7 Haziran seçimleri ile birlikte ortaya çıkan parlamento tablosu, ABD eksenli emperyalist Batı dünyası ile işbirlikçi büyük burjuvazinin önemli bir kesiminde gizlenemeyen bir memnuniyet ve rahatlama yaratmıştı. Paha biçilmez hizmetlerinin ardından artık kendileri için soruna dönüşmüş bulunan Tayyip Erdoğan’ı dizginlemenin ve gidişatı denetim altına almanın birçok bakımdan amaca en uygun siyasal zemini nihayet oluşmuş gibi görünüyordu. Hedefleri AKP-CHP işbirliğine dayalı bir “büyük koalisyon”du. Durumdan sancısız, sarsıntısız, kapsayıcı ve tam da bu sayede emekçi kitleler için fazlasıyla aldatıcı çıkış yolu olarak bunu görüyorlardı.
7 Haziran’ı izleyen daha ilk birkaç hafta içinde bu hesabın tutmayacağı açığa çıktı. İktidardaki konumunu korumakta kararlı, dahası buna mecbur da olan Tayyip Erdoğan, kısa dönemli olarak bunu olanaklı kılacak o biricik yola başvurmakta tereddüt etmedi. “Çözüm süreci” aldatmacasını bir yana bıraktı; Kürt halkına karşı kapsamlı ve dizginsiz bir yeni kirli savaş cephesi açtı ve hedeflediği siyasal karşılığı da 1 Kasım seçimleri üzerinden elde etti.
Fakat bu başarının kendisi, ağır bir siyasal kriz halini almış mevcut durumdan parlamenter bir çıkışın görünür bir gelecek için mümkün olmadığını da göstermiş oldu. Bunu daha 1 Kasım’ı önceleyen süreçte hissetmiş ya da öngörmüş olmalılar ki, emperyalist Batı basınında, özellikle de ABD’nin gayri resmi ama gerçekte yönetim üzerinde etkili çevrelerinde, askeri bir darbe de içinde olmak üzere, Türkiye’ye ilişkin çeşitli felaket senaryolar açık ya da örtülü tehditler eşliğinde dillendirilmeye başlandı. Türkiye “öngörülemeyen ülke” ilan edildi; sürece müdahale edilmezse eğer onu Irak ya da Suriye benzeri bir akıbetin beklediği söylendi. ABD’nin iki eski Türkiye büyükelçisi, en etkili Amerikan basın organlarının birinde, Türkiye’deki mevcut gidişatın felaketli bir hal almaması için Erdoğan’a açıkça istifa, yani tatlılıkla boyun eğme çağrısı bile yapabildi.
Bütün bunların anlamı ve önemi ne olursa olsun, tartışma ve spekülasyonlara konu edilen muhtemel bir askeri darbenin 15 Temmuz’da başarısızlığa uğrayan türden bir girişim olacağını denebilir ki hemen hiç kimse beklemiyordu. Doğal olarak darbenin odağındaki Fetullahçı çete ile onu buna en azından cesaretlendirdikleri kesin olan ABD merkezli ve CIA bağlantılı bazı karanlık çevreler hariç.
Sınıfsal değil grupsal bir ihtiyaç
7 Haziran’ın ardından gündeme getirilen yeni yönelimin paradoksu şuydu: Kürt halkına karşı yeni kirli savaş, Tayyip Erdoğan AKP’sine kısa dönemli olarak iktidar konumunu korumak ve dahası güçlendirmek olanağı sağlamıştı. Ama tersinden de bu aynı savaş, düzen ordusuna yeniden siyasal bir inisiyatif, güçler dengesinde etkin bir yeni konum ve dolayısıyla özgüven kazandırarak, böylece muhtemel bir askeri darbe için koşulları hiç değilse işin bu yönünden hazırlamaya başlamıştı.
Bu kuşkusuz darbe sürecinin fiilen başlaması değil fakat bunun için gerekli koşullardan birinin potansiyel zemin olarak oluşması demekti. Askeri bir darbenin düzenin iç ve dış egemenleri için kendini dayatan bir ihtiyaç haline gelmesi, bu arada toplumun hiç değilse bir kesiminde belli bir kabul görebilmesi ve dolayısıyla başarısı için temel önemde başka bazı koşullar gerekliydi. Bu çerçevede darbenin zamanlaması da doğal olarak bu koşulların oluşmasına sıkı sıkıya bağlı olacaktı.
