Suudiler kendilerini Arap dünyasının lideri sayarlar. Suud silsilesinin çıkarlarına göre çevreye düzen vermeyi bir hak olarak görürler. Körfez’in diğer ülkeleri Arabistan’dan yayılan Arap kabilelerin gittiği yerlerdir; bu yüzden Suudi Kralı’nın buralara el uzatmasından doğal ne vardır! Coğrafi olarak da onlar için Suudi Arabistan Arap Yarımadası’nın kalbidir. Bu kalp attıkça Bahreyn vardır, Kuveyt vardır, BAE vardır, Katar vardır vs. Hatta Katar ülke bile değildir. Şöyle demişti eski İstihbarat Şefi Turki bin Faysal: “Katar 300 bin kişilik bir aile.”
Liderlik iddiasını Arap Yarımadası’nın ötesine taşırken söze “Arabistan İslam’ın anavatanıdır” diye başlarlar. Haliyle biri İslam dünyasına liderlik edecekse o da Suudiler olmalıdır. Kral’ın böbürlenmesine sebep Hadim’ul Harameyn olmasıdır, yani ‘iki kutsalın (Mekke ve Medine) hizmetçisi!
Kendini Arap ve İslam aleminin merkezine koyan Suudilerin etki alanına Türkiye gibi emperyal bir geçmişi olan ülkenin girmesi sinir hatlarında kısa devre yapıyor. 2017’de Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Körfez İşbirliği Konseyi’nin (KİK) diğer üyelerini de yanına alarak Katar’ı halletmeye yeltendiğinde Türkiye’nin devreye girip adeta Hammad hanedanına kalkan olması affedilemez bir hamle olarak kara kaplı deftere yazıldı. Ankara’nın 2013’te Mısır’daki darbeden sonra Müslüman Kardeşler’e himaye sunması zaten alttan alta bir hınç biriktirdi. (Malum Suudi-Emirlikler Müslüman Kardeşler’i çok tehlikeli siyasi bir alternatif olarak görüyor.)
Katar, Türkiye ve Müslüman Kardeşler’le bağlantıları yüzünden üstü çizilen Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı İstanbul’da kendi konsolosluklarında öldürmeleri bu hesaplaşmaların gölgesinde gelişti.
Katar’dan sonra Kuveyt’e üs kurulur mu?
Kaşıkçı olayının Türkiye-Körfez ilişkilerine olası yansımalarını tartışırken Türkiye kaşların kalkmasına neden olan başka bir adım attı. Kritik bir zamanlama ile Kuveyt’le askeri işbirliği anlaşması imzalandı.
9-10 Ekim’de beşincisi düzenlenen Türkiye-Kuveyt Askeri İşbirliği Komitesi toplantısında iki ülkenin genelkurmay başkan yardımcılarının imza koyduğu anlaşmaya göre askeri alanda deneyimler paylaşılacak ve koordinasyon sağlanacak.
Bu ortaklık nereye gider? Kaçınılmaz olarak akla Türkiye’nin üs kurduğu Katar örneği geliyor. Suudiler kaşlarını kaldırırken Abdülbari Atvan, Rai el Yevm’deki köşesinde Kuveytli kaynakların, “Anlaşma Türk askerlerinin Kuveyt’te konuşlanmasının önünü açabilir” dediğini aktardı. “Anlaşma, Doha’yı kendisine abluka ve ambargo uygulayan dört ülkenin işgalinden koruyan Katar-Türkiye anlaşmasına benzer şekilde Türk askerlerinin Kuveyt’e konuşlanmasını ve zırhlı araçlar dahil Türk silahlarının satın alınmasını dışlamıyor” dedi.
Suudiler de Türkiye’nin Katar’dan sonra Kuveyt’e el atmasını ucu açık bir açılım olarak görmüş olmalılar ki Kuveyt Emiri Şeyh Sabah’a dersini vermek için bu ülkeyi işgal çağrısı yapanlar çıktı.
Veliaht Prens Muhammed bin Selman hesabına trollük yapan Prens Halid bin Abdullah bin Faysal bin Turki (I) el Suud, Twitter’dan Yemen’e karşı yürütülen Suudi-Emirlik operasyonuna atfen, “Kuveyt, İhvan’ın ve Hamad’ların necasetinden kurtulmak için yeni bir ‘Kararlı Fırtına Operasyonu’na muhtaç” diye yazdı. Suudiler, Katar’ın Müslüman Kardeşler’i kullanarak Kuveyt’i etkilediğini öne sürüyor. Katar ise Suudi Arabistan’ın Medine Üniversitesi’nden mezun Kuveytli Selefileri ‘etki ajanı’ olarak kullandığını savunuyor.
