Bir akademisyen cinayetinin ekonomi politiği… - Emre Gürcanlı

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 09 Ocak 2019
  • 13:24

Ortak özellikleri var. Öldürülenlerin güzellikleri yüzlerine yansıyor, yüzlerinde hep bir gülümsemeyle anılıyorlar. Öldürenlerin ise içlerindeki adilik, pislik yüzlerinde ve hep öyle anılacaklar. İyi ve kötünün karşı karşıya gelişi. En acımasız katliamdan bile mağduriyet çıkarma çabası ise adiliği ve pisliği daha da katmerli hale getiriyor. 

Ceren Damar Şenel’in katledilmesi iyi incelenmeli. Akademi olarak bu konuda rezalet bir sicil ortaya koyduk. En azından benzeri katliamları önlemek için gündemimizden düşürmemeli, cinayetin arka planını incelemek somut olguları ortaya koymak durumundayız. Kendi deneyimlerimden de yararlanarak bazı noktaların altını çizmeye çalışacağım.

Özel veya devlet üniversitesi, “iyi” veya “kötü” üniversite ayrımı yapmadan. Zira görece iyi bir üniversitede ders veren birisi olarak, devlet üniversitelerinin de sütten çıkmış ak kaşık olmadığı ortada. Genel bir sorun, toplumsal bir sorun. Ayrıca üretim süreçlerine ilişkin boyutu var, piyasalaşma, tek tipleşme, standartlaşma, parça başı eğitim/üretim vs. vs., ki eğitim “sektörü”nde yaşananlar diğer sektörlerden hiç de farklı değil.

Herkesin işleneceğini bildiği bir cinayetin öyküsü veya adım adım gelen cinayet

1. Şu an üniversitelerde okuyan öğrencilerin büyük bir kısmı kendisini müşteri olarak görmekte, öğretim üye ve yardımcıları ve üniversite çalışanlarını da “müşteri temsilcisi/satış temsilcisi” olarak görmektedir. Peki neden?

2. Müşteri her zaman haklıdır/Öğrenci her zaman haklıdır mantığı genel olarak üniversitelere hakimdir. Hocasından memnun olmayan öğrenci kimi zaman hocalarını Bimer/Cimer'e şikayet etmekte (ki bu ihbar sistemi özellikle siyasi konularda neredeyse teşvik edilmektedir), öğrenciler doğrudan kimi zaman rektörle, kimi zaman dekan veya bölüm başkanıyla, hocasını şikayet edebilmek için temasa geçebilmektedir. 

3. Hocasının bir üstüyle veya çok daha üstüyle temasa geçebileceği özgüveniyle hareket eden öğrenci açısından, hocası kaale alınmayacak birisidir. Kurum içinde en alt düzey “müşteri temsilcisi” konumuna gelmiştir. “Müdürünüz kim onunla görüşmek istiyorum” diyen mağaza müşterisinden farkı neredeyse yoktur. 

4. Tüm bunlar, toplumsal alanda, “aydın düşmanlığı” veya “anti-entelektüel” eğilimler veya propagandayla beslenmektedir. “Hoca oldun da n’oldu”, “Doktor oldun da kendini bir şey mi sandın, internette öyle demiyo ama” mantığı sanılandan fazla yaygındır. Buna bir de TV ekranlarında akademisyenliğin itibarını yerle bir eden bizzat akademisyenler, tıp bilimini ayaklar altına alan ve Dr. ünvanı taşıyan şarlatanlar vs. vs. eklenince (bizzat bir doktor ekranlarda ‘hiçbir doktora güvenmeyin’ diyebilmektedir örneğin) altı boş bir özgüven ve cahil cesareti şiddet eğilimlerini beslemektedir. 

5. Öğrenciler hiç de o kadar saf değildir. Çağımızın kuşağı şöyle böyle, biz zamanında şöyleydik sadece yaşlı avunması veya kaçıştır. İyi bir şey verildiğinde ve bunun kendisini geliştireceği koşullar yaratıldığında özel veya devlet üniversitesi öğrencileri de kendilerini geliştirebilmektedir/geliştirebilirler. Ama bir de bunun tersine bakalım, öğrenciler “süreçleri” o veya bu şekilde takip edebilmekte akademisyenlerin itibarsızlaştırıldığı bir ortamda, entelektüel/akademik sahtekarlığın olağanlaşması ve yaygınlaşmasını da fark edebilmektedir. “Ya o hocanın nasıl Prof. olduğunu biliyoruz, o asistan var ya iki seneye doçent olur bak yazıyorum” şaşıracaksınız ama öğrenciler arasında konuşulmaktadır (Merak eden farklı üniversitelerin öğrenci tartışma sayfalarına/bloglarına/sosyal medya gruplarına bakabilir).

6. Genel olarak memlekette üniversitede alınan eğitimin bir anlam ifade etmemesi, kayırmacılık/torpil, siyasal iktidara yakınlık oranında bir yere gelebilme ve yakınlıkla doğru orantılı bir şekilde kendine her şeyi hak görmesi bu süreçleri beslemektedir.

7. Üniversitelerde sosyal, kültürel etkinliklerin neredeyse sıfırlanması, üniversitelerde bizzat sosyal medyada fotoğraflarını gördüğümüz silahlı çetelerin ve lümpen şiddetinin yaygınlaşması, her şeye çaba sarf etmeden kaba kuvvetle hak görmesi süreci tamamlamaktadır. 