Örneğin; Kürdistan’daki kirli savaşın toplum için artık kaldırılamaz düzeye uluşabilecek sonuçları, toplumsal huzursuzluğu azdıracak boyutlarda bir ekonomik çöküntü, Tayyip Erdoğan iktidarının sonu gelmez hamle ve tahriklerinin ateşleyeceği Haziran Direnişi türünden yeni bir büyük toplumsal patlama vb. türden gelişmeler, emperyalizmin ve işbirlikçi burjuvazinin desteklemekten öteye bizzat ön ayak olacakları bir askeri darbeyi kolaylaştırmakla kalmaz, gösterilecek özel çabalar eşliğinde ona belirli bir meşruiyet ve toplumsal destek bile sağlardı. (Mısır’daki Amerikancı Sisi darbesi bunun başarılı bir güncel örneği olarak duruyor orta yerde.)
Oysa 15 Temmuz böylesi bir zeminden tümüyle yoksun bir girişim oldu. Sınıfsal bakımdan tanımlanabilir bir güce dayanmadığı gibi, toplumsal düzeyde elle tutulur bir siyasal ihtiyaca da karşılık düşmüyordu. Dolayısıyla belirgin bir bahanesi, toplumun bir kesiminde olsun hayırhah bir tavırla karşılanabilecek inandırıcılıkta bir gerekçesi yoktu. İçinde düzen ordusunun sayıları yüzü aşan generalleri olmazsa ve harekat alanı neredeyse tüm ülkeyi kaplamasa buna alelade bir saray darbesi girişimi bile denebilirdi.
Dinci faşist nitelikteki darbe girişimi, sınıfsal-siyasal güç ilişkileri zeminindeki gerçek bir ihtiyacın değil, fakat başta zor aygıtları olmak üzere devletin tüm temel kurumlarında ve son derece etkin konumlarda yuvalanmış örgütlü bir çetenin kendi öznel ihtiyaçlarının bir ürünü oldu. Nitekim zamanlamasını belirleyen de tümüyle buydu. Ordu ve yargıdaki güncel bir toplu tasfiyenin hedefiydiler; ordu üzerinden en etkili kozlarını kullanarak ön almaya kalktılar. Büyük bir kumar oynadılar ve kaybettiler.
Kendine özgü bu karakteri başarısızlığa daha baştan mahkum olduğunun bir göstergesi gibi görünse bile, bu durum 15 Temmuz darbe girişiminin toplum düzeyinde yarattığı muazzam sarsıntının, açığa çıkardığı gerçeklerin ve önünü açtığı yeni güç dengelerinin büyük politik önemini ortadan kaldırmamaktadır.
Sermaye düzeninin politik ve moral iflası
Darbe girişimi öncelikle sermaye düzeninin, özellikle de devletin içinde bulunduğu içler acısı durumu gözler önüne sermiştir. ABD’nin hizmetinde ve CIA denetiminde olduğu çok uzun yıllardır bilinen dinci bir cemaatin, polis ve yargıdaki muazzam gücünün ötesinde, düzen ordusunu neredeyse ele geçirmekte olduğu ve bu en etkili gücü kullanarak devlet iktidarını da ele geçirmeye yeltendiği açığa çıkmıştır. Ve darbe girişimi uygulamaya konulana kadar iktidar gücünü elde tutuyor görünenlerin bundan haberi bile olamamıştır. Devlet iktidarının içinde bulunduğu derin yapısal zafiyeti ortaya koyan bu olgu düzen payına utançların en büyüğüdür; etkisi öyle kolay silinmeyecek türden bir büyük politik ve moral iflasın ifadesidir
Bunu başarısız darbe girişiminin hemen sonrasında düzenin hemen tüm kesimlerinin kolektif bir ikiyüzlülük ve riyakârlık örneği olarak tutturduğu ortak söylem tamamlamaktadır. Uzun yıllardır orta yerde apaçık duran bir gerçeğin, Fethullah Gülen ve cemaatinin CIA denetiminde ve dolayısıyla ABD emperyalizminin hizmetinde olduğunun anlaşılabilmesi için meğerse kanlı darbe girişimi gerekliymiş. Oysa her durumda olduğu gibi burada da şiddet politikanın başka araçlarla devamından ibarettir. Fethullah Gülen’in dünkü konumu, temel misyonu ve çabası neydiyse bugün de özünde odur. Dün polis ve yargı kullanılarak düzen ordusunun bir kesimine karşı en rezil yol ve yöntemlerle yapılanlar, şimdi düzen ordusunun bir başka kesimi kullanılarak hükümete karşı kanlı bir darbe yoluyla yapılmak istenmiştir. Hedef ve amaç özünde farklı değildir.
