Hazine ve Maliye Bakanı Albayrak tarafından açıklanan Yeni Ekonomik Programın denetimi için Eylül ayı sonunda ABD’li McKinsey şirketiyle anlaşıldığı açıklandı. Büyük tartışmalara sebep olan McKinsey anlaşması hakkında daha sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan, “McKinsey’den fikri danışmanlık dahi alınmayacak” dedi. Atılan bu geri adımı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Uluslararası likiditenin daralması, emperyalizmin çevresinde yer alan ve dış bağımlılık dereceleri yüksek olan ekonomileri olumsuz etkilemeye başladı.. Finans kapital, “yükselen piyasalar” diye de adlandırılan ekonomilerin en kırılganlarından çıkmaya başladı. 2018’in ilk yarısında bu grupta yer alan Arjantin ve Türkiye bu olguyla karılaştı; yabancı sermayenin sert çıkışları, bu iki ülkeyi kriz ortamına sürükledi.
Krizin ilk göstergeleri döviz piyasalarında ortaya çıktıktan sonra AKP iktidarı çelişkili tepkiler gösterdi. Haziran 2018 seçiminin arifesinde kriz belirtilerini bir “dış komplo” algılamasına dönüştürmeyi hedefleyen Cumhurbaşkanı, TCMB özerkliğini ve yüksek faizleri eleştiren bir söylem tutturdu ve dış finans çevrelerinde tedirginliğe yol açtı. Tedirginlikleri giderme işlevini de ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek üstlendi.
Seçim sonrasında Mehmet Şimşek görevini sürdürseydi Cumhurbaşkanı’na IMF’ye gitmeyi önerirdi. Bu tür bir öneri öngörüldüğü için Şimşek’in görevi Albayrak’a devredildi.
Erdoğan, IMF seçeneğini niçin peşinen reddetti? Nedeni IMF’nin tipik kriz yönetimi programlarının parasal ve malî kemer sıkmaya dayanması; özellikle bütçe harcamalarının sıkı denetim altına alınmasıdır. Cumhurbaşkanı bu alanda özerkliğinin sınırlanmasını kabul edemez. Nitekim 2009 krizi sırasında Erdoğan, IMF ile kredi müzakerelerini başlatmış; kamu maliyesinin IMF heyetleri tarafından denetimi önerilince görüşmelere son vermişti.
Ne var ki, Mehmet Şimşek’in görevden alınması, dış finans çevrelerince olumsuz karşılandı; Ağustos’ta Türkiye’den sermaye çıkışları çok hızlandı. Döviz krizi tırmandı. Albayrak Eylül başında Londra’da büyük finans şirketlerinin yöneticileri tarafından “eğitildi” ve “IMF’siz bir IMF programı” kararlaştırıldı. Böyle bir programın kaçınılmaz olduğunu Cumhurbaşkanı’na da kabul ettirdiği anlaşılıyor.
Bu “program” iki aşamada oluştu. Önce TCMB faizleri %24’e çıkarıldı. Bir hafta sonra da Albayrak, IMF’nin Nisan 2018 tarihli Türkiye raporunda yer alan tüm kemer sıkma ve yapısal reform önerilerini içeren “Yeni Ekonomi Programı”nı (YEP veya OVP’yi) ilan etti. 2019 bütçesi, 2019-2021’yi kapsayan bu programın ilk diliminden türetilmiştir.
Bu programın klasik bir IMF programından tek farkı, IMF kredisinin ve uygulama aşamasında IMF denetiminin olmamasıdır. Albayrak, bu eksikliği McKinsey denetimi ile gidermeyi denedi. Erdoğan bu denetimi iptal etti.
Nedenini açıklayayım: “IMF’siz bir IMF programı” zorunludur; ama bazı öğelerinin uygulanmaması koşuluyla… . .
Dış finans çevreleri, TCMB’nin faiz kararını tamamlamak üzere enflasyonu önlemek için katı bir kemer sıkma programı talep etmekteydi. Bu talep, kamu yatırımlarında ve teşviklerde büyük boyutlu kısıntılarla gerçekleşebilirdi. YEP, bu nedenle bu kısıntıları içererek hazırlandı.
