Brezilya’da eski devlet başkanı Dilma Roussef’i 2016’da deviren “Amerikancı sivil darbe”nin ardından 7 Ekim’de ilk devlet başkanlığı seçimleri yapıldı. İlk turu faşist aday Jair Bolsonaro şaşırtıcı bir oy oranıyla önde bitirdi. Yakın zamana kadar Brezilya’daki küçük partilerden biri olan Sosyal Liberal Parti’nin adayı Bolsonaro 49 milyon seçmen desteği ile oyların yüzde 46.3’ünü, İşçi Partisi (PT) adayı Fernando Haddad ise 31 milyon seçmen desteğiyle oyların yüzde 28.9’unu aldı. Demokratik Emek Partisi başkan adayı Cido Gomes yüzde 12.5 oy alırken, Sosyalizm ve Özgürlük Partisi’nden (PSOL) kadın aday olan Guilherme Boulos ise ancak yüzde 0.6 düzeyinde bir destek elde edebildi.
Sandığa gitmeyen ve boş oy atan seçmen sayısının neredeyse Bolsonaro’ya verilen oy sayısına eşit olduğu ileri sürülüyor. Adaylardan biri yüzde 50’den fazla oy alamadığı için ikinci tur seçimler 28 Ekim’de yapılacak.
Brezilya’daki sağ dalgayı kırmak için, Bolsonaro kastedilerek, “Ele Nao” (O olmaz) şiarıyla birleşik bir anti-faşist cephe kuruldu. Bu cephenin seçim sonuçlarında belirleyici olacağı umut ediliyordu. Zira Brezilya’da kadın hareketi yıllardır toplumsal mücadelenin önemli bir dinamiğini oluşturuyor. Bu dinamiğe yaslanarak, kadın dernekleri başta olmak üzere birçok sivil toplum örgütü “Ele Nao” (O olmaz) şiarıyla protestolar örgütlediler.
Faşist aday Bolsonaro’nun büyük zaferi
Geçmişte Brezilya ordusunda yüzbaşı olarak görev yapmış olan Bolsonaro faşist askeri diktatörlük dönemini savunan ve işkenceyi meşru sayan bir faşist. Büyükbabası bir Alman ve Adolf Hitler’in askeri. Lisenin ardından askeri eğitim alan ve orduda paraşütçü olarak görev yapan Bolsonaro, üst düzey subaylar tarafından “hırslı ve saldırgan” olarak tanımlanıyor.
Orduda 17 yıl görev yapan Bolsonaro, oğlunun eşcinsel olması yerine kazada ölmüş olmasını tercih edeceğini söyleyerek her fırsatta eşcinsellere düşmanlığını dile getiriyor. Homofobik, göçmen karşıtı ve kadın düşmanlığı söylemleri ile zehrini açıkça kusan Bolsonaro, Brezilya’nın askeri diktatörlükle yönetildiği 1964-85 yıllarını “görkemli bir dönem” olarak nitelendiriyor. Peru’yu faşist terör rejimi ile yöneten, ilerici ve devrimci hareketlere karşı katliamlar gerçekleştiren Fujimori’yi övüyor. Şili’de faşist cuntanın başkanı olan ve binlerce insanı katleden diktatör Pinochet’nin icraatlarını da cepheden savunuyor.
Seçim kampanyasında ırkçı, milliyetçi, ötekileştirici ve dini söylemleri propagandasının merkezine koydu. Seçim kampanyasını sürdürürken, 6 Eylül 2018’de bıçaklandı. Seçim sonuçlarının açıklanmasının ardından yaptığı konuşmada, “Televizyonda süre alamadığımızı, halen kampanya parası verilmeyen çok küçük bir parti olduğumuzu ve benim de 30 gündür hastanede yattığımı göz önüne alırsak, bu büyük bir zafer” diyen Bolsonaro, bir Trump hayranı ve bu yüzden “tropikal Trump” olarak da isimlendiriliyor.
İşçi Partisi’nin hezimeti
Parlamento kararıyla devrilmeden önce iktidarda olan İşçi Partisi’nin ve diğer merkezi partilerin büyük yolsuzluklarla anılması, yüz kadar milletvekilinin bu nedenle soruşturulması, onlarca siyasetçinin yolsuzluk ve rüşvet suçuyla hapiste olması, eski devlet başkanı Lula da Silva’nın da yolsuzluk nedeniyle hüküm giyerek seçimlere katılamaması, İşçi Partisi’nin yaşadığı hezimette elbette rol oynayan faktörler. Ancak hezimetin gerisinde köklü iktisadi, siyasi ve toplumsal sorunlar yatıyor. Latin Amerika’nın 210 milyonluk bir nüfusa sahip olan bu en büyük ülkesinde faşist hareketin yükselişe geçmesinin nedenleri çok boyutlu. Faşist adayın zaferle çıktığı kentler arasında, zamanında yaygın grevlerin yaşandığı ve İşçi Partisi’nin kaleleri olduğu ileri sürülen sanayi merkezleri ile ülkenin en yoksul bölgelerinin de bulunması dikkat çekiyor.