Ama bu adamın emperyalizmin hizmetindeki karanlık örgütü daha düne kadar Tayyip Erdoğan’ın apaçık iktidar ortağıydı ve kendisi de hemen tüm kesimleriyle sermaye düzeninin “hocaefendi hazretleri”ydi. Özal’dan Ecevit’e birbirini izleyen sermaye hükümetleri tarafından hep el üstünde tutulmuş, her alanda destek ve teşvik görmüş, AKP döneminde ise devlet iktidarına fiilen ortak olmuştu. Ta ki devlet iktidarını paylaşmaktaki anlaşmazlık ve çatışma başlayana kadar. Başarısız darbe girişimi, bu çatışmanın yalnızca mantıksal bir uzantısı olmuştur.
Darbe girişimi riyakârlığa ve ikiyüzlülüğe dayalı aynı kolektif düzen söyleminin bir başka boyutunu ibretle izlememize de vesile oldu. Bugün kendi halkına kurşun sıktığı için “vatan haini” ilan edilen darbecilerin dikkate değer bir bölümü, son bir yıldır Kürt halkına karşı yürütülen kirli savaşın başındaki general ve subaylardan oluşmaktadır. Ve onlar, tam da bu kirli ve kanlı icraatlarından dolayı, darbe girişimine kadar “vatan kahramanı” olarak göklere çıkarılıyorlardı. Oysa aynı kişiler orada da halka kurşun sıkıyor, sıradan insanları katlediyor, tank, top ve helikopter kullanarak kentleri harabeye çeviriyor, bodrumlara sığınmış savunmasız insanları yakarak toplu infaza tabi tutuyorlardı. Bugünkü iktidarın tam onayı ve tüm desteği ile...
Rejim krizinden devlet krizine
Darbe girişiminin bir başka önemli sonucu, yıllardır sürmekte olan rejim krizinin bu gelişmeyle birlikte halen sonu belirsiz bir apaçık devlet krizi biçimini almış olmasıdır. Bu kuşkusuz yeni bir durum değildir. Fakat yine de özellikle yeni kirli savaşla birlikte devlette bir bütünlük ve uyum görüntüsü yaratılmıştı. Darbe girişimi bunun ne denli iğreti ve geçici olduğunu göstermekle kalmadı, yarattığı yeni durumla devlette uyum ve güveni neredeyse tümden yerle bir etti. Temel kurumlar arası olduğu kadar her kurumun kendi içinde de durum halen budur. Anlı şanlı düzen ordusu fiziki ve moral açıdan acınası hallere düşürülmüştür. Yalnızca binlerce subayını değil, moral gücünü ve tüm itibarını da yitirmiş haldedir. Durumu fırsata çeviren Tayyip Erdoğan iktidarının birbirini izleyen darbeleri yaşanan perişanlığı iyiden iyiye ağırlaştırmaktadır.
Sorun darbeye bulaşmış ordudan da öteyedir. Yargı başta olmak üzere devlet bürokrasisinin tüm alanlarını kapsamaktadır. Binlerce hakim ve savcı, on binlerce memur darbe girişimiyle bağlantılı olarak görevden alınmış, binlercesi tutuklanmıştır. Sonu gelmeyen temizlik üniversitelerden futbol federasyonuna devletin ve kamusal yaşamın tüm alanlarına uzanmaktadır. Çok geçmeden bizzat iktidar partisinin kendi içine de uzanacaktır. Tayyip Erdoğan’a en yakın kurum sayılan MİT üzerindeki koyu kuşku bulutları bile devletin halihazırda içinde bulunduğu durumun vahametini göstermeye yeterlidir.
Dinci iktidarın gücünün sınırları
Darbe girişimi, devlet iktidarını ele geçirdiği ve hemen tüm kurumlarda dizginleri elde tuttuğu sanılan dinci gericilik odağı Tayyip Erdoğan AKP’sinin bu alandaki gücünün gerçek sınırlarını da ortaya koymuştur. Muhtemeldir ki hazırlığı ayları bulan bu denli kapsamlı bir organizasyondan darbe öncesi saatlere kadar haberleri bile olamamıştır. Olup bitenler darbe girişimcilerinin iktidarın önde gelen adamlarını pekala etkisizleştirme, hatta imha etme olanaklarına gerçekte sahip olduklarını göstermektedir. Bu akıbetten kurtulmaları öylesine tesadüflere ve darbecilerin izahı güç davranışlarına bağlıdır ki, bunun kendisi darbe girişiminin bir oyun olabileceği, ya da iktidar çevreleri tarafından o sözü çok edilen “üst akıl” tarafından bilinçli olarak “başarısızlığa programlandığı” spekülasyonlarına neden olabilmektedir.