8. Akademinin itibarsızlaştırılması yalnızca siyasal atmosferin, ideolojik saldırının bir sonucu değildir. Bu aynı zamanda kapitalizmin iş süreçlerini standardize etmesi ve akademinin de bundan muaf olamamasından kaynaklanmaktadır. Bir akademisyenin işlerinin büyük bir kısmı öğrenci işlerinden (kayıt, ders denkliği, ders alma bırakma vs. vs.), form doldurmadan (yıllık akademik formlar, falanca sisteme tüm bilgilerin girilmesi, vs. vs.) ve idari komisyon görevlerinden oluşmaktadır:

“Nasıl oluyor da gelir elde etme amacıyla aklını kullanarak bir şey yapan kişi (kafa emeğine vurgu yapıyor, y.n), hep bürokratik engellerle cebelleşen bir çalışma hayatı geçirmeye zorlanabiliyor? Bu, sayısız parola ve şifre hatırlama, saysısız kayıt numarasını yeniden bulma, her işlemin zaman, mekan, süre ve parasal değerinin kaydını tutma, ne kadar saçma olsa da, bütün bunları her yerde karşımıza çıkan o formlara pek az farklı biçimlerde her seferinde yeniden girmenin bezginliği ve yılgınlığından ibaret değil yalnızca. Çok daha derin ve olumsuz bir şey gerçekleşiyor: Tekrar tekrar…” (Luws: 69, 2018).

9. Bilimsel üretimin de standardize edilmesi, özgün düşüncelere saygı gösterilmemesi, bunun toplumda da lümpen bir cehaletle küçümsenmesi, birey olarak akademisyeni küçültüyor. Süreçler de böyle:

“Ünü ve kariyeri geçmiş başarılara dayanarak adım adım elde etme fikri çöküyor gibi görünüyor. Ne zaman ‘hadi’ deseniz, sicilinizi yeniden ispat etmek zorundasınız” (Luws: 68, 2018).

“Gerçekten özgün bir düşünce tanımı gereği hiç kimsenin henüz düşünmediği bir şeydir, bu yüzden bir proje çağrısı içinde buna uyan bir hazır kategori bulma olasılığı hızla sıfıra doğru iner. Benzer biçimde eğer birisi hayli farklı iki düşünce yapısını birbirine bağlayan gerçekten büyük bir kuramsal atılım yaptıysa, onun bir hakemli dergiye kabul edilme şansı, tanınmış bir bilim dalında sakız gibi çiğnenmiş bir yol izleyen birininkinden çok daha düşük olacaktır” (Luws: 68-69, 2018).

10. Akademisyenlik “ne iş olsa yaparız” gibi “Ne Ders Olsa Veririz” noktasına gelmiştir. Aslı Vatansever ve Meral Gezici Yalçın tarafından hazırlanan kitap bu ismi taşımaktadır ve akademisyenlerin vasıfsız işçiye dönüşümünü anlamak için mutlaka okunmalıdır. Vasıfsız işçiye dönüşen mühendise, doktora dönük lümpen faşizm ile beslenen tavır ne ise, akademisyene dönük tavır da farklı değildir. “[A]kademisyenliğin mesleki  prestiji ile akademik emeğin reel sınıfsal konumu arasında derin uçurum yatar” (Vatansever ve Gezici Yalçın: 45, 2016) ifadesinde yer alan prestij giderek daha fazla ayaklar altına alınmaktadır. Bu kimi zaman “ya akademisyen oldun da ne oldu, ben paramla seni satın alırımdan”; “hoca anlatıyorsun da gerçek hayatta bunlar ne işimize yarayacak, biz işin içindeyiz”e uzanabilmektedir. “Piyasa”da olmak, piyasanın içinden veya hayatın içinden gelmek, akademisyene bir üstünlük olarak da görülür. 

11. Tüm bunlara öğrencilerinin yanında bir üstü tarafından azarlanma, küçük düşürülme, sürekli öğrencilerin lehine karar verme vs. vs. eklendiğinde “aslında bir şey olmayan ama kendini bir şey sanan, zaten anlattıkları da bir işe yaramayan” bir akademisyen tipolojisi yaratılmaktadır. Bu yaratılan tipoloji, lümpen faşizmin her türlü saldırısına açıktır, kolaylıkla şiddetle, kaba kuvvetle bastırılabilir, korkutulabilir, geri adım attırılabilir, bastırılamadığı zaman da ÖLDÜRÜLEBİLİR. 

Toplumsal ve siyasal bir sorun, psikolojik analizlerle değil, toplumsal ve siyasal ölçekte bir örgütlülükle çözülür. Bu şekilde ele alınmadığında ortaya çıkacak olan daha fazla özel güvenlik, daha fazla gözetim, bireysel silahlanmanın teşvik edilmesi gibi toplumsal şiddeti önlemek şöyle dursun daha da körükleyen sözde çözüm önerileri olacaktır.

Kaynaklar:

Ursula Luws, 2018. Küresel Dijital Ekonomide Emek. Yordam Yayınları

Aslı Vatansever ve Meral Gezici Yalçın, 2016. “Ne Ders Olsa Veririz”: Akademisyenlerin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü, İletişim Yayınları

İleri Haber / 09.01.19