Ne var ki, bu kısıntıların tümüyle uygulanma niyeti yoktur. Programın uygulama aşamasında dışsal bir denetim bu nedenle önlenmeliydi. Dev kamu yatırımları ve teşvikler, astronomik rantların yaratılmasının, ardından paylaşılmasının kaynağıdır. AKP siyasetinin, birikim modelinin stratejik dayanaklarındandır. Bu alanlarda Cumhurbaşkanı’nın hareket serbestliği kısıtlayan dışsal bir denetim kabul edilemez.
Programın doğrudan doğruya bir IMF kredi anlaşmasına dayanmamasının ve McKinsey’in dışlanmasının nedenleri aynıdır: Kemer sıkma programına zorunlu olarak girmiş olan bazı öğeler uygulanmayacaktır.
Bu çerçeve ile finans kapitalin sıcak para musluklarını gevşetmesi ve yabancı banka kredilerinin (biraz yükselen faizlerle) “döndürülmesi” umuluyor. Tepkilerini izliyoruz. Mümkündür ki, “IMF’siz IMF programı”nın kaçamaklarını fark edecek ve geri kalan öğelerini (TCMB faizleri ve “yapısal uyum” gibi hedeflerini) kısmen yeterli bulacaklardır. Ekonominin küçülmesi, artan işsizlik, enflasyon karşısında eriyen emek gelirleri, sosyal güvenlik sisteminin aşındırılması ise kesinlikle gündemdedir.
ABD’de görülen Halk Bankası davası, ABD’nin yeni İran yaptırımları ve TCMB’nin ileriye dönük olarak TÜFE verilerine vereceği karşılık düşünüldüğünde ABD’li rahip Brunson’ın serbest bırakılmasından sonra yönünü aşağı çeviren Dolar/TL’deki düşüş ne kadar devam edecektir? Bu düşüşü nasıl yorumlamak gereklidir?
Türkiye’yi krize sürükleyen nesnel olgu, yabancı sermaye hareketlerinin Mart 2018’den itibaren yüksek tempoda gerilemesi oldu. İlk soruda bu etkene değindim. Mart-Ağustos aylarını kapsayan altı ayda yabancı sermaye hareketleri yüzde 90’ın üzerinde geriledi; “sıfır” düzeye yaklaştı; döviz krizine yol açtı ve milli geliri aşağı çekmeye başladı.
Temel neden yukarıda değindim: Uluslararası likidite daralmasının yüksek dış kırılganlığı nedeniyle Türkiye’ye yansıması… Ek bir etken de Türkiye ile ABD arasındaki siyasi gerginlik oldu. Brunson sorununun giderilmesi sonrasında bu ikinci etken hafifledi. Halk Bankası’na ABD Hazinesi’nin vereceği para cezası ile Rusya’dan alınacak füze sorunu hâlâ gündemdedir. Yukarıda değindiğim “IMF’siz IMF programı” da, döviz krizi sonunda TL varlıklarının (hisse senedi ve tahvillerin) çok ucuzlamasını fırsat bilen spekülatör “sıcak para”yı tetikledi. Ekim’de menkul kıymetlere yabancılardan net giriş oldu.
Ancak, kriz ortamı süregelmektedir. Zira “net giriş” olgusuna rağmen 12 ay öncesine göre dış kaynak akımları düşmektedir. Dış kredilerden yenilenenlerin faiz maliyeti artmıştır. Milli gelirin Ekim’den itibaren düşmeye başladığı anlaşılıyor. Artık, krizin izlenmesini dolar fiyatlarına değil, üretim, istihdam, reel ücretler gibi verilerden izleyeceğiz.