AKP’nin devlet iktidarına hakimiyet alanında bu göründüğünden çok daha güçsüz konumuna çeşitli açıklamalar getirilebilir. Ama şu kadarı darbe girişimiyle birlikte daha bir netleşmiştir: AKP’nin devlet iktidarına yerleşme yılları, gerçekte AKP’den çok Fethullahçı çetenin devleti ele geçirme sürecine sahne olmuştur. Özellikle polis ve yargı üzerinden bu zaten herkesin malumuydu. 15 Temmuz darbe girişimi bunun asıl ordu üzerinden böyle olduğunu, başta AKP şefleri olmak üzere herkesi şaşkınlığa düşürecek biçimde açığa çıkarmıştır. AKP’nin asıl gücü ve dolayısıyla siyasal meşruiyeti, sahip olduğu önemli seçmen desteğinden geliyordu. Ama ona hükümet olmaktan öte devlet iktidarını ele geçirmek imkanını sağlayan, bizzat Cemaatin dolaysız olarak Amerikan destekli kirli ama cüretli operasyonları olmuştu. 15 Temmuz darbe girişiminin yeni bir düzeyde tescillediği gerçek, Fethullahçı çetenin bu işi AKP’den çok bizzat kendisi için yapmış olduğudur.
Darbe girişimi ve Amerikan emperyalizmi
Darbe girişiminin uluslararası bağlantıları, özellikle de ABD’nin rolü, doğal olarak en çok merak edilen, yaygın tartışmalara ve spekülasyonlara konu edilen bir alan. AKP iktidarı resmi planda açıkça ifade etmekten kaçınsa bile, medyası aracılığıyla darbeden dolaysız olarak ABD’yi sorumlu tutmakta, hedefin Türkiye’yi sonu belirsiz bir iç savaş içinde bölüp parçalayarak güçten düşürmek olduğunu söylemekte, bu çerçevede darbenin püskürtülmüş olmasını “ikinci milli kurtuluş savaşının zaferi” olarak sunmaktadır. Tayyip Erdoğan ise darbe girişimi karşısında Batının kendisine sahip çıkmadığını dozu artan gergin söylemlerle her fırsatta dile getirmekte, bununla Batının gerçekte darbenin başarısını ve dolayısıyla kendisinin saf dışı edilmesini temenni ettiğini de ima etmektedir.
Darbeye girişenlerin başta ABD olmak üzere batılı emperyalistlerin desteğine bel bağladıkları ve başarılı olmak durumunda bunu almayı kuvvetle umdukları yeterince açıktır. Söz konusu olanın Fethullahçı bir darbe olması bile kendi başına bunun böyle olduğunun tartışmasız bir kanıtıdır. ABD ve AB sözcülerinin darbenin akıbeti az çok belli olana kadar açık bir tavır almaktan kaçınmaları ise darbecilerin beklentilerinin temelsiz olmadığının bir göstergesidir.
Bütün bunlara rağmen darbe girişiminin karar verici konumdaki emperyalist merkezlerden kaynaklandığını söyleyebilecek durumda değiliz. ABD’nin, ki NATO’dan ayrı düşünemeyiz, Türkiye’de bir askeri darbe için harekete geçirebileceği güçleri salt Fethullah Gülen Cemaati ile sınırlaması mantıktan yoksundur. Bunu böyle düşünmek, ABD emperyalizminin Türkiye’deki imkan ve dayanaklarının gerçek kapsamına gözlerini kapamak demektir. Darbenin arkasında doğrudan emperyalist merkezler olsaydı, bu girişim NATO’ya göbekten bağlı komuta kademesini kapsar, TÜSİAD burjuvazisinden ve elbette medyasından gerekli desteği alır ve başta Tayyip Erdoğan olmak üzere AKP şeflerini kolayca devre dışı bırakırdı. Daha doğrusu darbe daha baştan buna göre planlanır, hazırlığı buna göre yapılır, zamanlaması buna göre seçilir, böylece başarısı da şansa bırakılmazdı. Oysa tam tersine, darbe esnasında cemaatçiler hariç kimsenin kılını kıpırdatmadığını ve dahası darbenin boşa çıkarılmasına TÜSİAD medyasının özel bir katkı sağladığını biliyoruz.
Yine de bütün bunlar ortada bir Amerikan bağlantısı olmadığı anlamına gelmemektedir. Fetullah Gülen’in ABD’deki kefili Henry Barkey darbe gecesi Türkiye’de idi ve bir ötekisinin, Graham Fuller’in de olduğu konusunda ciddi iddialar var. Bu, CIA adına Fethullahçı cemaate nezaret eden ekiptir ve muhakkak ki, önemli bir toplu tasfiye öncesinde onun ne yapmaya niyetlendiğinin tümüyle farkındaydı. Cesaretlendirmiş olmaları da kuvvetle muhtemeldir. Hükümet medyası Afganistan ve İncirlik üzerinden Pentagon bağlantılarını da ileri sürmektedir. İncirlik üssünün darbedeki rolünü buna ilişkin iddialarına dayanak yapmaktadır. Tüm bu konular halen büyük ölçüde karanlıktadır ve ancak spekülasyonlara konu edilebilirler.