Kuveyt kendisini kıskaca alan komşulardan farklı olarak parlamento seçimleri düzenleyen ve iç dinamikleri bu şekilde teskin eden siyasal bir mekanizmaya sahip. Siyasal İslamcılar da Şiiler de Kuveyt’te göreceli olarak sisteme nüfuz etme kanallarına sahipler.
Kuveyt’teki kavga Müslüman Kardeşler-Katar bağlamına oturduğunda ucu dönüp dolaşıp Türkiye’ye ulaşıyor.
Kuveyt Dışişleri Bakan Yardımcısı Halid el Carallah aba altından sopa gösterilince, “Türkiye ile ilişkilerimiz Suudi Arabistan’la dostluğumuza halel getirmez” minvalinde açıklama yaptı.
Kuveyt öyle bir sarmal içinde ki, “Suudilerle sorun yaşıyoruz” deme lüksü yok. Katar’ın Türk askerini dengeleyici faktör olarak evine almasının Suudi Arabistan ve BAE’de yarattığı kızgınlık ortadayken son derece yutulası bir pozisyonda duran Kuveyt neden şimşekleri üzerine çekecek bir askeri ortaklığa kapı aralıyor?
İlişkilerin dış görünüşüne bakanlar Suudilerle Kuveytlileri pek çok konuda uyumlu görür. Ama hakim psikoloji tam tersi. O uyumun arkasında Kuveytlinin korkusu yatıyor.
Neden korkuyorlar? İşgalden.
Tarihten miras korkulara bir ilave: Küçük Saddam
Tarihsel olarak Irak’ın milliyetçilerinden, dün İran’ın Pers heveslerinden bugün Şii ajandasından, Suudi Arabistan’ın kılıç yarası ağabeyliğinden mütevellit bir korku. Bu ülke üzerinde hak iddia eden Irak’tan gelen tehlike 1961’de işgale niyet, 1973’te işgal girişimi ve 1990’da resmen işgal ile kendini gösterdi. Kuveyt’in nüfusunun yüzde 35-40’ı Şii ve hanedan İran’ın bu kanaldan etki alanı açmasından çekiniyor. Suudilere gelince orada tarihsel çakışma, çatışma ve güncel olarak da çıkar uyuşmazlıkları mevzubahis.
İki ülke Osmanlı hakimiyetinden çıkarken iyi bir başlangıç yapmıştı. Osmanlı’nın ortağı Raşid hanedanı ile Suudi ailesi arasında çatışmalar olurken Kuveyt emiri, Raşid’e karşı Suud’a kucak açmıştı. Suudilerin minnetle andığı kritik olaylardan biri Kuveyt limanını kapatarak Osmanlı’nın Raşid’e silah gönderilmesini engellemesi, diğeri Raşid hanedanı üstün geldiğinde Necd’i terk eden Suud ailesine sığınma hakkı vermesiydi. Ancak komşuluk 1913’te sınırlar belirlenirken bozuldu. Suudiler Kuveyt, Katar, Bahreyn ve Şatt’ul Arap’ın sınırlarını çizen İngiliz-Osmanlı Anlaşması’nı kabul etmeyip Kuveytlilerle savaşa tutuştu. Sonunda İngilizler 1922’de Ukeyr Anlaşması’yla Suudileri memnun ederken Kuveyt’e verilmiş toprakların üçte ikisi geri alınmış oldu. Kuveytliler adına İngiliz askeri temsilci Persy Cox’un imza atması ne tür bir dayatma olduğunu anlatmaya yetiyor.
