İki tespitle başlayalım öncelikle ve birincisini hemen yazalım: ABD ile Çin arasındaki rekabet nedeniyle, dünya egemenliği mücadelesi coğrafi olarak büyük ölçüde Asya-Pasifik eksenine kaymaya başlamışsa da, uluslararası kapitalist sistem hala fosil yakıtlara, yani petrol ve doğalgaza bağımlı durumda. Dolayısıyla fosil yakıtlara dair en büyük rezervleri barındıran Ortadoğu coğrafyası sistem açısından hala merkezi önemini koruyor. İşte bu nedenle, petrol şeyhlikleri arasında ortaya çıkan yarılma, arkasında ABD emperyalizminin bölgeye dair planları olduğunu da hesaba katarak söyleyecek olursak, uluslararası kapitalizm açısından son derece büyük önem arz ediyor. Suud-Katar kavgası olarak somutlaşan bu hadisenin etkileri sadece bölge ile sınırlı kalmayacak, sistemin bütün aktörlerini ve aktörler arasındaki mücadelenin gidişatını etkileyecek.
İkinci olarak söylememiz gereken şey ise şu: Belki bundan beş on yıl önce olsaydı, Türkiye’yi söz konusu yarılmayı dışarıdan izleyen ve bunun etkilerini görece az hissedecek ülkelerden biri olarak nitelendirebilirdik. Oysa yeni-Osmanlıcılık adını verdiğimiz dış politika, olanca kifayetsiz muhterisliğiyle Türkiye’yi Ortadoğu bataklığına burnuna kadar saplamış durumda ve bu saatten sonra istesek de kendimizi Suud-Katar kapışmasının dışında tutmamız pek mümkün görünmüyor; bilakis bu meseleden en çok etkilenen ülkelerden biri Türkiye olacak.
Şimdi neler olup bittiğine daha yakından bakabiliriz sanıyorum. Hatırlayacaksınız, daha 15 gün önce Trump Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’ı ziyaret etmiş, burada 400 milyar dolara yaklaşan ve çoğunluğu silah satışıyla ilgili olan birtakım anlaşmalar ve protokoller imzalanmış, Trump’a “Kral Abdülaziz Devlet Nişanı” verilmiş, sonrasında da hep beraber “kılıç dansı” yapılmıştı. Riyad zirvesine damgasını vuran söylem, “terörle mücadele” ve “terörün finansmanının önlenmesi”ydi, bu ise kimi aktörlerin doğrudan hedef tahtasına oturtulması anlamına geliyordu. Kral Selman zirvenin açılışında yaptığı konuşmada “İran Humeyni’den beri küresel terörizmin bayraktarlığını yapıyor” derken, Trump da “İran bölgede yıkım ve kaosu yayıyor” dedi ve tıpkı bir zamanlar Bush’un yaptığı gibi “bu, iyi ile kötü arasındaki bir savaş” diye eklemeyi de ihmal etmedi.
Dolayısıyla Riyad zirvesine İran’a yönelik bir cephe açılması arayışının damga vurduğunu söylemek mümkün, ancak mesele bununla sınırlı değil. Zirveden akıllarda kalan ve bir korku filminden alınmış gibi görünen fotoğraf karesindeki üç ismi hatırlıyorsunuzdur, Trump, Sisi ve Selman bir kürenin üzerinde ellerini birleştirmişlerdi. İşte bu üçlünün ortak bir düşmanları var: İhvan, yani Müslüman Kardeşler. Suud rejiminin İhvan’la zaten tarihsel bir düşmanlığı bulunuyor, Sisi İhvan iktidarını askeri bir darbeyle devirdi, Trump’ın Ortadoğu vizyonunda ise İhvan’a yer yok gibi görünüyor. Bunu İhvancıların da gördüğüne dair ise elimizde iki önemli ipucu var: Birincisi İhvan’ın Filistin kolu olan HAMAS’ın geçen ay yeni bir siyasi belge yayınlayarak politika değişikliğine gitmesi ve ikincisi yeni-Osmanlı’nın İHH’nın Mavi Marmara eylemini sahiplenmekten vazgeçmesi.
İşte tüm bu gelişmeler Katar’a yönelik Suud hamlesinin gerisindeki bağlantıları oluşturuyor. İran’a karşı açılması muhtemel cephe ve kurulması muhtemel askeri ittifak, İran’a görece daha yakın duran ve petrol/gaz üzerinden İran’la ekonomik bir işbirliği yürütmek zorunda olan Katar’da bir iktidar değişikliğini ABD-Suud açısından zorunlu kılarken, İhvan’ın tasfiyesi de Katar’ın bu örgüte verdiği destek düşünüldüğünde, ABD-Suud-Mısır eksenini aynı sonuca götürüyor. Katar’ın Lübnan Hizbullah’ını meşru gördüğüne dair ses kayıtları hatırlandığında tablo tamamlanıyor, bu üçlüye İsrail de destek veriyor ve hem İran’a hem Hizbullah’a görece daha yakın duran bir Körfez iktidarını devirmeye yönelik bu operasyonu ellerini ovuşturarak izliyor.
Türkiye’ye gelince… Arap Baharı ve sonrasındaki Suriye savaşında Katar’la yeni-Osmanlı ortak ve ikincisi “Mavi Marmara satışı”nın gösterdiği üzere aks değiştirmeye çalışsa da, ikisi de Müslüman Kardeşler’in hamisi görünümünde. Katar’ın Türkiye’deki ve Türk müteahhitlerin Katar’daki yatırımları hızla artıyor, buna kayıtdışı para trafiğine dair rivayetleri eklemek gerekiyor. Dahası yeni-Osmanlı Katar’da bir üs inşasına devam ediyor, sürekli asker bulundurmayı hedefliyor, dolayısıyla Katar’la hayli yakın bağlar mevcut. Ancak öte yandan, Kayserili halı tüccarı mantığıyla yürütülen dış politika ABD-Suud ekseniyle arasını iyi tutmaya ve İran cephesine asker yazılmaya pek hevesli olduğu için bir yandan da bu ülkeleri idare edebileceğini düşünüyor ve ancak “üzgünüz” demekle yetinebiliyor.
Şimdilik ibre Katar’dan yana gibi görünse de ilkesizlik derecesindeki pragmatizmiyle yeni-Osmanlıcı dış politika, önümüzdeki süreçte ABD-Suud eksenine yanaşabilir elbette. Yine de nasıl bir tercih yapılırsa yapılsın, Suud-Katar kavgasının Türkiye siyaseti ve ekonomisi üzerinde ciddi etkiler yaratacağını düşünebiliriz. “Tam da bu nedenle, ‘darbe’ sözcüğünün Doha’da ve Ankara’da eş zamanlı olarak telaffuz edilmesi şüphesiz ki bir tesadüf değil” diyelim ve şimdilik burada bitirelim.
BirGün / 07.06.17