Fakat yeterince açık olan, AKP’yi değil ama Tayyip Erdoğan’ı etkisizleştirecek girişimlere başta Batılı emperyalist merkezlerin sempatiyle yaklaşabildiğinin darbe girişimi vesilesiyle açığa çıkmış olmasıdır. Halihazırda ilişkilerdeki gerginliğin asıl nedeni de tümüyle budur. Tayyip Erdoğan’ı huzursuz eden ve özellikle Batılı merkezlere karşı hırçın söylemlere yönelten, emperyalist Batı dünyasında ne denli yalnızlaştığının ve dahası gözden çıkarıldığının darbe girişimiyle birlikte daha belirgin biçimde açığa çıkmış olmasıdır. Bu, zaten krizde olan ilişkilerin hepten kötüleşmesi, karşılıklı güvensizliğin dip noktayı bulması demektir.
Fakat tam da bu durumun Türkiye’nin kamp değiştirmesine, Atlantik ittifakından kopup Avrasya’daki yerini nihayet almasına hayırlı bir vesile olacağını düşünenler hayal dünyasında yaşıyorlar. Kürt halkına karşı kirli savaş politikası ekseninde Tayyip Erdoğan’ın yanında saf tutmuş bulunan “ulusalcı” çevreler darbe girişimiyle birlikte bunu daha da ileriye götürmelerini bu türden fantezilerle haklı göstermeye çalışıyorlar. Bu, Türkiye kapitalizminin yapısal özelliklerini, kurulu sermaye düzeninin tarihsel şekillenişini, buradan gelen iktisadi, mali, politik, kültürel, askeri, diplomatik karakterini bilmezlikten gelmektir.
Tayyip Erdoğan Batılı merkezlerle sorunlar yaşayan ve kendine belli bir manevra alanı açmak için Batı dışındaki güç odaklarıyla ilişkiler geliştirmeye yönelen ilk kişi değildir. İktidarının son döneminde Menderes’le başlayıp Demirel’le süren bir tür politik gelenektir bu. Ama bu davranış Türkiye’nin emperyalist Batı dünyası içindeki konumunda herhangi bir değişiklik yaratmamıştır, ilişkilerin doğası gereği yaratamaz da. Bunun emperyalist dünya sistemi içinde olabilmesi, emperyalist güç dengelerindeki köklü değişikliklere, sistemi aşarak gerçekleşmesi ise toplumsal devrime bağlıdır. Bu iki alternatif dışında, mevcut düzen zemininde böyle bir şans kategorik olarak yoktur. Bunu bir yerlerden zorlamaya kalkmak ise yalnızca “beklenen türden” bir darbeye bile bile davetiye çıkarmak demektir. Bunu en iyi bileceklerden biri de kuşku duymamalıyız ki bizzat Tayyip Erdoğan’ın kendisidir.
Bu konuda son bir nokta. Gözleri Kürt halkının özgürlük ve eşitlik mücadelesine düşmanlıkla kararmış bulunan ve olup bitenlere hep buradan bakmayı bir davranış biçimi haline getirmiş bulunan aynı “ulusalcı” çevreler, ABD, AB ve NATO’nun Türkiye’yi kanlı boğazlaşmalara iterek bölüp parçalamak hesap ve niyeti ile hareket ettiklerini bugüne kadar iddia edegeldiler. Bu çerçevede son darbe girişimini de buna yönelik kapsamlı bir planın uygulaması saymaktadırlar ve bu konuda iktidar medyasının bir kesiminin propagandası ile tam olarak örtüşmektedirler.
Bu değerlendirmenin en zehirli yanı, sermaye düzeni ve devleti şahsında bugünün Türkiye’sinin, emperyalizmin hizmetinde ve bölge halkalarına karşı tarihsel ve güncel olarak üstlendiği değişmez rolü karartmaya çalışmasıdır. Türkiye başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere Batı emperyalizmine bin bir bağla bağlıdır. 60 yıldan fazladır NATO üyesidir ve tüm bu tarih boyunca bulunduğu bölgede ona sadakatle hizmet etmiştir. Bunun güncel örnekleri Libya ve Suriye’dir. NATO’nun Libya’yı yıkıma uğratan savaşı Türkiye üzerinden yürütülmüştür. Suriye’yi kanlı boğazlaşmalar içinde tüketen ve bu arada Siyonist İsrail’i bu cephede alabildiğine rahatlatan emperyalist planların birinci dereceden uygulayıcılarından biri de Türkiye olmuştur. AKP ve Tayyip Erdoğan Türkiye’si!
