Marksist Kürt şair Cegerxwin’in 1973’te yayımladığı aynı adlı şiirini, bir siyasî lider değil, sıradan bir “şivan” (çoban) olarak dillendirdiği için de her kesimden Kürtlerin ilgisini çekmeye başlamıştı.
Sesi o kadar büyüleyiciydi ki, tıpkı Patrick Süskind’in “Koku” romanının kahramanı Jean-Baptiste Grenouille’in idam sehpasına çıkarken kalabalığın üstüne serptiği parfümün yarattığı etki gibi, Kürtleri kendinden geçiriyordu.
Rivayet mi hakikat mi, bilinmez ama Saddam güçleriyle çatışma sırasında yaralanmış bir pêşmergeyle ilgili anlatı bu “kendinden geçme” halini çok iyi özetliyor.
Vücudundaki kurşunun çıkarılması gereken pêşmergenin imdadına koşacak ne bir hekim ne de morfin vardır. Acısından inleyen yaralı, arkadaşlarından Şivan’ı çalmalarını ister. Her daim hazır olan teyp getirilip kaset dönmeye başlarken, pêşmerge kendinden geçer ve vücudundaki kurşun çıkarılır…
"Em Kurdin!"
Varlıkları bile kabul edilmeyen, dil ve kültürleri inkâr edilen Kürtlerin “biz kimiz” sorusunun etrafında hızla birleşmeye başlamaları son derece manidar.
Devletin “Kürt aslında Türk’tür” diskurunun gündelik hayatta tebarüz eden ceberrut yüzüyle karşılaşıp hane ferdine kadar bölünmüş, parçalanmış olan Kürtlerin, isyana yönelmesi için “kîne em” sorusuna yanıt vermesi ama önce birinin bunu, kulak kabarttıracak kadar etkili bir sesle dillendirmesi gerekiyordu.
Nitekim Kürtler, 1980’ler gelindiğinde, büyüleyici sesi ve sahnedeki performansıyla peyda olan “çobanın” “biz kimiz” sorusuna önce korka-ürke, sonra da yüksek sesle yanıt vermeye başladılar: “Emin em Kurdin!” (Biziz, biz Kürdüz!)
Cegerxwîn’in “Kine em?” şiiri, Kürtleri tarihleriyle birlikte tarif eden olağanüstü bir destan olarak Şivan’ın aynı olağanüstülükteki sesiyle buluştuğunda, Türkiye’de Kürtler yeni bir isyan hareketine akın akın dâhil olmaya başladılar.
Cegerxwin “Kine em?” sorusuna aynı şiirde şu cevabı veriyordu: “Cotkar û karker/ Gundî û rênçber/ hemû proleter/ Gelê Kurdistan.” (“Çiftçi ve işçi/ köylü ve emekçi/ tümden proleter/ Kürdistan halkı).
1980’lerin ortalarına gelindiğinde, “tümden proleter” Kürt kitleleri üzerindeki tesiri belirgin bir artış gösteren PKK militanlarının uğradığı her köye, Şivan Perwer’in sesi çoktan ulaşmış, “biz kimiz” sorusuna da malûm cevap verilmişti.
Zaten daha ziyade bu soruya yanıt verebilmiş gençlerin PKK’ye katıldığını söylemek yanlış olmaz. Bu açıdan PKK’nin örgütlenme ve kitlelere kendini anlatma konusunda bir hayli işlevsel bir figürdü Şivan’ın müziği.
Hatta Şivan’ın PKK’li olması halinde Kürdistan’ın kurtuluşunun çok kolay olacağı, 1990’lı yıllar boyunca hayranları tarafından çok sık dillendirilirdi. PKK militanları çoğunlukla yoksul Kürt ailelerinden geliyor ve köylüler onları “karker” (işçi) olarak sıfatlandırıyordu.
Şivan’ın müziğinde de hep o “karkerin” hawarları, çığlıkları, sızıları haykırılıyordu. Ne var ki Şivan ısrarla çığlığını attığı işçiyle aynı safa geçmiyordu.
