Ortadoğu’da halk hareketleri 2

  • Değerlendirmeler
  • |
  • Güncel
  • |
  • 05 Haziran 2013
  • 19:21

(Tunus-Mısır dersleri)

Mısır'daki görkemli kitle hareketinin doruğuna çıktığı bir sırada, 19 Şubat 2011 tarihinde verilmiş bir konferansın kayıtlarıdır... İlgi duyan okurlar burada sunulan metni Tunus ve Mısır: Devrim İçin Dersler (Ekim, Sayı: 271, Nisan 2011) başlıklı değerlendirme ile birlikte ele alabilirler...

-IV-

Lenin büyük devrimci kaynaşmaların yaşandığı dönemlere ilişkin olarak, hiç kimse patlak veren bir isyan, ayaklanma ya da devrimin nasıl bir seyir izleyeceğini önceden bilemez, diyor. Olayların büyüyüp büyüyemeyeceği, genişleyip genişleyemeyeceği, nerede kesintiye uğrayıp kırılacağı hakkında kesin şeyler söylenemez demek istiyor bununla. Bunu devrimin gelmiş geçmiş en büyük teorisyeni ve uygulayıcısı söylüyor. Kaldı ki, bizzat içinde bulunduğu tarihi olaylar üzerinden söylüyor bunu, olayların seyrine ilişkin olarak öngörüde bulunmak olanaksız değilse bile çok zor demek istiyor.

Dolayısıyla biz de Tunus’ta ve Mısır’da işler tam nereye varacak, bugünden çok kesin şeyler söyleyemeyiz. Bu gerekli de değil. Olaylar sürüyor, süreç devam ediyor. Biz olayların bugün sunduğu veriler üzerinden söylenebilecekler üzerinde yoğunlaşalım. Ve ben diyorum ki, olayların somut olarak gösterdiklerinden çok, o kendi somutluğunun ötesindeki, kendi somutluğuyla da kanıt olduğu olayların ötesindeki sorunları tartışalım.

Söylemek istediğime yöntemsel bir örnek veriyorum; Mısır’da halen devrimci parti yok, Tunus’ta var görünüyor fakat olaylara yetişemiyor. Ama Tunus ve Mısır olayları bir arada, devrimci partinin olağanüstü, böyle tarihi dönemlerde adeta belirleyici önemini ortaya koyuyor. Tunus ve Mısır’ın en büyük derslerinden biri nedir diye sorarsanız, devrimci partinin belirleyici, sonucu tayin edici önemidir, derim. Halbuki bugünkü olaylar içinde devrimci öncü parti halen yok. Tunus ve Mısır’a böyle bakalım, devrimciler olarak sorunları, olup bitenlerin ortaya koyduğu dersleri bu çerçevede ele alalım, bu açıdan irdeleyip tartışalım. Tunus ve Mısır’dan geleceğin devrimci mücadeleleri için gerekli sonuçları buradan hareketle çıkarmaya bakalım.

Olaylar gösteriyor ki, devrimciler yeniden tarihin ön sahnesine çıkacaklar. Tarih devrimcileri yeniden sahnenin önplanına çıkaracak. Nasıl? İsyanlar, ayaklanmalar ve giderek devrimler, devrimcilerin dönemi demektir. O halde biz bu olaylardan mümkün mertebe devrimci sınıf mücadelesi için, giderek devrim için, devrim teorisi ve pratiği için gerekli sonuçları çıkarmaya bakalım. Bunlar görünürde çok genel sonuçlar olabilir, zaten bilinen şeyler de olabilir. Olsa bile, olaylarla bir kez daha doğrulanıyor mu, o halde biz de bunun altını bir kez daha kalınca çizmeye bakalım.