Böyle bir Türkiye’nin, Amerikan emperyalizmi için Ortadoğu’da Siyonist İsrail kadar önemli ve birçok bakımdan ondan çok daha işlevli kapitalist bir Türkiye’nin, Kürtler devletleşme imkanı bulsunlar diye Batı emperyalizmi tarafından feda edilebileceğini düşünebilmek için mazlum bir halka karşı düşmanlığı paranoya düzeyine çıkarmış olmak gerekir.
Ve bu aynı Türkiye, AKP ve Tayyip Erdoğan Türkiye’si, emperyalizmin Ortadoğu’nun bağrına saplı hançeri olarak duran Siyonist İsrail’le ilişkilerini yeniden yoluna sokabilmek için daha şu son birkaç ay içinde adeta yırtınmıştır. Zira bunu, iktidar konumuna Batıdan yönelebilecek muhtemel komplolara karşı en büyük güvencelerden biri olarak görmüştür.
Sorun emperyalizme göbekten bağlı ve “Atlantik İttifakı”na sadakati tartışmasız sermaye Türkiye’sinden gelmiyor. Sorun emperyalizme ve işbirlikçi burjuvaziye hizmet yeteneği hala da tartışmasız AKP’nin kendisinden de gelmiyor. (Abdullah Gül ve Ahmet Davutoğlu gibi adamlar üzerinden yapıldığı bilenen hesaplar bile bunu göstermiyor mu?) Sorun yalnızca AKP’deki Tayyip Erdoğan liderliğinden geliyor. Onun emperyalist dünya için artık yorucu olmaya başlayan dengesiz ve kendi ifadeleriyle “öngörülemez” davranış çizgisinden geliyor. Emperyalizmin adamlarının Tayyip Erdoğan’ı tehditler eşliğinde istifaya çağırmaları, böylelikle işleri tatlılıkla hal yoluna koymayı umabilmeleri bile bunun bir kanıtıdır. Tayyip Erdoğan’ı sarayına kapatarak geri plana itme potansiyeli taşıyan 7 Haziran seçim sonuçları karşısında duyulan büyük sevinç ve rahatlama bile bunun bir kanıtıdır.
Son darbe girişimi kendisine yeterli bir korku ve dolayısıyla ders verebildiyse eğer, işleri yeni bir dengede ve hiç değilse bir süreliğine yine Tayyip Erdoğan’ın kendisiyle götürmek tercihi de bunun çok geçmeden ortaya çıkacak yeni bir kanıtı olursa buna da şaşırmamak gerekecek. Kuşku duyulmasın ki Tayyip Erdoğan’ın halihazırdaki bir dizi hamlesi tam da bu olanağı elde etmeye yöneliktir. Ve kestirmeden ekleyelim ki ona şu sıra bu doğrultuda en büyük yardımı sunan da işbirlikçi burjuvazinin TÜSİAD eksenli kesimidir.
Krizin fırsata çevrilmesi
Tayyip Erdoğan ve partisinin başarısız darbe girişiminin ardından oluşan özel ortamı büyük bir fırsatı çevirmek, bunu iktidar konumunu pekiştirmenin ve kendi yeni devlet düzenini kurmanın bir olanağı olarak kullanmak niyet ve çabasında olduğu gerçeği üzerinde gereğince duruluyor. Krizi fırsata çevirmeye yönelik bu çabanın öncelikli alanlarından birinin uluslararası ilişkiler olduğunu vurgulamış bulunuyoruz. Tayyip Erdoğan ele geçirdiği fırsatı, öncelikle kendini ABD ve AB nezdinde ve üstelik bu kez tüm ulusun meşru ve tartışmasız lideri olarak pazarlamak için kullanıyor. İçerde düzen muhalefetiyle estirilen barış ve uzlaşma havasının, laik ve Kemalist kesimlere yönelik sembolik jestlerin en öncelikli hedefi denebilir ki tam da dış ilişkiler alanıdır. Bunu dışardaki zayıflığı içerdeki bu manevralarla dengeleme çabası olarak niteleyenler haklı bir noktaya işaret etmiş oluyorlar.