Eylül ayında enflasyon son 15 yılın en yüksek seviyesine çıkarak yüzde 24,5 olarak gerçekleşmesinin ardından öncelikle TCMB faiz oranlarını enflasyon seviyesine çıkardı ve daha sonra ise Hazine ve Maliye Bakanı Albayrak “Enflasyonla Topyekûn Mücadele Programı” açıkladı. Bu yöntemle TL’nin yeniden değerlenmesi ve krizin önüne geçilmesi söz konusu olabilir mi? Krizin önüne geçmek için atılan bu adımlar sonucunda yapılacak kemer sıkmanın emekçiler açısından karşılığı sizce neler olacaktır? Bu kriz ortamında Türkiye’de sendikaların ve solun durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
“IMF’siz IMF programı”nın enflasyonla mücadele yöntemi bellidir: “Döviz fiyatlarını dalgalanmaya (“serbest”) bırakın; yükselen kurlar önce enflasyona yansısın; ücretler ve tüm emek gelirleri enflasyonun gerisinde seyretsin; tüketim talebi gerileyecek, enflasyon aşağı çekilecektir.”
Albayrak’ın “enflasyonla mücadele programı” ise, bu gerçek programı gizlemeyi hedefleyen bir aldatmacadır: “Gönüllü” fiyat indirimleri ve polisiye denetimlerle enflasyon önlenemez. Bu yöntemin uç uzantısı vesika ve karne sistemidir. Ekim enflasyonu bu nedenle yüksek temposunu sürdürmüştür.
Bu aldatmacaya kanmamak gerekir. Emek gelirlerinin ve sosyal güvenlik sisteminin enflasyon ve kriz ortamında korunmasını sağlayacak önlemler bilinmekte; tartışılmaktadır. Enflasyona kısa dönemli endeksleme sağlayan eşel mobil yöntemleri genelleşmeli; işsizlik sigortası kapsam ve uygulama olarak genişletilmeli, başta kıdem tazminatı olarak geçmiş kazanımlar ödünsüz korunmalıdır. Parlamenter muhalefetin etkisizliği ortamında bu savunma önlemleri, sendikaların, meslek örgütlerinin, solda yer alan tüm parlamento dışı partilerin ortak görevidir.
2001 ve 2008 krizi sonrasında bankalar korundu; krizin tüm yükünü borçlular ve emekçiler çekti. Krize karşı ne yapılması gerekiyor?
Türkiye ekonomisi 1998’de IMF denetimine girdi; 2001 krizi de IMF programı içinde yönetildi. Özel dış borçlar Hazine’ye devredildi; yani devletleştirildi. Böylece, yabancı bankalar korundu; IMF’nin devlete açtığı krediler de ekonominin dış yükümlülüklerinin pürüzsüz sürdürülmesini sağladı. Makro-ekonomik dengesizlikler emek gelirlerine yüklenen parasal ve (“faiz dışı bütçe fazlası” hedefleyen) malî kemer sıkma ile giderildi. IMF programlarının beş yıllık sonucu yoksullaşmadır: 2002’de dolar veya sabit TL il hesaplanan kişi başına milli gelir 1997’nin altındadır.
Bugün Arjantin’in yaptığı gibi IMF ile bir stand-by anlaşması imzalansaydı aşağı yukarı aynı uygulama gerçekleşecekti. Bugünkü “IMF’siz IMF programı” ise, yukarıda sözünü ettiğim tırpanlanmalar dışında benzer bir sonucu hedeflemektedir. Yani, dış yükümlülükler kesintisiz sürdürülecek; krizin toplumsal maliyeti emeğe yüklenecektir.
Mevcut programın emek karşıtı öğelerinin alternatifine yukarıda değindim. Dış finansman sorunları açısından da bu programın sol bir alternatifi vardır: Finans kapitalin sınırsız taleplerine karşı sermaye hareketleri denetlenmelidir. Bu tür bir tepkinin iktisadî ve (bir anlamda ) “ahlâkî” gerekçesi de vardır: Türkiye’nin krize sürüklenmesinde ekonomiye dış kırılganlıkları taşıyan, bunları derinleştiren finans kapitalin sorumluluğu yüksektir. Bu nedenle krizin maliyetini de üstlenmelidir.