Devrim teorimizin ilke ve esasları bugün yaşanmakta olan olaylarla ola ki trajik bir biçimde doğrulanır. Öncü devrimci partinin olmamasının ya da toplumun biricik gerçek devrimci sınıfının, modern burjuva toplumunda önderlik ve iktidar mücadelesi kapasitesine sahip biricik sınıf olan işçi sınıfının, olaylara damgasını vuramamasının büyük bir patlamayı nasıl bir akibetle yüzyüze bıraktığını görmek bakımından bu dersler çok çok önemli. Bunu bugünkü olaylardan ders olarak çıkaracağız ve yarınki olaylara, geleceğin büyük devrimci çatışmalarına, bu gözle hazırlanmaya bakacağız.

Demek ki devrimci bir parti olmadı mı, yön, program, hedef, giderek de olayların akışı içerisinde taktik olmadı mı, zafer yok! Diktatör gidiyor en fazla, diktatörlük olduğu gibi kalıyor, sistem olduğu gibi sürüyor. Bu dersi önemsediğimiz ölçüde, biz devrimci öncü partiyi önemseriz.

Ama devrimci öncü parti dediğimizde, adı öncü ise ardında bir artçısı, bir gövdesi olabilmesi lazım. Bu da bizi devrimin temel sınıfsal dayanağına, dosdoğru işçi sınıfı sorununa götürüyor. Sınıf sorunu bizi, şekilsiz kitle ayaklanmaları ile şekillenmiş sınıfların rol oynadığı kitle mücadelelerinin, giderek devrimlerin farkına, 1905 Devrimi ile Mısır’da yaşanan bugünkü ayaklanmanın farkını getiriyor.

Farklı sorunlara yöntemsel örnekler olarak değinmiş oldum, bunları tek tek ayrıca ele alacağım.

Olup biten nedir? Olup biten kelimenin gerçek anlamında bir sosyal patlamadır. Olayın kendisi tepeden tırnağa siyasi bir olaydır kuşkusuz, sözkonusu olan bir kitle isyanı, bir halk ayaklanmasıdır. Ama temelde sosyal dinamiğe, demek istiyorum ki, asli olarak sosyal nedenlere dayalı halk ayaklanmaları bunlar. Yani şöyle bir şey değil; iyi-kötü iktisadi-sosyal yaşamından memnun, ama siyasal olarak bunalmış kitlelerin özgürlük özlemi ve demokrasi istemiyle diktatörlüğü reddettiği ayaklanmalar değil, izlemekte olduğumuz halk hareketleri. Görüntü böyle, giderek de sistem propagandası böyle sundu ve bunu da tümüyle bilinçli bir biçimde yaptı. Halbuki bu insan yığınlarını harekete geçiren, çok kesin ve açık bir biçimde sosyal nedenlerdir. Yoksulluk, özellikle işsizlik, çekilmez hale gelmiş yaşam koşullarıdır...

Bunu örneklemek hiç de zor değil. Bu kıvılcım Tunus’tan başlamadı mı? Tunus’ta ne olmuştu? Bir genç insan, Sidi Bozid, üniversiteyi bitirdiği halde iş bulamıyor. Ailesini BBC'nin özel bir haber programında izledim, son derece yoksul bir aile ve eve ekmek getiren tek kimse, ölümüyle Tunus'taki olayları ateşleyen bu genç insan. 7 kişilik yoksul bir eve ekmeği nasıl getiriyor bu işsiz üniversite mezunu? Bir tezgahla sokakta ya da pazarda sebze meyve satarak. İşte size tüm görkemiyle sosyal sorun! Bu tezgah, dolayısıyla da işi, dolayısıyla da ekmeği elinden alınıyor, baskıcı rejim tarafından. Bu işsiz genç bunun üzerine kendini yakarak feda ediyor ve böylece büyük bir isyanı tutuşturuyor. Tunus’taki kıvılcım böyle çakıldı ve halk ayaklanması yangını böyle başladı. İşte size tepeden tırnağa sosyal sorun! Tunus'taki büyük halk ayaklanmasının sosyal temeli!