Bir şarkı, bir mermi
1999’da Roma’da bulunduğu sırada Abdullah Öcalan, yılbaşı akşamını Şivan Perwer ve Kürt yazar Mahmut Baksi’yle geçirmek ister.
Görüşme sırasında Baksi, Öcalan’a bunun sebebini sorunca şu yanıtı alır: “Ben bu yola şarkılarla başladım… Benim arzum, sanatsal hünerdir. İyi şarkı söyleyen biri, benim nazarımda yüz komutandan daha önemlidir… Sanata dökülen bir söz, bir merminin yüzde yüz hedefini bulması gibidir… Şivan, Ankara’da hem sesiyle hem de emeğiyle bizimleydi. Etle tırnak gibiydik. Fakat ‘Beko’, bizi birbirimizden uzaklaştırdı. Tabii bazı ahmak Kürtlerin de bunda etkisi oldu, bizim de kusurlarımız oldu… Şivan’ın geldiğini öğrendiğimde, ‘bu çok iyi oldu’ dedim. Biz artık manevi bir birlik yarattık. Manevi birlik olmadan savaş yürümez.”
Öcalan’ın “bizi birbirimizden uzaklaştırdı” dediği ‘Beko’, Kürtler açısından hısmı hasma çeviren kötü karakteri temsil eder.Kürt efsanesi Mem û Zin’de, sevgililerin kavuşmasına mani olan ‘Beko’ karakteri, siyasî ayrışmaya sebebiyet veren kişiler için yıllardır kullanılan sıfatların başında geldi.
Öcalan’la Şivan’ın arasına giren “Beko”nun kim olduğunu kestirmek pek mümkün değil. Öcalan’ın bu konuda işaret ettiği bir isim/kesim de yok.
Ancak Kürt hareketinin sesine çok ihtiyaç duyduğu dönemlerde Şivan’ın “siyaset üstü” bir şahsiyet olarak konumlanmayı tercih etmesini PKK ve onun tabanını oluşturan Kürtler hiçbir zaman sindirmedi.
Fakat Öcalan’ın işaret ettiği “kusurun” temelinde, PKK’nin de üzerinde bina edildiği “Kîne em” sorusuna da en güçlü yanıtı veren Şivan’a olan derin hayranlık ve sevgi yatıyordu.
Ortada tuhaf bir ilişki vardı; bir taraftan Kürtleri, kölelik düzenine başkaldırmaya çalışan bu adam, kalplerinde kurduğu tahtta ısrarla oturmayı reddediyordu.
Öbür yandan da Kürt hareketi, nasıl ki John Steinbeck’in “Fareler ve İnsanlar”ında tavşanı severken boğan Lennie Small gibi, Şivan’a olan sevginin “karşılığını” bulmak için de olsa, zaman zaman onu hedef alan açıklamalar yapıyor, konserlerini protesto ediyordu.
Tatlıses-Perwer düeti mi düellosu mu?
1980’lerden ‘90’ların sonuna kadar köyleri basan askerler, meydanda topladıkları köylülerden üç şey isterdi: “Kaçakların, silahların ve kasetlerin yerleri!” PKK’ye yardım ettikleri için aranan “kaçaklar” yakayı ele vermemek için silahlarını da alıp dağların yolunu tutarken, Kürt sanatçılarının kasetleri ise toprağın altına gizlenirdi.
Evlerde teyp “yakalayan” askerler “teybiniz var da kasetleri nerede” diye sorunca, tedbiren evde tutulan İbrahim Tatlıses’in kasetleri gösterilirdi. Dahası, Şivan Perwer’in sesi, çoğunlukla Tatlıses’in kasetlerinde gizlenirdi.
Üzerinde “Ben İnsan Değil miyim?”, “Ah Keşkem”, “Ben de İsterem”, “Fosforlu Cevriyem” yazan kasetlerin içinde genellikle Şivan Perwer’in “Govenda Azadixwazan” (Özgürlükçülerin Halayı), “Hevalê Bar Giranim” (Yüküm Ağır Yoldaş), “Herne Pêş” (Haydi İleri) “Kîne Em”, “Helebçe”, “Gelê min Rabe” (Ayaklan Halkım) gibi albümleri vardı.
