Mısırlı büyük yazar Necip Mahfuz’un “Başkanın Öldürüldüğü Gün” adlı kısa ve fakat büyük romanı bu acılı ülkenin yakın tarihinde yaşananları anlamak, insanlarını tanımak ve kadim uygarlıklara ev sahipliği yapan o toprakların ruhunu yakalamak bakımından eşsiz bir edebiyat metnidir. Mısır tarihinin çarpıcı bir kesitini olağanüstü bir dille anlatan Nobelli yazar Mahfuz, bize sadece yüksek edebiyatın seçkin bir örneğini sunmaz, aynı zamanda sosyolojik ve tarihsel analiz de yapar. (Kırmızı Kedi Yayınları, Çeviren: İlknur Özdemir, İstanbul, Ekim 2010.)
Mısır’ın efsanevi lideri ve Arap dünyasını derinden etkilemiş bir ulusal kahraman olan Cemal Abdul Nasır’ın 1970 yılında ölümünden sonra Enver Sedat, devlet başkanı olmuştu. Sedat, 1973 yılındaki Arap-İsrail Savaşı'nda Sina Yarımadası’nı geri alarak gösterdiği başarının ardından, “infitah” denilen “açık kapı” siyasetini uygulamaya başladı. Bu tutum, Nasır’ın izlediği siyasetin ve dünyada iki kutup (kapitalist ve sosyalist bloklar) arasındaki çatışmada yaptığı temel tercihin tam tersiydi. Sedat, Sovyetler Birliği ile Mısır arasında yapılan ikili anlaşmaları askıya alarak bu ülkeden gelen bütün danışmanları sınırdışı etmişti. Başta ABD olmak NATO ülkeleriyle geniş kapsamlı bir işbirliğine (açık kapı siyaseti) ve ülkeyi karma ekonomiden serbest piyasa ekonomisine geçirmeye başlamıştı. Devlet işletmeleri özelleştirilmiş, Mısır ekonomisi Batı'ya açılmıştı.
Bu durum sosyal devlet kurumlarını çökertmiş, toplumda yoksullaşmaya yol açmış ve halktaki hoşnutsuzluğu büyütmüştü.
Sina zaferinin yıldönümünde 1981 yılında Kahire’de kutlamaların yapıldığı gün, askeri birliklerin geçit töreni sırasında binbaşı rütbesindeki bir subay ve emrindeki askerler Sedat’ın bulunduğu şeref tribününü silahla taradı. Radikal İslamcı olduğu anlaşılan bu subay ve suikast timi emri Müslüman Kardeşler hareketinin önde gelen şeyhlerinden “Kör İmam” lakaplı Ömer Abdurrahman’dan almıştı. Saldırıda, daha sonra devlet başkanı olacak Enver Sedat’ın yardımcısı Hüsnü Mübarek de ağır yaralandı.
İşte Necib Mahfuz, romanında, Sedat’ın öldürüldüğü o günü anlatıyor. Nobel ödülünü almak için bile Kahire’den ayrılmayan Mahfuz, romanında Mısır’ın yakın tarihindeki kırılma noktalarını, ‘İnfitah’ politikaları sonucu yoksullaşan orta sınıf mensubu bir ailenin yaşamı üzerinden ve Renda ile Elvan’ın çaresiz aşkının oluşturduğu fonda veriyor. Mahfuz’un “Başkanın Öldürüldüğü Gün” romanını okurken, adeta Kahire’nin ruhunu ellerinizle tutuyorsunuz.
Mahfuz’un romanlarında tarihsel kökleri derinlere inen aydınlanma ve modernleşme hamlelerinin yozlaşmış bir siyaset sınıfı ve bürokrasi elinde nasıl harcandığını, serbest pazar ekonomisi ve ülkenin Batılı tekellere açılmasının toplumu nasıl derin bir çaresizlik içine ittiğini anlıyorsunuz. Daha da önemlisi, siyasal İslamı yükselten koşulların adım adım nasıl oluştuğunu görüyorsunuz.
‘Başkanın öldürüldüğü gün’, Mısır’ın dinciliğin pençesine düşeceği uzun yürüyüşü başlatan büyük bir adımın atıldığı gün oldu. Öyle anlaşılıyor ki, ‘Başkanın devrildiği gün’ de belki Mısır’ın siyasal İslam çıkmazından kurtulmaya başladığı gün olacak. Enver Sedat’ın öldürülmesi Batıcı ve serbest piyasacı politikalara karşı duyulan öfkenin siyasallaşmış İslam üzerinden gelişen bir patlamasıysa eğer, Muhammed Mursi’nin devrilmesi de kesintiye uğrayan aydınlanma, modernleşme, sekülerizm ve demokrasinin yeniden kazanılmasının önünü açacak. Çünkü Mursi’nin devrilmesi siyasal İslamın da sonunu haber veriyor.
Bu nedenle Msır’da olup bitenler kısır bir “darbe-demokrasi” ikilemi içinde tartışılarak anlaşılamaz. Tartışmayı bu ikileme hapsetmek, çöken muhafazakâr-liberal blokun ömrünü biraz daha uzatma çabasından başka şey değildir.