Aynı olguyu aynı nitelik üzerinden gösteren ve doğrulayan bir başka örnek daha var. Tunus Komünist İşçi Partisi temsilcileri, bu ayaklanmayı iki yıl önceden öngördüklerini ve hazırlığa giriştiklerini söylüyorlar. Peki onları bu öngörüye götüren ne, toplumda gelmekte olan bir ayaklanmayı sezmelerinin hareket noktası ne? İki yıl önceki bir maden işçileri ayaklanması. Bu ayaklanmanın ayrıntıları yok yazık ki sözkonusu röportajda, ama olgu olarak kendisi son derece önemli. Maden ayaklanması, yani bir işçi ayaklanması. İşte devrimci bir partiyi ayaklanma beklentilerine götüren tepeden tırnağa sosyal nitelikte bir başka olay. Bir kez daha Tunus üzerinden...

Geçiyoruz Mısır’a. Mısır’da görünürde ne oldu? Dünyayı izleyen, dil bilen, Twitter’ı iyi kullanan, Facebook’da dolanan gençler ayaklanma başlattılar diye sunuyorlar bize olup biteni. Kim bu gençler? 6 Nisan Hareketi mensupları, ki 25 Ocak ayaklanmasını başlatan eylemin de çağrısını yapan bir hareket bu. Peki nedir bu 6 Nisan Hareketi? Neden 6 Nisan adını taşıyor? Mısır’ın Nil havzasında, Kahire’nin az aşağısında, El Mahalla diye bir kent var. Burada çok büyük tekstil kombinaları, demek oluyor ki, işçi sınıfının önemli bölükleri var. 6 Nisan 2008’de burada bir eylem patlak veriyor, 25 bin kişiyle kombina işgal ediliyor. Mısır rejimi bastırmak istiyor, bunun için herşeyi yapıyor ama başaramıyor, sonunda direnişin istemleri kabul ediliyor ve işgal böylece bitmiş oluyor. 25 bin kişilik büyük bir dev tekstil kombinasındaki işgali düşünün. İşte 6 Nisan Hareketi bu büyük işçi direnişinin bir yan ürünü. Bu işçi direnişini desteklemek, onunla dayanışmak üzere harekete geçen eğitimli gençlere dayanan bir oluşum.

Burada bir kez daha tepeden tırnağa sosyal nitelikte bir sorunla yüzyüzeyiz. Bir büyük işçi hareketiyle dayanışmak, onun haklı ve meşru sosyal istemlerini desteklemek üzere doğmuş bir gençlik oluşumu, 6 Nisan Hareketi. Önemli olan 6 Nisan Hareketi’nin kendisi değil, onu üreten dinamik, yani işçi hareketi. Önemli olan o gençleri kümelendiren gerçek olgu. Bunlar belli ki alt sınıflara yakınlık duyan gençler. Demek ki o gençliğin belirli sınırlarda ilerici bir politik bilinci de var. Emekçi sınıflara bir yakınlığı var, sosyal sorunlara bir duyarlılığı var. Kaldık mı bir kez daha sosyal sorunlarla başbaşa ve bu kez de Mısır örneği üzerinden.

Daha da ötesine geçiyorum. Mısır’daki patlamayla birlikte öğrendik ki, 2006 yılından 2009 yılına kadar Mısır’da soluk soluğa bir işçi hareketi var. Zaman zaman onbinlerce, yüzbinlerce işçinin katıldığı... Resmi sendikalar dışında sendikalar kurmaya yönelen, fabrika işgallerine giden, çalışma koşullarının düzeltilmesini, ücretlerin artırılmasını isteyen... Ama işte bugünkü isyanı da mayalayan gerçek sosyal sorunlar ve çatışmalara alanı... Diktatöre karşı 25 Nisan çağırısı yapan oluşumun kendisi de işte tam da bunun, bu çatışmanın bir yan ürünü...

