Berat Albayrak’ın ekonomi yönetiminden (ve dahası rejim mimarisinden) tasfiyesi, Erdoğan’ın sadece toplumsal yönden değil, sermaye kesimi açısından da aşınan desteğini onarma yönünde bir tedbir olarak (da) görülmeliydi. İki gün önce, olayın bu yönünü tartışan yazıda büyük sermaye çevrelerinin hükümet politikalarına eleştiri yöneltirken kullandığı bazı kavramların, yeni atanan ekonomi bürokratları tarafından terennüm edilmesine dikkat çekilmişti. “Öngörülebilirlik”, “şeffaflık”, “kurumlar” gibi bazı kavramlar, motamot karşılıklarının ötesinde, bunları mütemadiyen tekrarlayan büyük sermaye sözcülerinin bir tür parolasına dönüşmüşken, yeni Merkez Bankası Başkanı ve Maliye Bakanı’nın da ilk açıklamalarında bu parola ile ‘siftah’ yapması açık bir göstergeydi.
Bugün ise, sermayeye bir diyet ödeme şeklinde gerçekleşen ‘ekonomik pansuman’ın siyasal veçhesi üzerinde duracağız. Nitekim müstakil olarak ele alındığında ekonomi politikalarına ilişkin bir dönüşümün işareti olarak görülebilecek olan Albayrak’ın tasfiyesi; gelip sıkıştığı noktada iktidarın, iç ve dış siyasette de bir tutum ve söylem değişikliğine gitmek durumunda kalacağına dair bir kapsama genişletilebilir. Bu genişletilmiş tez, Erdoğan’ın iki gün önceki AKP grup toplantısı konuşması sayesinde, abartılı/zorlama bir ‘akıl yürütmesi’ olmaktan çıkarak ete kemiğe büründü, kelamı kolaylaştırdı.
* * *
İlk vurgulanması gereken, pazartesi itibariyle ‘yeni’ ekonomi bürokratlarının tekerlemeye başladığı, yukarıda bahsi geçen kavramların Erdoğan’ın konuşmasında da dikkat çekici şekilde tekrarlanmış olmasıdır. AKP grubunda, uzun süredir tanık olmadığımız şekilde düşük tansiyonlu, hırçınlıktan uzak bir tonla konuşan Erdoğan, üç kez “öngörülebilirlik” ve buna bitişik olacak şekilde iki kez de “şeffaflık” ifadelerini kullandı:
“Hazine ve Maliye Bakanımızın ve Merkez Bankamızın yeni başkanının, enflasyon hedeflemesini ve para politikası araçlarını, temel yaklaşımlarımıza uygun şekilde, ŞEFFAF, ÖNGÖRÜLEBİLİR, istikrarlı bir seviyeye en kısa sürede getireceklerine inanıyorum.”
“Elbette tüm bunları serbest piyasa ekonomisi kurallarından taviz vermeden, ŞEFFAFLIĞI ve ÖNGÖRÜLEBİLİRLİĞİ artırmak suretiyle yerli ve uluslararası yatırımcıları harekete geçirerek yapacağız."
“Önümüzdeki aylarda hukuk devleti ilkesini güçlendirme, ÖNGÖRÜLEBİLİR, kolay erişilebilen, hızlı ve etkin işleyen yargı sistemi konusunda yeni adımlar atacağız.”
Bu basitçe bir söylem tekrarı değil, bir tür ‘parola-işaret’ teyididir. Uluslararası ve yerli sermayeye en üst düzeyden “sizin dilinizle konuşmaya başladık” mesajı verilmiştir.
* * *
İkinci nokta, aynı konuşmada –yine uzun süredir rastlanmamış şekilde– “hukuk devleti” vurgusunun yoğunluğudur. Erdoğan, bu konudaki vurgularına, “Yatırımları yeşerten ve bereketlendiren iklimi tesis etmenin, ekonomik büyümeyi, kalkınmayı, refahı ve istikrarı sağlamanın en önemli yollarından birinin hukuk devleti ilkesi olduğunu biliyoruz” sözleriyle başlamıştır. Buradaki “biliyoruz” sözcüğü ‘bu konuda bize daha önce yöneltilen eleştirileri tanıyoruz’ olarak okunmalıdır. Zaten hemen peşinden buna dair bir ‘vaat’ gelmiştir: "Önümüzdeki aylarda hukuk devleti ilkesini güçlendirme, öngörülebilir, kolay erişilebilen, hızlı ve etkin işleyen yargı sistemi konusunda yeni adımlar atacağız.”