DARBE VE DEVRİM
Türkiye’de entelektüel ortam, aydınlar dünyası ve genel olarak sol, özellikle 1990 sonrasında liberalizmin etkisi altına girdi. Dolayısıyla tarihe, topluma, sisteme, olaylara ve olgulara bakış ve yorumlayışta bilimsel ve diyalektik yöntem büyük ölçüde yitirildi. En geri dünyayı kavrama ve analiz yöntemi olarak düz mantık, entelektüel ve siyasal alanda giderek egemen oldu.
Bu durumu “darbe” tartışmalarında da somut olarak görmek mümkün. Örneğin, öz ya da içerik yerine salt biçime bakılarak değerlendirme yapılınca 27 Mayıs 1960 müdahalesi ile 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri arasındaki nitelik farkı görmezden gelinmeye, bütün darbeler aynı kefeye konulmaya başlandı. Bu bakış ve yöntem, 2000’ler Türkiye’sinde neredeyse bütün siyaseti ve entelektüel alanı belirlemeye başladı. Dünyada da durum pek farklı değildi.
Bu düşünce yöntemi (mantık) kabaca şöyle bir işleyişe sahipti; 12 Eylül bir darbeydi ve kötüydü. O halde bütün darbeler kötüdür. O halde 27 Mayıs da bir darbe olduğuna göre o da kötü, hatta faşisttir. Mantık bu. Doğrusunu isterseniz bu düşünce yöntemini destekleyecek çok sayıda örnek hem tarihte hem de kişisel yaşamımızda mevcut.
Oysa Marks, “Eğer her şey göründüğü gibi olsaydı, bilime gerek kalmazdı” diyor. Salt biçimden hareketle, niteliği, özü bir tarafa bırakarak beş duyumuzla algıladığımız kadarıyla dünyayı anlamaya, olguları ve olayları çözümlemeye çalışmak en ilkel düşünme yöntemidir. Popüler bilimde “Aristo mantığı” denilen bu yöntem zirvede olduğu antik Yunan’da bile tartışmalıydı.
İnanılır gibi değil ama durum böyle olunca, “darbe” tartışmalarında da nedenler, nitelik, amaç, program ve ortaya çıkan siyasal-toplumsal sonuçlara bakılmadan, sadece yüzeysel benzerliklerden hareketle bütün darbeleri eşitleyen bir yaklaşım benimsendi.
Oysa gerçek çok farklıdır; örneğin 27 Mayıs, daha sonraki darbelerden farklı olarak özgürlükleri kısıtlamamış, tam tersine Türkiye tarihinin en özgür ve en demokratik siyasal ortamını yaratmıştır. Sol’un önünü açmış, yasakları kaldırmış, grevli toplu sözleşmeli sendikal hakları getirmişti. Gerek 12 Mart 1971 gerekse 12 Eylül 1980 darbelerinin amaçlarından biri de 27 Mayıs Anayasasını tasfiye etmekti.
Öncelikle şu tespiti yapmak gerekir; 27 Mayıs klasik bir darbe değildi. Önemli bir sivil muhalefet hareketi, aydın oluşumu ve devrimci gençlik örgütlenmesiyle birleşen bir genç subaylar hareketiydi. Kendi Genelkurmay Başkanını tutuklamış, birkaç istisna dışında TSK’daki bütün generalleri (270 kişi) ordudan ihraç etmişti. Çoğu polis şefi tutuklanmış, buna karşın bütün siyasi mahkûm ve tutuklular ise serbest bırakılmıştı. Solun üzerindeki yasaklar kalkmış, sosyalist partiler, sendikalar ve devrimci gençlik örgütleri kurulmuş, YÖN Dergisi bu dönemde çıkmış, edebiyat üzerindeki baskılar büyük ölçüde kalkmştı. Marksist eserler bu dönmde Türkçeye kazandırılmış, Nazım
Hikmet ‘in şiirleri uzun bir dönemden sonra ilk kez bu dönemde yasal olarak yayınlanmıştı.
Bütün bunlar ortadayken, 27 Mayıs’ı 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbeleriyle aynı kefeye koymak tam anlamıyla aymazlıktır. Bilimsel temellerden yoksun, tarihsel olgularla çelişen, siyasal kanıtlara dayanmayan, gerici, keyfi ve “ideolojik” bir değerlendirmedir.
Her darbe gerici ve faşist değildir. Tıpkı Portekiz’de 1974’te 40 yıllık faşist Salazar Rejimini yıkan, ülkeye demokrasi getiren, solun üzerindeki yasakları kaldıran, daha sonra iktidar ortağı olacak Komünist Parti’yi özgürleştiren, siyasal tutukluları ve hükümlüleri serbest bırakan ‘Karanfil Devrimi’ gibi. Başta Mozambik ve Gine olmak üzere yeryüzüne dağılmış bütün sömürgelerin bağımsızlığını tanıyan ve Portekiz demokrasisini kuran “Karanfil Devrimi’ne neden karşı çıkmamız gerekiyor?
