Madımak Faciası üzerine söylenecek her şey söylendi; yazılması gerekenlerin pek çoğu da yazıldı. Yeni şeyler söyleyecek; bilinmeyen olguları açıklayacak değilim.
Facia sırasında ve sonrasında devlet aygıtının sorumluluk derecelerini, araştırıcılar ve Madımak kurbanlarının yakınları, temsilcileri, avukatları yıllardan beri incelemekte; ortaya koymaktadır. Ben, sadece, facianın hemen sonrasında iktidar ve siyaset çevrelerinin olaya ilişkin demeçlerine, teşhislerine dikkat çekeceğim. Sadece bu söylemler dahi, bence, Türkiye’yi adım adım İslamcı faşizmin eşiğine taşıyan tehlikeli gidişin ön-işaretlerini taşımaktadır.
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’le başlayalım: Linç girişiminin ciddiyeti ortaya çıktıktan sonra, "halkla güvenlik güçlerini karşı karşıya getirmeyiniz" talimatını verdiği biliniyor. Güvenlik güçlerine verilen bu talimattaki “halk” sözcüğü ile, elbette şeriatçı güruh kastedilmiştir.
Peki, öldürülen 33 aydın, sanatçı ve can pazarından sağ kurtulanlar? Demirel, onları “tahrikçiler” olarak görüyor: "Ağır tahrik var. Bu tahrik sonucu halk galeyana gelmiş... Güvenlik kuvvetleri ellerinden geleni yapmışlardır... Karşılıklı gruplar arasında çatışma yoktur. Bir otelin yakılmasından dolayı can kaybı vardır. Olay münferittir."
Balık baştan kokar. Bu söylem, diğerlerine de yol gösterecektir.
Başbakan Tansu Çiller de şeriatçı güruhun “selameti” ile ilgili olduğu için gelişmelerden hoşnuttur. Bu güruh da “halk” olarak nitelendirilecektir: "Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir.”
DYP’li İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu da,“halk” teşhisine katılmakta; bunları galeyana getiren “ötekilerle” ilgilenmekte ve baş tahrikçiyi teşhis etmektedir: "Aziz Nesin'in halkın inançlarına karşı bilinen tahrikleriyle halk galeyana gelerek tepki göstermiştir. Aziz Nesin hakkında da soruşturma açılabilir."
Ana muhalefetin (ANAP’ın) lideri Mesut Yılmaz geri kalmayacaktır: “Devletin valisi, yüzde 99’u Müslüman olan Türkiye’de halkımızın dini değerleriyle alay eden bir konuşmacıya karşı tepkisiz kalmışsa, milletin o valiye güvenmesini bekleyemezsiniz. Fikir özgürlüğünün halkımızın mukaddes değerlerine karşı kullanılmasına hiçbir şekilde kayıtsız kalamayız.”
Ne yazık ki, SHP Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü de 3 Temmuz’da aynı söyleme katılacaktır: “Güvenlik güçlerimiz vatandaşlarımızın zarar görmemesine dikkat ederek olayları kontrol etmeye çalışmışlardır.” Burada “zarar görmemesine özen gösterilen vatandaşlar” ifadesi, Demirel’in “halk” sözcüğüyle kastettiği cihatçı güruhtur.
Erdal İnönü’ye haksızlık yapmayalım. Linç girişiminden haberdar olduktan sonra “bazı yetkilileri” aradığını ve Madımak’takilere telefonla "en kısa zamanda takviye güç gönderileceği, kimsenin kılına dahi zarar gelmeden kurtarılacakları" mesajını verdiğini daha sonra Aziz Nesin’den öğreniyoruz. Ne var ki, “yetkili makamların güvencesi”nin boş çıktığını ertesi gün fark eden İnönü, “zarar görmeyen vatandaşlar” ile ilgili yukarıdaki talihsiz demeci verecektir.
Erdal İnönü, sonraki yıllarda Madımak Faciası’nın sorumluluğunu üstlenmiştir. Oral Çalışlar’a, "olaylara geç müdahale edilmesinde Cumhurbaşkanı Demirel, Başbakan Çiller ve Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in de benim kadar sorumluluğu var” açıklamasını yapmıştır.
Bu “itiraf”ta Genelkurmay Başkanı’nın yer alması, sözü geçen “güvence”nin adresi olarak da yorumlanabilir. Bu “adres” üzerinde de yeterince değerlendirme yapıldığını tahmin ediyorum.
“Aziz Nesin’in Sivas konuşmasında Müslümanların dinî değerleriyle alay ettiği” iddiası da doğrudan doğruya yalandır. Nesin’in konuşma metni olduğu gibi yayımlanmıştır ve Alevi kültürü, inançlarıyla ilgili bir söyleşiden ibarettir. Şeriatçı güruhun iddia ettiği ve siyasetçilerin benimsediği herhangi bir “tahrik” öğesi yoktur. Linç girişimi, Nesin’in, Salman Rüştü’nün Şeytan Ayetleri üzerinde daha önce yazdıkları bahane edilerek önceden örgütlenmişti.