Fakat bu aynı zamanda içerde ortaya çıkmış bulunan zayıflığı da dengeleme çabasıdır. Bu nedenledir ki OHAL ile elde etmiş bulunduğu olanağı halen en öncelikli hedefler üzerinde yoğunlaştıran Tayyip Erdoğan iktidarı şu aşamada hedef genişletmemeye çalışmaktadır. Darbelerini cemaati her alanda temizlemeye ve bu arada köklü kurumsal düzenlemelerle düzen ordusunu denetim altına almaya odaklamaktadır. 15 Temmuz’dan beri artan kayıplara rağmen henüz Kürt halkı üzerinden savaş naralarına yönelmemesi de bu politikanın bir yansımadır. Bu sinsi ve tehlikeli manevraların yararını da fazlasıyla görmektedir. Düzen muhalefeti yedeğe alınmış durumdadır. Düzen medyası neredeyse koro halinde her bakımdan iktidarın hizmetindir.
Fakat darbe girişiminin yarattığı krizi fırsata çeviren yalnızca AKP iktidar değildir. Özellikle TÜSİAD burjuvazisi de kendi yönünden benzer bir çaba içindedir. 7 Haziran sonrasında emperyalist merkezlerle birlikte AKP-CHP bileşenli bir “büyük koalisyon” peşinde idiler. O zamanki hedef Tayyip Erdoğan’ı geri plana itmek ve birikmiş sorunları parlamentoda güçlü bir mutabakatla çözüm yoluna sokmaktı. Şimdi ise darbeye karşı çıkmış olmanın güveniyle ve darbeden sıyrılmış olsa bile zayıflığı açığa çıkmış, bu nedenle de uzlaşmaya açık görünen Tayyip Erdoğan liderliğinde bir “milli mutabakat” durumu yaratmaya çalışıyorlar. CHP’nin Tayyip Erdoğan ilişkilerini hızla yumuşatması aynı zamanda bu eğilimi görmüş olmasından dolayıdır.
Darbe girişimiyle birlikte oluşan yeni güç dengesi ortamında yaşanan bu gelişmeler günden güne daha bir açıklık kazanacak ve üzerinde bundan sonra nasılsa durulacaktır. Şimdilik şu kadarını söylemekle yetinelim: Darbenin baş hedefi olan ve bunun sağladığı mağduriyeti en iyi biçimde kullanarak, krizi kendi dinci rejimini nihayet kurabilmenin bir fırsatına çevirmeye çalışan Tayyip Erdoğan ve şürekasının halihazırdaki hummalı faaliyeti yanıltıcı olmamalıdır. Dinci darbe girişiminin açığa çıkardığı devlet krizi tüm dengeleri bozmuştur ve bu beraberinde yeni saflaşmaları, yeni güç ilişkilerini ve elbette çatışmalarını getirecektir. Tayyip Erdoğan iktidarının halihazırdaki girişimleri kısa dönemli olarak ona belli bir güç kazandırıyor gibi görünse bile gerçekte bunlar normalleşmeyi sağlamak bir yana yıllardır sürmekte olan rejim krizini daha da derinleştirecek türdendir.
Darbe ve sol hareket
Darbe girişimi devrimci ve sosyalist olmak iddiasındaki solun zayıflıklarının görülmesine yalnızca yeni bir vesile oldu. Solun bu kesiminin belirgin biçimde güçsüz, olayların gidişini etkileyecek toplumsal dayanaklardan ve bu türden sarsıntılara dayanaklı örgütsel yapılardan yoksun olduğunu görebilmek için darbe girişimine gerek yoktu. Yine de olup bitenler bu yapısal zayıflıkların anlamını ve ağır yıkıcı sonuçlarını daha iyi değerlendirebilmek için yararlı bir vesile olmuştur.
Kuşkusuz bunlar çözümü kısa dönemli sorunlar değildir. Ama doğru devrimci bir perspektifiniz ve buna uygun bir pratik yöneliminiz yoksa eğer aradan yıllar geçse de sonuç değişmez. Perspektif sorunundan hiçbir biçimde genel teorik bakış açısını, programı ya da devrimci bir stratejiyi kastetmiyoruz. Bunlar kuşkusuz çözümü temel önemde sorunlardır; ama gereklerini pratikte tüm mantıksal sonuçlarına götürülebilmek kesin şartıyla.