Sermaye hareketlerinin denetimi, (“kirli devlet borçları” söz konusu değilse) Hazine’nin dış yükümlülüklerini kapsamaz. Buna karşılık, yabancı sermayenin iki tür alacağının “ödenmesini” siyasî iktidar engelleyebilir ve engellemelidir.
Birincisi, yabancı sermayenin (hisse senedi, tahvil, mevduat, gayri menkul gibi) TL’li varlıklar üzerinden elde ettiği getirilerin dövize çevrilerek ülke dışına transferi önlenebilir. Siyasî iktidarlar, geçmişte bu doğrultuda hukukî bir yükümlülük altına girmiş olamaz ve sözü geçen kısıntı mülkiyet haklarını da çiğnememektedir. Kazançların ulusal para ile derlenmesi, kullanılması, tüketilmesi, Türkiye içinde yatırılması serbesttir.
İkincisi, devletin Türkiyeli şirket ve bankaların dış borçlarını güvence altına alması kabul edilemez. Pratikte bu uygulama, borçlu ve alacaklı arasındaki ilişkinin özel hukukun (borçlar, ticaret, icra-iflas yasalarının) genel kuralları içinde düzenlenmesi anlamına gelir. Yabancı bankaların, Türkiye’deki özel şirket, banka ve kişilere açtıkları kredilerin ödenememesi riskini peşinen dikkate almış olmaları; risk primlerini faizlerine, kredi koşullarına, tahkim kurallarına taşımış olmaları gerekir. Sonunda, alacaklılar kayıplarını, zararlarını sineye çekmeli; borçlular da temerrüte uğramanın, iflasa sürüklenmenin maliyetini üstlenmelidir. Özel sektörün dış kredi ödemelerine döviz tahsisi kuralları da getirilebilir; uygulanabilir.
Tüm dünyada neo-faşist hareketlerin yükselmesini ve ABD’de Trump, Hindistan’da Modi, Brezilya’da Bolsonaro vb. kişilerin çeşitli ülkelerde iktidarlara gelmesini neyle ilişkilendiriyorsunuz?Kapitalizm kendi krizinden bir çıkış aradığı için faşizmi yükselttiğini söyleyebilir miyiz?
Teşhisinize iki eklentiyle katılıyorum: Evet, “kapitalizm kendi krizinden bir çıkış aradığı için neo-faşizmi yükseltmektedir.” Dahası, neo-faşizmi “popülizm” diye adlandırarak ona saygınlık kazandırmaya çalışmaktadır. Merkez sağ partilerle neo-faşistler arasındaki ittifak örnekleri artmıştır. Trump ve Cumhuriyetçi Parti, Avusturya’daki hükümet koalisyonu ve AB’nin sineye çektiği Doğu Avrupa ve Ukrayna’nın neo-faşist yönetimleri örnektir.
İkinci eklentiyi de özetleyeyim: Neoliberalizm ve küreselleşme felaketine karşı halk sınıflarında ortaya çıkan sol, anti-kapitalist muhalefet potansiyelinin ve filizlenmelerinin sermaye açısından zararsız, “evcil” kanallara yönlendirilmesinde neo-faşizmin (sözde “popülizmin”) yükselmesi fevkalâde işlevsel olmuştur.
Bu olguya ilişkin çok sayıda örnek var: 2017 ABD Başkanlık seçimlerinde aday olan ve açıkça sosyalist bir platformla Demokrat Parti’nin ön-seçimlerine giren Bernie Sanders, Parti yönetimi tarafından kösteklendi, Hillary Clinton kayırıldı; Trump’ın başkanlığına yol açıldı. Anketler ise Sanders’ın Turmp’ı yenilgiye uğratacağını ortaya koydu. İngiltere’de Corbyn’in sol muhalefet platformu neo-faşistlerin sürüklediği Brexit kampanyasıyla cebelleşmek zorunda kaldı. Sosyalist solun zayıf olduğu Avrupa ülkelerinde ise, sosyal demokrasi neoliberal, kemer-sıkmacı programlara teslimiyeti yeğlediği için halk muhalefeti neo-faşizme yöneldi. Fransa, Almanya, İtalya tipik örneklerdir.
Komün / 12.11.18