İktisat ve Toplum Dergisini okurken - Erinç Yeldan

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 07 Ağustos 2013
  • 06:54

“Son on yılda Türkiye ekonomisinin performansı ne kadar iyiydi?” Hükümet çevresinin büyük övünçle “üç katı” diye dile getirdiği bu (asılsız ve teknik olarak yanlış) sav, İktisat ve Toplum dergisinin Temmuz-Ağustos sayısında (No 33-34) ele alındı. Princeton İleri Araştırmalar Enstitüsü’nden Dani Rodrik, Ankara Üniversitesi’nden Aykut Kibritçioğlu, Ege Üniversitesi’nden Osman Aydoğuş ve İzmir Ekonomi Üniversitesi’nden Turan Subasat’ın katkılarıyla ele alınan bu can alıcı konu, AKP’nin son on yılda Türkiye ekonomisini içine soktuğu dövize-bağımlı ve spekülatif-yönlü büyüme (sanayisizleştirme) modelinin özünü de ortaya koymakta.

Konuyu Profesör Rodrik’in yazısının ilk paragrafı özetlemektedir:
“Türkiye hükümeti GSYH’nin (milli gelirin) 2002-2012 yılları arasında üç katından fazla arttığını iddia etmeyi seviyor. Burada söz konusu olan cari fiyatlarla ölçülmüş Türkiye GSYH’sinin dolar cinsinden değeridir ve bundan dolayı, reel büyümenin yanı sıra hem dolar enflasyonunu hem de Türk Lirası’nın reel olarak değerlenmesini de içerdiğinden yanıltıcı bir rakamdır. Düzgün hesaplandığında, 2002-2012 döneminde reel GSYH’nin yüzde 64, kişi başına düşen reel GSYH’nin ise yüzde 43 arttığı görülür.
“Bu kötü bir büyüme performansı değildir. On yılda kişi başı GSYH’deki yüzde 43’lük artış, yıllık yüzde 3.6’lık bir büyüme hızı demektir. Türkiye’nin daha önceki hızlı büyüme dönemindekine (1960-1978) denk olan ve o dönemden sonra hiç yaşanmamış bir büyüme performansıdır.”
“Bununla birlikte (...) son on yıl, gelişmekte olan ülkelerin tümü için istisnai olarak iyi bir dönemdi. Yükselen ve gelişmekte olan ülkelerin ortalaması ile karşılaştırıldığında Türkiye’nin performansı pek parlak değildir.”
Konu, haziran ayında Gezi Parkı Direnişi sırasında Bakan Mehmet Şimşek ile Dani Rodrik hoca arasında da kısa mesajlarla sosyal medyaya taşınmış ve Şimşek’in “Sabit fiyatlarla hesaplanan reel GSYH artışından bahsetmiyoruz” sözleriyle bir anlamda son bulmuştu. Zaten bu noktada sözün bittiği yere de ulaşılmıştı...

 

***

Söz bitti mi gerçekten? Bugünkü yazımızda biz de bu tartışmaya emek gelirleri açısından bir katkı yapmak arzusundayız. Emeği ile geçinenler, teknik olarak nicel miktarı üzerine anlaşılamasa da, söz konusu büyüme sürecinden ne kadar pay alabildiler? Diğer bir ifadeyle, söz konusu büyüme emeği ile geçinenlere ne derece yansıdı?
Öncelikle, Avrupa Ekonomik ve Finansal İşler Komisyonu, AMECO veritabanından derlemiş olduğumuz göstergeleri paylaşalım. Aşağıdaki şekilde verimlilik artışlarının işgücü maliyetlerine görece etkisiyle birlikte düşünüldüğünde elde edilen birim işgücü maliyetleri verileri sunulmaktadır. Şekilde sergilenen Avrupa Komisyonu verileri, Türk sanayisinde 2000’li yıllarda reel birim işgücü maliyetlerindeki düşüşü açıkça ve net biçimde ortaya koymaktadır.
2001 sonrası dönemin Türk sanayisindeki ücretlerin önce gerilediği, sonra da belirli bir istikrara kavuştuğu bir örüntüye tanıklık etmiş olduğunu biliyoruz. Finansal sisteme sunulan çok yüksek reel faiz oranlarıyla finansal getirilerin yüceltildiği böylesi bir transferin, gelir dağılımı üzerinde etkili olması elbette kaçınılmazdı. 2002 sonrası dönemde spekülasyona dayalı finansal artığın yaratılmasının, doğrudan doğruya ücretler üzerinde bir basınç oluşturulmasını ve iktisadi artığın genel olarak ücretli emekten, sermaye gelirlerine bir kaynak transferini gerektirmesi doğaldır.
Tüm bunlar doğal olarak toplam katma değer içinde emek gelirlerinin payının azalmasına ve ulusal gelirin (işlevsel) dağılımında bozulmaya yol açmıştır. Bu durumun dünya ekonomilerinin çoğunluğu için geçerli olduğu ve özel olarak Türkiye’deki işgücü piyasalarına özgü bir yan taşımadığı bilinmektedir. Finansallaşma süreciyle eşzamanlı olarak ücret payları son otuz yıldır tüm dünyada aşağıya doğru bir seyir izlemektedir. AMECO verilerine göre bu düşüş Avrupa ve Japonya’da özellikle belirgindir. Avrupa’da ücret payı daha önceleri yüzde 73 iken 2005 yılında yüzde 65’in altına düşmüş, Japonya’da da yüzde 70’ten yüzde 58’e gerilemiştir. Benzer gelişmeler diğer OECD ülkelerinde de görülmektedir.
Dolayısıyla, 2002 sonrası dönem gerek Türkiye’de, gerekse tüm OECD ülkelerinde birim emek maliyetlerinin reel olarak düştüğü ve emeğin milli gelirden almakta olduğu payın geriletildiği bir dönem olmuştur. 2008’de patlak veren küresel kriz de zaten, bu yapısal dönüşüme bağlı olarak toplam talepteki daralma karşısında sermayenin kâr oranlarının sürdürülememesinin doğrudan tezahürüdür.

 

***

Sayın okurlarımdan ricam, Ramazan Bayramı tatilinin bu ilk günlerinde lütfen en yakın bir kitapçıya uğrayarak bir İktisat ve Toplum dergisi alsınlar. Sonra da dergide geçen söz konusu tartışmayı bugünkü yazımızla ve bu köşede daha evvelce yer alan 12 Haziran tarihli “Ekonomik Mucize Aldatmacası” ile 20 Mart tarihli “Dersimiz Aritmetik, Konumuz Büyüme” başlıklı yazılarımızla birlikte bir arşiv oluştursunlar. Önümüzdeki dönemde bu konuya çok sık geri dönüş yapacağız.
Bütün okurlarımın Ramazan (Şeker) Bayramı’nı en içten sevgilerimle ve esenlik ve barış dolu günler özlemiyle kutluyorum.

Cumhuriyet / 07.08.13