Dün olduğu gibi bugün de en hayati ve çözücü halka devrimci sınıf yönelimidir, devrimci bir sınıf hareketinin gelişimi için varını yoğunu ortaya koyabilmektir. Bugünün Türkiye’sinde devrimci bir programın ve stratejinin anlam bulabileceği, devrimciliğin tutunabileceği, kendini üretebileceği, güç yaratabileceği ve dolayısıyla olayların gidişatını etkileme olanağı kazanabileceği biricik alan burasıdır. Sınıflar mücadelesi buradan geliştirilebilir, devrimci sınıf mücadelesi zemini ancak ve ancak buradan kazanılabilir. Bunun dışındaki tüm diğer alanlar sizi yalnızca toplumun modern eğilimli ara burjuva katmanlarına, onların bu düzeninin temelleri ve temel kabulleriyle kolayca bağdaşabilecek hassasiyetlerine götürür. Bundan da reformizmin her biçimi çıkar, ama devrimcilik asla.
Kendisine yönelen darbenin boşa çıkarılmasını bir karşı darbeye çevirmek yönelimi ve çabası içindeki bir dinci gerici iktidara karşı acil mücadele görevleri düşünüldüğünde burada tartıştığımız sorunlar fazla genel ve uzun vadenin konusu gibi görünüyor. Fakat sorun da tam olarak budur. Yapısal zayıflıklarımızın kısa dönemli çözümleri yazık ki yoktur. Stratejik çözücülüğü olan yönelimler içinde olunmadıkça, güncel gelişmelere kendi içinde taktik yönelimlerle devrimci yanıtlar üretebilmek olanağı da yoktur. Bu bir açmaz olmaya devam eder ve bu durumda olanları düzen çatlaklarından yararlanma adı altında burjuva politikasının şu veya bu kulvarında saf tutmaya mahkum bırakır. Halihazırdaki “en geniş demokrasi cephesi” söylemleri, “darbe mekaniğine karşı barış” yönelimi, laiklik savunusu vb. konum ve tutumlar bunun bir yansımasıdır.
Değerlendirmelerinin bu yönü kamuoyuna fazlaca yansıtılmamış olsa bile siyasal sürecin muhtemel seyri kapsamında Tayyip Erdoğan’ı bertaraf etmeye yönelecek Amerikancı bir askeri darbe, TKİP V. Kongresi’nin önemli tartışma temalarından biriydi. Ve kamuoyuna yansımış bulunan şu türden değerlendirmeler, tam da böylesi gelişmelere devrimci yanıtlar geliştirebilme kapsamında ortaya konulmuş, partimiz de dahil devrimci olmak iddiasındaki sol hareketin bu konudaki güncel açmazları vurgulanmıştı:
“... Mevcut krize devrimci alternatif geliştirmek, kuşkusuz programatik ve stratejik bir çerçevede, ama tümüyle pratik bir sorundur. Ortaya koyduğunuz çözüm alternatifinin pekala bir toplumsal mantığı, bir sınıfsal karakteri olabilir. Ama bu da kendi başına hiçbir şeyi çözmez. Asıl önemli ve tayin edici olan, bu çizginin toplumsal hayatın içinde kendi gerçek dayanaklarından güç alabilmesidir, maddi sınıfsal bir temel üzerinde ete kemiğe bürünebilmesidir. Bu olmadığı sürece sözünüzün gerçek siyasal yaşam içinde bir yeri, bir etkisi, işlevi olamaz. Ya elleri böğründe kalırsınız, ya da ne edip edip olayları etkilemek adına gerçekte başka güçlerin eklentisi haline gelirsiniz, onların çözüm çizgisinin dolgu malzemesi olursunuz. Ayaklarınızı temsil etmek iddiası taşıdığınız toplumsal alana basmadıkça, sırtınızı salt en ileri kesimleri şahsında da olsa devrimci bir sınıfa dayamadıkça, sınıf mücadelesi sürecindeki desteğini buradan alan bir siyasal güç odağı haline gelmedikçe, güncel krizlere pratik değeri olan çözümler sunamazsınız...” (TKİP V. Kongresi Açılış Konuşması... / Parti, Sınıf ve Siyasal Mücadele)
Halen güçlü ve etkili bir dinsel gericilik odağı olan AKP’nin, son gelişmelerden de en iyi biçimde yararlanarak, başarısız dinci faşist darbeyi başarılı bir başka dinci faşist darbeye çevirmek çabasının göğüslenmesi kuşkusuz acil bir güncel görevdir. Ama gerçekten devrimci olan bir parti, bu çabaya kendi yönünden en anlamlı katkısını, kendi bağımsız devrimci konum ve kimliğini koruyarak ve kendi stratejik yönelimleri doğrultusundaki çabalarını yoğunlaştırarak sunabilir ancak. Öteki her şey şu veya bu burjuva siyasal yönelimin eklentisi olmaktan öte bir anlam taşımaz.
EKİM
(Türkiye Komünist İşçi Partisi Merkez Yayın Organı Ekim'in Ağustos 2016 tarihli 303. sayısından alınmıştır...)
www.tkip.org