Portekiz Karanfil Devrimi, sırf halk muhalefetiyle buluşan devrimci genç subayların katılımıyla gerçekleşti diye, 1973’te Şili’de yapılan faşist Pinochet darbesiyle aynı kefeye koymak hem saçma hem de akıl ve bilim dışıdır. Şili’de 30 bin muhalifi öldürerek betonlara gömen, stadyumlarda kurşuna dizen, uçaklardan denize atan, ülkenin yarısını işkenceden geçiren, yüzbinlerce insanı tutuklayan ve 17 yıl Şili’yi vahşi bir terörle yöneten Pinochet darbesiyle, ülkesine demokrasi ve özgürlük, sömürgelerine de bağımsızlık getiren Portekiz Karanfil Devrimi nasıl aynı kefeye konulabilir!
Bunu yapmak için ya cahil ya baştan çıkmış bir liberal ya önyargılı bir muhafazakâr ya gözü dönmüş bir gerici ya da salak olmak lazım.
MISIR'DA NE OLDU?
Mısır’da olan biteni Türkiye’de muhafazakârlar ve liberaller “darbe” diye değerlendirme konusunda ısrarlı. Onlara göre haftalardır sokaklara çıkan, başta Tahrir olmak üzere meydanları dolduran, polisle çatışan on milyonlarca Mısırlı’nın olanlara hiçbir katkısı yok.
Öyle bir siyasal ikiyüzlülük var ki; Mübarek aynı yöntemle devrilince bunun adı “devrim” oluyor, Mursi devrilince “darbe” sayılıyor.
Anımsatalım; 25 Ocak 2011’den yüksek noktasına ulaşan isyan dalgasında “tarafsızlığını” ilan eden de ardından Müslüman Kardeşler’in iktidarı devralmasını destekleyen de aynı Mısır Ordusu'ydu. Yani Muhammed Mursi’ye iktidar yolunu açanlar da askerler oldu.
Mübarek’in devrilmesini sağlayan, en azından belirleyici ölçüde katkıda bulunan ordu, nedense o zamanlar “darbeci” değildi! Ama siyasal İslamcı Mursi devrilince aynı ordu birden bire “darbeci” oluverdi. Yani, bu liberal-muhafazakâr zevata göre, Mursi’nin devrilmesinde hiçbir Mısırlı aydının, gencin, on milyonlarca yoksul emekçinin, bir tür ‘nefs-i müdafaa’ halindeki kadınların hiç payı yok!
Oysa Hüsnü Mübarek’i adı Yüksek Askeri Konsey olarak konulan bir cunta devirmiş ve yönetimi devralmıştı. Ülkeyi “geçiş süreci” de denilen bir yıl boyunca yöneten aynı cunta Mursi’nin iktidarı almasını desteklemişti.
Ortadoğu’yu ve Arap dünyasını dünyada en yi tanıyan uzmanlardan olan Suriye kökenli (Türkiye vatandaşı) gazeteci Hüsnü Mahalli’nin dün Yurt’ta yayımlanan yazısında çarpıcı şekilde ortaya koyduğu gibi, Müslüman Kardeşler ve Mursi, diğer bütün siyasal grupların boykot ettiği, halkın ancak yüzde 42’sinin katıldığı bir seçimle geldi. Mursi, mutlak azınlığı temsil ettiği halde (gerçek genel oy oranı yüzde 24.78) kendi dar dinci programını bütün topluma dayatmaya kalkıştı, olmadı.
Mısır’da yaşananlar siyasal İslamın ve Ortadoğu’da oluşturulmaya çalışılan, işbirlikçi ‘Sünni Ekseni’nin çöküşüdür. Hiç düşündünüz mü, daha bir yıl önce Müslüman Kardeşler’i destekleyen ordu bugün neden “İhvan” karşıtı oldu? Mısır ekonomisinin önemli bölümünü de kontrol eden Amerikancı Mısır Ordusu, kitle hareketinin yıkıcı gücü karşısında imtiyazlarını kaybetmemek, iktidarı paylaşmayı sürdürmek, gerçek bir özgürlükçü ve toplumcu düzenin kurulmasını önlemek için bu tutumu aldı.
Kitle eylemlerinin bir halk devrimine dönüşme tehlikesini önlemek için Tahrir’de toplanan kitlelerin taleplerinin sadece küçük bir bölümünü benimsedi.
Mısır’daki ikinci Tahrir isyanı Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) ve siyasallaşmış İslamın sonuna gelindiğini gösteriyor. Dolayısıyla Mısır’da Mursi’nin devrilmesi, “Ilımlı İslam” rejimleri için ilk ve en başarılı model ülke diye sunulan Türkiye’yi de yakından etkileyecek. Bu gelişme öncelikle Tayyip Erdoğan’ın iktidarını temellerinden sarsacak, göreceksiniz. Erdoğan’ın Gezi Parkı eylemlerinden korkmasının nedeni budur.
Yurt / 07.07.13