Güncel tabloda ise Muhammed bin Selman’ın saray darbesiyle veliaht prensliğe terfi edip ipleri eline almasından sonra Suud dış politikasındaki saldırganlığın dozu arttı. Kuveyt bağımsızlığını kazandığı 1961’den bu yana belalardan beri olabilmek için tarafsızlık ya da arabuluculuğu diplomasisinin eksenine oturtmuş bir ülke. Suudi-Emirlik ittifakının Katar’la yaşadığı krizde hemen tarafsız pozisyon alıp arabuluculuk rolüyle devreye girdi. 2014’teki ilk krizde bu hamle iş gördü. Ama Haziran 2017’deki krizde ters tepti. Çünkü bu sefer amaç Katar’ı Müslüman Kardeşler ve Cezire TV konusunda uslu hale getirmenin ötesinde Hammad hanedanını çökertmekti. İddia o ki iş işgale kadar gidecekti. Kuveyt’ten arabuluculuk değil Katar’a ablukaya eşlik etmesi istendi. Bunu yapmayınca da çizik yedi.
İkinci kriz ortak petrol alanı Hafci ve Vafra’da yaşanıyor. İki ülke çıkan petrolü yarı yarıya paylaşıyor. Fakat Suudiler teknik anlaşmazlıkları bahane ederek 2014’te Hafci’de, 2015’te Vafra’da üretimi durdurdu. Kuveyt tek taraflı adıma 18 milyar dolar gelirden mahrum bırakıldığını söyleyip zararının tazmin edilmesini istiyor. Muhammed bin Selman 30 Eylül’de bir hışımla Kuveyt’e gidip cüssesini gösterdi. Üretime tekrar geçilmesi için bastırdı. Çünkü büyük patron Donald Trump, kasımdan itibaren İran’ın petrol satışını sıfıra indirmek için tüm gücünü kullandığında uluslararası fiyatları tutmak için Suudilerden daha fazla petrol üretmesini bekliyor. Suudi yönetiminin sözü var, ‘Yeter ki İran’ın tepesine bin, petrol benden’ diye! Muhammed bin Selman’ın Emir Şeyh Sabah’la görüşmesi çok ters gitti ve komşuya ilk ziyaret 2 saat içinde sonlandırıldı. Hakim korku o ki eğer Suudiler Yemen ve Katar’da başarırsa sıra Kuveyt’e gelecek. ABD, Kuveyt’i Saddam’ın elinden kurtardı ama Trump bölgesel hesaplarını Muhammed bin Selman üzerine kurduğu için Kuveytliler hop oturup hop kalkıyor.
Kuveyt geçen bahar BM Güvenlik Konseyi’nde geçici üye sıfatıyla İsrail’in estirdiği teröre karşı Gazze’ye uluslararası koruma önerisini gündeme getirdiğinde Amerikan yönetimi çılgına dönmüştü. Trump’ın damadı Jared Kushner’in Ortadoğu’daki düzenbazlıktan sorumlu Beyaz Saray özel elemanı olarak duruma el atmış ve görüştüğü Kuveyt Büyükelçisi Salim Abdullah’ı Katar örneği ile tehdit etmişti.
40 yıl dışişleri bakanlığı, 3 yıl başbakanlık yaptıktan sonra 12 yıldır da emirlik koltuğunda oturan Şeyh Sabah, 33 yaşında ‘dehlenmiş’ bir delikanlıyla sınav veriyor. Ve bu adam Kaşıkçı cinayetinin de baş sorumlusu. Cinayeti örtbas etme oyununda orkestra şefi ABD başkanı. Şeyh Sabah o yaşı ve tecrübesiyle korkmasın da ne yapsın!
Körfez üzerine çalışan Lübnanlı araştırmacı Ali Murad’ın bana aktardığına göre Kuveyt’teki siyasi kulislerde Muhammed bin Selman artık ‘Küçük Saddam’ diye anılıyor.
Kuveyt’in denge arayışı ve çaresizliği
Şimdi Kuveytlilerin Çin’le yakınlaşma ve Türkiye ile ilişkilere askeri boyut katma çabası biraz daha anlaşılır hale geliyor. Bunu tehdit algısı yükselirken güç dengesi oluşturma çabası olarak görmek mümkün.