Brezilya’da faşist hareketin adayının aldığı destekte, ülkeyi 13 yıl boyunca yönetmiş olan İşçi Partisi’nin sorumluluğu tartışmasızdır. Brezilya emekçiler uzun yıllardır yıkıcı ekonomik ve sosyal sorunlarla karşı karşıyalar. Derinleşen kriz ve İşçi Partisi hükümetinin uyguladığı politikalar, sosyal eşitsizliklerin büyümesini ve 14 milyon insanın işsizliğe mahkum edilmesini engelleyemedi. 2016 yılından bu yana gündemden düşmeyen rüşvet skandalları da emekçi kitlelerin sabrını taşırdı.
Latin Amerika’da yeni bir sağ dalga
Yüzyılın başından itibaren Latin Amerika’da sol önemli bir canlanma yaşamış, bir döneme damgasını vuran büyük toplumsal hareketliliklerden de güç alarak seçimler yoluyla hükümet olmayı başarmıştı. Venezuela’da Hugo Chavez, Brezilya’da Lula da Silva, Arjantin’de Nestor Kirchner, Bolivya’da Evo Morales, Uruguay’da Vazquez, Paraguay’da Fernando Lugo, Şili’de Michelle Bachelet, Ekvador’da Rafael Correa ve Nikaragua’da Daniel Ortega’nın liderliğinde sol hükümetler birbirini izlemişlerdi.
Chavezler’in, Moralesler’in, Correalar’ın, Lulalar’ın ve Kirchnerler’in, Mujica örneğinde olduğu gibi eski gerilla liderlerinin devlet zirvelerine tırmanmasının yarattığı heyecan ve umut dalgası sadece Latin Amerika ülkeleriyle sınırlı değildi. Bunun yankıları dünya ölçüsünde oldu. Liberal ve reformist solda büyük heyecan ve umutlar yarattı.
Solcu hükümetler Amerikan emperyalizminin siyasi ve ekonomik hegemonyasına karşı bazı adımlar attılar. Neo-liberal yıkıma karşı uyguladıkları sınırlı sosyal politikalarla işçi ve emekçiler lehine kimi iyileştirmeleri başardılar. Bazı alanlarda kamulaştırmalar gerçekleştirildi. Venezuela örneğinde olduğu gibi, emekçi kitleler lehine atılan bu adımlar “21. yüzyıl sosyalizmi” olarak lanse edildi.
Oysa burjuvazinin sınıf iktidarı ve kapitalist özel mülkiyet düzeni yerli yerinde duruyordu. Bunlar aşılmadığı sürece elde edilen kısmi kazanımları ve mevzileri bile korumak olanaklı olamazdı. “21. yüzyıl sosyalizmi” kıtanın işçi ve emekçileri, yoksul halkları arasında büyük bir umut yaratmıştı. Ne var ki atılan adımların sosyalizmle yakından uzaktan bir alakası yoktu. Emekçi kitleler kıtanın sol hükümetleri altında yoksulluğu ve sosyal yıkımı yaşamaya devam ettikleri gibi, ülkeleri büyük yolsuzluk ve rüşvet skandallarıyla da sarsıldı.
Şimdi her şey tersine dönmüş durumda. Kıta genelinde sol dalga geriye çekilirken, yeni bir faşist dalga yeniden yükseliş içindedir. Arjantin, Venezuela, Bolivya, Ekvator, Şili, Brezilya, Peru, “Latin Amerika’nın İsrail’i” olarak tanımlanan Kolombiya, Paraguay, yükselen sağ dalgayla yüz yüzeler. Nikaragua’da sol hükümet düşmekten kıl payı kurtuldu.
Latin Amerika ülkelerini kasıp kavuran işsizlik, güvencesizlik, yoksulluk, geleceksizlik, sosyal haklardan yoksunluk, aşağılanmışlık vb., sözde sol iktidarların ortadan kaldıramadıkları, düzenin temelleri korunduğu sürece de kaldıramayacakları temel sorunlar olmaya devam etti. Emekçi kitlelerde öfke ve hoşnutsuzluğu büyüten bu sorunlar sol hükümetlerin yarattığı hayal kırıklığıyla da birleşince, yeni arayışlara zemin oluşturdu. Bu arayış ve öfke devrimci bir alternatifle kucaklanamadığı ölçüde, bazı ülkelerde faşist hareketin gelişme imkanına dönüşebilmektedir.
Brezilya halen bunun gündemdeki önemli bir örneğidir, ama o tek örnek olarak kalmayacak gibi görünmektedir.