İfşaat ve dezenformasyon - Özgür Mumcu

Hakiki ve meşru ifşaat ile dezenformasyonu ayrıştırmak ise medyanın görevi.

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 09 Nisan 2014
  • 05:39

Memleketin gündeminde istihbarat savaşı var. Telefon dinlemeleri her yerde, dinlemelerin içerikleri çoğu zaman dehşet verici. Sadece alışılageldik bir yolsuzluk değil söz konusu olan. Duyduğumuz çatırtılar ağır ağır çöken bir dış politikaya ve o dış politikayla iç içe giden bir iç politikaya ait.

O sebeple yolsuzluktan bahsederken işin içine İran giriyor. “Kupon araziler, havuz medyası” vs. iddialarıyla başlayan hikâye Suriye ile savaş senaryolarının konuşulduğu toplantıların sızmasıyla devam ediyor.

En son, Seymour Hersh’ün kaleme aldığı makaleyle işler belli ki daha da karışacak. Umalım ki Hersh yanılmış olsun. Aksi halde
hepimizi zor günler bekliyor.

Neyse, her yerin istihbarata bulandığı, gazetecilerin ajan dili ve edebiyatı kurallarına uygun davranıp yazdığı, sosyal medyada gizemli hesapların birbirlerine karşı istihbarat savaşları başlattığı bir dönemden geçiyoruz.

Ben de bu vesileyle tarihte kalmış iki istihbaratçıdan bahsetmek istedim. Yoğun gündemden biraz nefes alalım.

Witold Pilecki, Polonyalı bir asker. İkinci Dünya Savaşı’nda ülkesi Alman işgalinde. İçeriden direniş örgütlemek için Auschwitz Kampı'na girmeyi planlayacak kadar gözükara. Sahte bir kimlikle kendisini yakalatıp kampa giriyor. Üç sene boyunca kampta bir gizli örgüt kuruyor. Faaliyetleri arasında ilkel bir transistörle radyo yapıp kamp hakkında dışarıya bilgi vermek dahi var. Bütün çabalarına rağmen kampa bir müdahale olmayınca bir yolunu bulup Auschwitz’ten kaçıyor.

Kampta olanların bütün vahameti hakkında bir rapor hazırlayıp sürgünde Polonya hükümetinin bulunduğu İngiltere’ye gönderiyor.
Rapor, İngilizler tarafından abartılı bulunuyor ve müttefikler Auschwitz’tekileri kurtarmaya öncelik vermiyor. Pilecki, Alman kuvvetlerine karşı savaşmaya devam ediyor. Yine esir düşüyor. Savaş bitip de çıkınca ülkesi Sovyet işgaline uğruyor.

Bu defa da onlara karşı bir istihbarat ağı kurmaya başlıyor. Ancak sonunda yakalanıyor. Yeni Polonya hükümetinin mahkemeleri tarafından yargılanıp idam ediliyor.

Diğer istihbaratçı ise George Picquart. Dreyfus Davası sırasında mahkemede genelkurmayın temsilcisi. Davanın gidişatı hakkındaki bilgileri iletmekle görevli.

Görevini başarıyla yerine getirdiğine kanaat getiriliyor ki askeri istihbarat bölümünün başına getiriliyor. Hem de terfi ediyor ve
Fransa’nın en genç albayı oluyor.

Her şey yolunda giderken ısrarı ve merakı sebebiyle aslında Dreyfus’un suçsuz olduğunu ve Yahudi olduğu için günah keçisi yapıldığını keşfediyor. Dreyfus’a atfedilen suçları bir başkasının işlediğini buluyor.

Albay Picquart’ın Yahudilerden çok hazzettiği söylenemez. Ancak buna rağmen masum bir insanın mahkûm edilmesine dayanamıyor. Üstlerine olan biteni anlatıyor. Usturuplu bir şekilde dosyayı tekrar açmaması söyleniyor. Vicdanına yenilip dayanamıyor ve Dreyfus’un sahte belgelerle mahkûm edildiğini ispat ediyor. Bunun üzerine kariyer basamaklarını hızla çıkarken birdenbire Tunus’a sürülüyor. Ölsün diye en tehlikeli görevlere gönderiliyor. Daha sonra da ordudan atılıyor. Ancak direniyor ve bu eski istihbarat şefi sızdırdığı bilgilerle davanın tekrar açılmasını ve uzun bir mücadele sonucunda Dreyfus’un aklanmasını sağlıyor.

Pilecki’nin idamından sorumlu olanlar 2003’te yargılandı. 2013’te Pilecki ölümünden sonra sembolik olarak terfi ettirilerek albay oldu ve en büyük devlet nişanıyla geç de olsa onurlandırıldı.

Picquart daha şanslıydı. Ordudan atılmasından seneler sonra siyasi iktidar değiştiğinde Savaş Bakanı oldu.

Şimdi ben bunları neden anlattım?

Haksızlık eski statükonun süvarilerinden de gelse devlete sızmış bir cemaatten de ya da bütün iktidarı tek elde toplayıp herkesi ezmek isteyenlerden de bazen cesur birkaç kişi çok şey değiştirebilir.

Elbette sorunlar bireylerin çabalarıyla çözülemeyecek kadar sistemseldir. Ancak sistem krize girdiğinde böyle bireysel çıkışlar krizi aşikâr edip sistemin, değerlerin, bir toplumu toplum yapan her ne var ise hepsinin sorgulanıp yeni ve daha sağlıklı bir dönemin inşasına yardım edebilir.

Hakiki ve meşru ifşaat ile dezenformasyonu ayrıştırmak ise medyanın görevi. Peki ülkemizde medya bunu yapabilecek durumda mı?

Radikal / 09.04.14