Araştırmacı Ali Murad, “Suudilerin kötü niyetleri karşısında Türkiye gibi bölgesel bir güce ihtiyaçları var” deyip ekledi:
“Açıkçası Suudi işgalinden korkuyorlar. Bu korku yüzünden Eylül 2017’de Emir Şeyh el Sabah, Trump’la ilişkileri güçlendirmek üzere Washington’a gitti. Washington’daki büyükelçi üç yıldır Kuveyt Milli Günü resepsiyonunu Trump International D.C. Hotel’de veriyor. Geçen ay da Çin’le ekonomik anlaşmalar yaptılar. Bir arayış var. Elbette tarihsel olarak Suudi hegemonyasından çıkmaya dönük adımları oldu. Fakat bu kez durum farklı. Suudi Arabistan’da kontrol dışı bir yönetimden gelebilecek kritik bir tehdit hissediyorlar. Muhammed bin Selman’a ‘Küçük Saddam’ demelerinin nedeni bu. Emir Şeyh Sabah çok aciz durumda. Erdoğan’la müttefik olma arayışı işte bu çaresizliğin sonucu. Aslında bu, çok da tercih ettikleri bir seçim değil ama başka şansları yok. Bölgesel güç olarak İran’dan yardım isteyemezler. Türkiye’den başka bölgesel güç de yok.”
Türkiye’nin Arap dünyasıyla ilişkilerini geliştirmesi değil bunu yaparken Körfez’deki gerilim ve çatlaklar üzerinden yol alması temel bir problem. Bunun riskleri Suriye, Libya, Mısır, Irak’ta feci dersler bıraktı. Kuveyt’le açılan sayfa da benzer sapmalar barındırıyor.
Yaşar Yakış’a göre Türkiye’nin yapmaması gereken iki şey
Sözümü AKP döneminin ilk Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış’a bırakarak noktalıyorum:
Yaşar Yakış, 1881’de Osmanlı’nın desteklediği Raşid ailesine yenilen Suud ailesinin Necd bölgesini terk edip 20 yıllığına Kuveyt’e sığındığını, bunun tarihi bir miras olduğunu ve bugün her konuda olmasa da Kuveyt’in Suudi Arabistan’la birlikte hareket ettiğini hatırlattı. Yakış “İran, Irak ve Suudi Arabistan’la ilgili belli kaygıları olan Kuveyt’in Türkiye ile yakınlaşması bir denge ya da koruma arayışı mı?” sorusuna şu yanıtı verdi:
“Evet, denge ve korunma arayışı. Her devletin kendi güvenliğini sağlamak için gerekli gördüğü her türlü ittifakı yapması doğaldır. Kuveyt de kurmayı başardığı refah düzenini korumak için uygun gördüğü önlemleri almaktadır. Ama Osmanlı mirasının olumsuz etkilerinin Kuveyt’te halen mevcut olduğunu tahmin ediyorum. Dolayısıyla ilişkiler sıfır noktasından değil, eksiden başlayacak demektir. Ama Kuveyt, İran tehdidi ve bir ölçüde de Rusya’nın Ortadoğu’ya yerleşmekte olmasının yaratabileceği tedirginlik nedeniyle Türkiye’ye bir dengeleyici unsur olarak bakabilir.”
Yakış, Türkiye’nin Körfez ülkeleriyle ilişkilerinde çekingen davranmaması gerektiğini söylerken olası tuzaklara da dikkat çekti:
“Bunu ‘yeni-Osmanlıcılık’ çerçevesinde yapmaması lazım. Çünkü Osmanlı dönemi Arap ülkelerinde, nüanslar olmakla birlikte, nadiren hayırla hatırlanan bir dönemdir. ABD, askeri varlığını Ortadoğu’dan Uzak Doğu’ya kaydırırsa Körfez’de oluşacak yeni dengeye Türkiye’nin de katkıda bulunması yararlı olur. Ancak bunu iki kritere uygun yapmalıdır: Birincisi hegemonik bir amaç gütmemesi lazım. İkincisi bir Körfez ülkesiyle ilişkilerini başka bir Körfez ülkesiyle veya bölge-dışı ülkeyle ilişkileri germe pahasına geliştirmemelidir. Bu da ince diplomasi gerektirir. Türkiye, Cumhuriyet kurulduğundan beri Ortadoğu ülkeleriyle kurduğu dengeli diplomasiyi Arap Baharı’ndan sonra koruyamamıştır. Eski dengeli politikaya dönülmelidir. En sağlıklı dış politika, Araplar arası çekişmelerin tarafı olmaksızın tüm Arap ülkeleriyle eşit mesafede ilişkilerin sürdürülmesidir. Arap’ın Arap’a yaptıkları unutulur, Türk’ün Arap’a yaptıkları unutulmaz. Türkiye, İran ile Arap ülkeleri arasındaki çekişmelere de taraf olmaksızın, her iki tarafla iyi ilişkiler sürdüren bir politika izlemelidir”
Gazete Duvar / 22.10.18