Bazı müttefiklerinin ‘altın çağını yaşıyor’ dediği yargının içinde bulunduğu durum; siyasal gücü pekiştiren, itirazları bastıran keyfi bir sopa işlevi görüyordu. Ancak varılan ekonomik tükenmişlik noktasında bu konuda da taviz vermeye açık olduğunun işaretini göstermiştir. Elbette burada temel vurgu, tutuklu gazeteciler, siyasetçiler, insan hakları savunucuları değildir. Sermaye kontrolünden şirketlere el koymaya dek bir dizi başlık altında ve ‘mülkiyet hakkı’ çerçevesinde tartışma yaratan uygulama ve yönelimler konusunda, ‘yatırımlar (para girişi) uğruna’ geri adım atacağını vaat etmektedir. “Ülkemizi yerli ve uluslararası yatırımcılar nezdinde riski az, güveni yüksek, kazancı tatminkar bir cazibe merkezi haline getirmekte kararlıyız” sözleri de bunu vurgulamıştır. Ancak bu vaat, gerçekleşmesi halinde, yargı yoluyla edinilmiş siyasal avantajlar ve ‘rakiplere despotluk’ konusunda da sonuçlar üretecektir, kaçınılmaz olarak. Erdoğan, yatırımlarla demokrasi ve hukuk arasında hiçbir doğrusal ilişki olmadığını bilir ve kendisinin ‘güçlü’ olduğu koşullarda bu bilginin sağlamasını yapmıştır. Ama güç kaybettiği şimdiki gibi bir durumda, bu yatırım-hukuk denklemine iman etmiş gibi görünmesi gerektiğini de bilir. Dolayısıyla, ekonomi politikalarının yanında ikinci taviz alanının hukuk ve yargıya dair olacağı (en azından şimdiki tabloda) söylenebilir. Bu elbette bir ‘demokratikleşme’, ‘hukuk devletinin inşası’ süreci olmayacaktır. Buna ne niyeti ne yeteneği ne de yapabilecek kadroları var. Söz konusu süreçler, al-ver ilişkileri kapsamında gündeme geldiğinde, daha az kafa tuttuğu, pazarlıkta daha ‘zayıf’ olduğunu bildiği süreçler olacaktır. Bunu ‘bildiğini’ muhataplarına bildirmiştir.
* * *
Üçüncü ve belki de en çok sonuç üretecek nokta ekonomik krizden çıkış yükünün toplumun sırtına vurulacağına dair ‘acı reçete’ itirafında gizli. Şöyle söyledi dün Erdoğan: “Dünyanın en güçlü ve zengin ülkelerinin dahi bir sonbahar yaprağı gibi savrulduğu böyle bir dönemde, Türkiye’nin maslahata uygun tedbirlerle yoluna devam etmesi gayet tabiidir. Bunun için, yaşadığımız kritik dönemin ruhuna uygun şekilde, gerekiyorsa devlet ve millet olarak fedakarlık yapmaktan, acı da olsa doğru reçeteleri uygulamaktan kaçınmayacağız."
“Acı reçeteler hatıralarda kaldı” deyip durmaktan “acı reçeteleri uygulamaktan kaçınmayacağız" demeye varan ‘dokunaklı’ bir geri adımdır bu… Ve “Yerli ve uluslararası yatırımcıların kazancını kendi kazancımız olarak görerek, yatırımcılara her türlü kolaylığı gösterecek, desteği vereceğiz” sözleriyle birlikte değerlendirilmelidir. Zaten Türkiye toplumu da kendisine ‘acı reçete’ dendi mi başına ne geleceğini bilir. Emeğiyle geçinenler, küçük üreticiler, esnaf ve zanaatkârlar, çiftçiler, köylüler, bütün olarak halk sınıfları için; o reçetedeki acının kendilerine ilacın ‘başkaları’na gideceği sabittir. Fakat ‘sabit’ olan bir başka şey de her acı reçetenin siyasal sonuçlar doğurduğu gerçeğidir. Erdoğan da bunu bilmektedir elbette. Ama karşı karşıya olduğu tabloda, kendisine dayatılan bu riski üstlenmek zorunda kaldığı, ekonomik yıkımın müstakbel siyasi sonuçlarından kaçamayacağı bir noktaya sıkıştığı anlaşılmalı belki buradan da...
* * *
Berat Albayrak, Erdoğan’ın yönetim ve siyaset üslubunu ekonomide uyguluyordu bir bakıma: Yasaklar, fiili zorlamalar, cadı avları, yargı ve medya gücüyle baskı, rasyonel olmayan, keyfi kararların dayatılması ve tüm bunların sonuçları karşısında sorumluluk üstlenmeme… Bu haliyle, sadece rejimin mühim bir unsuru değil, deseniydi. Albayrak’tan vazgeçmek ve başta sermaye kesimi olmak üzere liberal muhalefetten, uluslararası çevrelerden gelen eleştirilerin diliyle konuşarak “ekonomide girdiğimiz yeni dönem”den söz etmek; bu ‘desen’ konusunda başka pek çok değişime de açık olmak anlamına geliyor.
Ekonomi hakkında birdenbire “muhaliflerinin diliyle” konuşmaya başlayan iktidarın bu kabuk değişimi, ekonomi ile sınırlı kalamayacak kadar keskin bir ‘dönüş’tür. Yargı sisteminde, sosyal politikalarda, toplumla ilişkilerde, siyasal ittifaklarda sonuçlar ve çözülmeler üretecek bir yola, gönülsüz ama zorunlu şekilde giriyorlar. Piyasalar için tatlı dil, toplum için acı reçete vaadi ile çıkılan bir yol bu… Kaçınılmaz siyasal sonuçları olacak. Ama “Türkiye kapitalizmini en ‘öngörülebilir’, en ‘şeffaf’, en ‘kurumsal’, en ‘hukuk devletli’ biz yönetiriz” iddiasının dışına çıkamadıkça mevcut muhalefet de bu sonuçlardan yararlanamayacaktır.
Gazete Duvar / 14.11.20