Kürdistan Bölgesel Yönetimi lideri Mesud Barzani ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır’da gerçekleştireceği görüşmede eğer sembolik bir anlam aranacaksa, tam da Perwer ve Tatlıses’in bir araya gelmesinde veya getirilmesinde aranmalı.
Bir kere güncel soru şu: İki farklı yaklaşımı sembolize eden iki Urfalı sanatçı, başka bir Urfalı olan Öcalan’a karşı mı bir araya getiriliyor?
Bunun yanıtını vermek için yine Öcalan-Perwer’in 1999’daki son görüşmesine dönmeliyiz. Öcalan o görüşme boyunca Kürtlerin özgürleşmeden evlenemeyeceğini, kadınların da erkekle eşitlenmediği sürece her evliliğin kölelik düzeni olacağını anlatır.
Perwer’in, Tatlıses’le “düetini” Diyarbakır’daki 300 kişilik bir nikâh töreninde yapacak olması, Öcalan’ın bu hedefine karşı sembolik olarak da bir karşı çıkışa işaret ediyor. Bu, hadisenin bir yönü ve ayrı bir yazı konusu.
Gelelim Tatlıses’le düet mevzuuna. 13 Kasım’da “İmparatoribo” isimli Twitter hesabında Tatlıses şöyle bir mesaj yazdı: “Şivan Perwer, Kürtlerin Pavarotti’sidir. Onunla düet yapmak benim için şereftir. Keşke şartlar eşit olsaydı.”
Her ne kadar Tatlıses’in şartlardan kastı, uğradığı saldırı sonucu yaşadığı bedensel tahribat olsa da, aslında iki sanatçının kırk yıllık mazisine bakınca, PKK hareketinin yarattığı direncin Tatlıses’in temsil ettiği “Kürt kökenli Türk sanatçıya” kaybettirdiği, şarkılarıyla başkaldırdığı devlete boyun eğmeyen Perwer gibi Kürt sanatçıların ise büyük bir itibar ve güç kazandığı söylenebilir (Zaten Perwer’in gücünün kaynağı bu olmasa, ne Barzani ne de Erdoğan onu kendi politik hamlelerinin aleti yapmaya niyetlenirdi).
"Ey Şivan, biz kimiz?" sorusu
Evet, ironik bir biçimde devletin yanında konumlanmış olan Tatlıses, sürgünden gelen Perwer’e karşı güçsüz durumda.
Perwer’in de, yerel seçimler öncesinde alenen AKP’ye koltuk çıkan “dönüşü”, onun itibarını ve gücünü ciddi bir biçimde sarsacak olsa bile Tatlıses’in Kürtlerin ezilmişliğine hiçbir zaman itiraz etmemiş olması da bu düetin “şartlarını” eşitsiz kılıyor.
Dahası Tatlıses’in bir zamanlar devlete yaslanarak edindiği “daha eşit” koşullarda Perwer’in politik olmayan şarkılarını izinsizce Türkçeleştirmiş olması bile ikili arasında olsa olsa bir “düello” yaşanmasını gerektirir.
Tüm bunlara karşı Perwer’in, devletin yanında konumlanarak yükselmiş olan “Kürt kökenli Türk”e karşı bir çift sözü var mıdır, bilinmez ama Diyarbakır’da, onu Kürtlerin kalbine kazıyan hawarı, çığlığı tekrar seslendirse bile –ki bu çok mümkün değil- AKP ve Barzani himayesinde geldiği Diyarbakır’da derin bir hüzün bırakacak gibi görünüyor.
Şivan, her ne kadar kişisel savrulmalarını şarkılarına pek aksettirmemiş olsa da “hepsi proleter” olan Kürtlerin önemli bir bölümü artık ondan sitayişle bahsetmiyor.
Onun yarattığı heyecanlı maziyi yad etmek isteyenler ise 1980’lerin topraklarının koktuğu kasetlerini sandıklardan çıkarıp onun “eski” isyan sesiyle teselli bulmaya ve bizzat ona dönüp “Lo şivano, kîne em?” (Ey Şivan, biz kimiz?) diye sormaya başlayacaklar.
BBC Türkçe / 16.11.13