Bize ne başkasının ölümünden demeyiz
Çünkü başka insanların ölümü
En gizli mesleğidir hepimizin
İsmet ÖZEL
Sabaha karşı hücreye döndüm.
Cenazenin hüznü, otuz saate yaklaşan kesintisiz kelepçenin ağrıları ve açlık grevinin artık kendisini hatırlatmaya başlayan yorgunluğuyla.
Uyuyamayacağımı anlayınca, elim masanın üzerinde bir haftadır beni seyreden Zeynep Sayın’ın “Ölüm Terbiyesi” kitabına gitti. Hücrede kitap kotası uygulandığından bir kitabın ne zaman ve ne kadar benimle kalabileceğini tesadüfler belirliyor. İyi ki bu kalmış.
Babam seksen bir yaşındaydı, ben neredeyse elli oldum. Kendi halimize bırakılsaydık her ikimizin de diğerinin ölümünü şefkat ve metanetle karşılayabileceği yaşlar bunlar. Belki de sadece bu nedenle kendimi ağır bir kişisel hakarete uğramış gibi hissederek oturdum kitabın başına. Satır aralarındaki listeyi takip ederek sabahı hayali bir mezarlıkta karşıladım:
Doksan bir gün aç kalarak elde edebildiği oğlunun mezarı başında oturan Kemal Gün’ü,
Şırnak’ta yirmi dört kurşunla katledildikten sonra cesedi zırhlı araca bağlanıp sokak sokak gezdirilen Hacı Lokman Birlik’i,
Gömülmekten mahrum bırakılarak cezalandırılmaya kalkışılan kardeşi Polyneiks’in mezarında yatan Antigone’yi,
Sokak ortasına vurulup, sadece kendi acılı çocuklarını değil, kendisini ortadan kaldırmaya gelecek ilk “insanı” bekleyen Taybet Anayı,
Polonya’dan Arjantin’e kepçeyle toplu mezarlara yığılmış halkları,
Yerleri belli olmasın diye üzerlerine isim bile konmadan idam sehpalarının yanına gömülmüş eski başbakan ve iki arkadaşının İmralı’daki yerlerini,
Taşlarına isim yerine birer numara lütfedilmiş gerilla mezarlarını,
“Hain mezarlığı” yaptık, oraya gömeceğiz, namazını da kıldırmayız diye itilip kakılan cemaat ölülerini,
Mezarından çıkarmaya zorladıkları annesini bir kez daha gömmek zorunda bırakılmış Aysel Tuğluk’u,
Gece yarıları, otomobil farlarının ışığında gömmeye zorlandığımız; cenazelerine gazla, suyla, copla saldırılmış müvekkillerimi, dostlarımı, sevdiklerimi düşünerek sabahı ettim.
Bana ve babama yapılan saygısızlığın; aslında ait olduğu çürümüş ahlakın, egemenlerin ölüm terbiyesinin bir parçasından ibaret olduğunu hatırlayarak kişisel olmaktan çıkardım. Bir nebze ferahladım.
Benzer bir ferahlamayı mezarlık camiinin gasilhanesinde de hissetmiştim. Otuz küsur yıl sonra ilk defa namaz kıldım. Lavabonun bulunduğu daracık sofayı copları ve bedenleriyle dolduran jandarma timine hayretle bakarak; “Abdest alacak sadece, telaşlanmayın…” diyen imamla ilgili bir ferahlık. Uzun yıllar önce inancımı tamamen yitirdiğimi söyleyince; “Kaybedilen bulunmak içindir, bak yok demiyorsunuz kaybettim diyorsunuz, endişelenmeyin” diye yüzünde kocaman bir gülümsemeyle önce bana sonra da bir imama bunun söylenebilmesinden dehşete düşmüş görünen jandarmalara baktı. Şefkat bu kadar kolay.
İyi ki bunların içine doğdum, iyi ki “Ölmeden önce ölünüz.” çağrısına uyup devrimci oldum. Kalenderilerin, Babailerin, Celalilerin, Bedrettinlerin bizde sürüp giden ahlakının bana hâlâ bu ümmetin orta yerinde isyan edebilmek ve bu ümmeti hâlâ sevebilmek imkanı tanımasına mutlu oldum.
Kendisini herhalde Çamlıca sırtlarına kaçak yaptırdığı “Selâtin” camii ve etrafına çöreklenmiş birkaç televizyon vaizi Ebu Suud karikatürünün fetvasıyla hesaptan kurtarabileceğini uman; terbiyesini bozmuş Emir’lerine rağmen umut var.
Olup bitene öfkelendiğinizi, yazdığınızı, çizdiğinizi, paylaştığınızı avukatlarım anlattı. Beni yalnız bırakmadığınız, bunların kiri paçamıza sıçradıktan sonra, beni kendi ölüm terbiyemizle, dayanışmayla temizleyip teselli ettiğiniz için minnettarım.
Sizin ömrünüz uzun kayıplarınız geç olsun.
Sadece bu çürümüş, yoz ahlakın pisliğinden korumak için bile olsa isyan etmek zorundayız. Kazanmak zorundayız.
Biz kazanacağız.
Gazete Duvar / 12.02.19