Katliamı için açılan ikinci dava zaman aşımına uğratıldı, birkaç emniyet görevlisine ihtara uymamaktan disiplin cezası verildi ve dosya kapatıldı.
Katliamlar bu düzenin kirli ve gerçek yüzüdür. Ve bu düzen sürdüğü sürece onun toplumu zapturapt altına almak için başvuracağı aşağılık yöntemlerden biri olmaya devam edecektir. 1 Mayıs 1977 Taksim, Beyazıt, Çorum, Maraş, Sivas, Gazi, Roboski, Reyhanlı, Diyarbakır, Suruç, Ankara, Antep, Cizre, Sur, Nusaybin… Bu katliamların hesabı düzenin yargısı ve hukuku ile sorulabilir mi? Sorulamaz! Zira bu düzen kendi kendini yargılamaz. Katliamcı sermaye düzenini ve tetikçilerini gerçekten teraziye çıkartacak olan şey sınıf mücadelesi ve sosyalist devrimdir.
*Nazım Hikmet