***
Madımak Faciası’nın gerçekleştiği tarih anlamlıdır. Temmuz 1993’te Türkiye, 12 Eylül karanlığından çıkma arayışı içindeydi ve darbecilerin yasakladığı iki siyasetin, DYP ve SHP’nin koalisyonu tarafından yönetiliyordu.
1980 sonrasında askerî faşizmin, 1982 Anayasası’nın ve bu dönüşümlerin uygulayıcısı olan ANAP iktidarının ana gündemi, “Türkiye demokrasisinin altın çağı” olan 1960’lı-1970’li yılların siyasi, ideolojik ve toplumsal kazanımlarını kalıcı olarak tasfiye etmekti. Öncelikli hedeflerin ilk sırasında, sola dönük tüm akımların, sendikal, sosyalist, devrimci örgütlenmelerin yasaklanması; kadrolarının etkisizleştirilmesi yer almaktaydı.
Cunta, meşruiyet arayışını İslamcı akımlara açılımlarla desteklemeye çalıştı. İmam-Hatip okullarının, Kur’an kurslarının sayıları hızla artırıldı ve 1982 Anayasası, din derslerini ilk ve ortaöğretim kurumlarında zorunlu hale getirdi. Ne var ki bu adımlar, yasaklanan Merkez-Sağ siyasetçiler tarafından desteklenmedi. Bu siyasetin ana temsilcisi olan Adalet Partisi’nin liderleri, başta Süleyman Demirel, 12 Eylül rejimine ve onu büyük ölçüde benimseyerek devralan ANAP iktidarına karşı çıktı.
Turgut Özal 1987’de siyasi yasakları sürdürme referandumunu kaybetti ve “12 Eylül karanlığına son verme” fırsatı böylece doğdu. Temmuz 1993’e kadar uzanan sonraki altı yıl, bu fırsatın kullanıldığı aşamaları gösterir.
1987 genel seçim sonuçlarında, siyasetin zirvesi, Orta-Sol (SHP ve DSP) ve Merkez-Sağ (DYP) muhalefet ile 12 Eylül’ün ve 1982 Anayasa düzeninin ürünü olan ANAP arasında (bu üç akım seçmenlerin yüzde 90’ını toplayarak) saflaşmıştı. İslamcı ve faşizan sağ ise marjinalleşmişti.
1980 sonrasının emek-karşıtı, neoliberal bölüşüm politikalarının rövanşı, işçi sınıfının 1989’da başlattığı Bahar Eylemleri dalgasıyla alındı. Bu dalga, 1989 yerel seçimlerinde SHP’yi birinci parti yaptı; ANAP büyük kentlerin tümünde belediyeleri kaybetti. 12 Eylül karanlığının sola açılarak aşılma fırsatı böylece doğmuştu. Bu tarihte, Türkiye’nin emekçi sınıfları sol siyasete daha yakın durmaktaydı. Halk sınıfları saflarında siyasî İslam, henüz kök salmamıştı ve 1970’li yılların devrimci birikiminin izleri hâlâ yaşanmaktaydı. Türkiye siyasetinin, on yıl önce sol akımların belirleyici olduğu yelpazeye yaklaşma fırsatı mevcuttu.
12 Eylül karanlığının sol siyaset öncülüğünde aşılma fırsatı 1991 seçimlerinde kaçırıldı. Orta-Sol partilerin bölünmüşlüğü ve sınıfsal muhalefetten uzak durmaları, halk sınıflarını kararsızlığa savurdu. Demirel (DYP) / İnönü (SHP) koalisyonu bu sürecin uzantısıdır. Yine de askerî faşizmin baskısını yaşamış olan bu iki partinin, ekonomik ve sosyal politikalarda değilse bile, insan hakları ve siyasî plüralizm alanlarında demokratik bir programı sahiplenme; hayata geçirme seçeneği hâlâ gündemde görünüyordu.
Bence, Madımak Faciası’nın kendisi değil; ama siyasetçilerin Sivas’ta patlak veren şeriatçı şiddete karşı gösterdikleri tepkiler, demokratikleşme gündeminin geçersizliğini göstermiştir.
İslamcı siyasetle göbek bağları bilinen Özal’ın partisinin (ANAP liderinin) Madımak güruhuna örtülü desteği şaşırtıcı değildir.
Şeriatçı güruha karşı Temmuz 1993’teki hoşgörüsü hangi Süleyman Demirel’i hatırlatıyor? 12 Eylül sonrasında gösterdiği demokratik direnme çizgisini mi? 1970’li yıllarda faşizan ve İslamcı sağ partiler (MHP ve MSP) ile oluşturduğu Milliyetçi Cephe çizgisini mi? Şüphesiz ikincisini…
Devam edelim: 1968’de bir AP Kongresi’nde, öğrenci eylemlerini ve yürüyüşlerini eleştirenlere karşı “memleketimiz hareketlenmiştir; gösteriler yapılıyor diye asabımız bozulmamalıdır; sokaklar eskimez, takati olan yürür” (veya “sokaklar yürümekle eskimez”) tepkisini gösteren bilge Demirel’i mi? Çorum kıyımında CHP’yi suçlayan; faşistlerin zincirleme cinayetleri karşısında “bana milliyetçiler suç işliyor dedirtemezsiniz” çıkışını yapan Başbakan Demirel’i mi? Hiç şüphesiz ikincisini…
DYP’li Başbakan ve İçişleri Bakanı da Temmuz 1993’te Cumhurbaşkanı Demirel’i doğal olarak izlediler. Sonraki yılların Merkez-Sağ platformunu da bu yöneliş belirledi. Tansu Çiller’in derin devletin cinayetlerini açıktan destekleyen ve MSP-DYP koalisyonuna giden çizgisinin, sözünü ettiğim “ikinci Demirel”den ilham aldığı söylenebilir.
Daha da önemlisi, Temmuz 1993’te Başbakan Yardımcısı İnönü’nün de Demirel’den etkilenmiş olmasıdır. CHP / SHP / DSP tarafından temsil edilen Cumhuriyetçi siyasetin 1960 sonrasında İslamcı siyasetle ve şeriatçı şiddetle ilişkileri, elbette Erdal İnönü ile başlamaz. 1973’te CHP-MSP koalisyonu aşamasında İslamcı siyasetin anti-demokratik (şiddete yatkın) özü henüz algılanmamıştı; anlayış göstermek mümkündür. Bir yıl sonra, koalisyon hükümetinin Af Yasası TBMM’de görüşülürken MSP milletvekilleri oylarıyla, 141-142. madde hükümlülerini af dışında tuttular. Böylece de, Türkiye’nin demokratikleşmesinde Cumhuriyetçi ve siyasi İslamcı akımların anlaşamayacağı ortaya çıktı. Cumhuriyetçiliğin özünde demokratlık vardır. Siyasî İslam ise, bu özden yoksundur.
Madımak Faciası’ndan on beş yıl önce Kahramanmaraş’taki Alevi kıyımını örgütleyenlere karşı CHP hükümetinin teşhisi doğruydu: Cinayetler, “dinî duyarlılıkları olan halk” değil, laik düzene karşı çıkan silahlı çeteler tarafından işlenmişti. Bu algılama nedeniyle sıkıyönetim ilan edilmişti. Soruşturma ve davalardan beklenen sonuçları alınmamıştı; ama, en azından, temel teşhis doğruydu. Temmuz 1980’de Demirel hükümeti döneminde gerçekleşen Çorum Alevi kıyımı sırasında da CHP’nin doğru teşhis yaptığı malumdur. Bu iki kıyımda, faşizan örgütlerin, sahte haberlerle İslamcı temaları kullanarak şeriatçı güruhu kullandığı malumdur ve 1993 Sivas eylemiyle benzerlik ortadadır.
Temmuz 1993’te siyaset çevreleri bu türden bir teşhis yapmaktan bilinçli olarak kaçtıkları için, Türkiye’nin İslamcı faşizm güzergâhına sürüklenmesinin ilk adımlarından birini attılar.
Temmuz 1993’te ortaya atılan “Müslüman halk ve tahrikçiler” karşıtlığına dayalı söylem, artık yerleşmiştir. Türkiye siyasetine, egemen ideolojiye damgasını vurmuştur. Bu nedenle Madımak davasının zaman aşımı gerekçesiyle kapanması sonrasında Başbakan Erdoğan, “milletimiz için, ülkemiz için hayırlı olsun” diyebilecek; dahası, mahkum yakınlarının mağduriyetini vurgulayacaktı.
Çeyrek yüzyıl önce Erdal İnönü’nün, gönülsüzce “vatandaşlarımız” diye adlandırdığı şeriatçı saldırganlar, Cumhuriyetçi siyasetin temsilcisi olarak bilinen CHP’nin bugünkü resmî söyleminde de gözetilmesi, tedirgin edilmemesi, desteği aranan saygın bir akımın temsilcilerine dönüşmüştür.
Ben de bu hazin yıl dönümünde, çeyrek yüzyıl önce kaybettiğim iki dostumu, Asım Bezirci ağabeyimi ve Metin Altıok kardeşimi sevgiyle, hasretle anıyorum.
soL / 06.07.18