Evet, bunaltıcı Mübarek rejimine karşı bir direniş var. Peki ama niçin? İnsanlar neden dolayı artık o bunaltıcı baskıya karşı nihayet ayağa kalkıyorlar? Aç kaldıkları için, işsiz kaldıkları için, son derece kötü koşullarda çalıştırıldıkları için... Sömürüye isyan ettiğiniz zaman ne oluyor? Başınıza polis copu ya da jandarma dipçiği iniyor. Baskı burada bir araçtır yalnızca, sömürü ve soygun koşullarını güvenceye alan ve süreklileştiren. Sömürü koşullarını, sömürüye dayanan mevcut sosyal koşulları sürdürebilmek ya da daha da ağırlaştırabilmek için baskı, yasak, polis, ordu sermayenin elinde kamçıdır, bir araçtır. Bu ayaklanmaya yolaçan koşulların kaynağı değil fakat yalnızca bir yan ürünü, bir tamamlayıcısıdır.. Asıl kaynak kendini sınıflar arası ilişkiler üzerinden, dolayısıyla sömürü ilişkileri olarak, dolayısıyla sosyal sorunlar olarak gösteriyor. Sosyal kıpırdanışları dizginleyebilmek için siyasal baskı rejimi kuruluyor. Ekmek veremeyen ne yapıyor? Sopayı alıyor eline ekmek isteyenin gerektiğinde kafasına indirmek üzere. Ekmek varsa, sopaya o denli ihtiyaç kalmaz. Dikkat ediniz Avrupa’da sopa henüz pek hissedilmiyor. Aslında sopanın alası var bu ülkelerde ama hissedilmiyor. Neden? Henüz ekmek verilebiliyor, bazı sosyal kurumlar, dolayısıyla haklar var. Bunları veremez duruma düşsün, eline sopa alacaktır o zaman. Sosyal sorunlar ile siyasal baskının diyalektiği bu zaten.

Özetle, Mısır ve Tunus üzerinden sosyal patlamalarla yüzyüzeyiz. Ürdün’de de aynı şey sözkonusu. Sokağa çıkan binlerce kişi ellerinde somun ekmeği taşıyor ve “ekmeğimiz kırmızı çizgimizdir!” diyorlar, ona el uzatırsanız bizi karşınızda ayağa kalkmış bulursunuz, demiş oluyorlar. Bu da sosyal sorunlar üzerinden bir ayağa kalkıştır. 1997 yılına ait “Halk isyanlarının yeni dönemi” yazısında demin dikkatinizi çekmiş olmalı, Ürdün’de “ekmek ayaklanması”ndan sözediliyor. Sözkonusu değerlendirme öncesinde demek ki Ürdün’de ekmek ayaklanması var, bu geçmişte Mısır’da da olmuş. Bahreyn’de ne oluyor? Bahreyn’de sistemden dışlanan, düşük yaşam koşullarına mahkum edilen ve sosyal hizmetler sözkonusu olduğunda ayrımcılığa hedef olan Şii kitlelerin, yani Bahreyn’in yoksullarının ayağa kalkışı var. Demek ki burada da yine sosyal sorunla yüzyüzeyiz. Ya Yemen’de? Yemen Arap dünyasının ve dünyanın en yoksul ülkelerinden biridir. Yaşanmakta olan bütün huzursuzluğun temelinde bir kez daha sosyal sorunlar var, görünürde bunu başka şeyler perdeliyor olsa bile. Güney Kürdistan'ın Süleymaniye'sinde de aynı durum, aynı sosyal sorun sözkonusu...

Kısacası, Ortadoğu çapında bir sosyal fırtına ile yüzyüzeyiz. Ama sosyal patlama siyasal biçim içinde ortaya çıkar ve kendini kendine nefes aldırmayan diktatörlüklere yönelmiş olarak bulur. Olayın tablosu bu, bunu unutmayacağız. Zira ortada bu halk hareketlerinin sosyal temelini ve niteliğini gizlemeye yönelik kapsamlı bir manüplasyon var. Sistem propagandası bu hareketlerin gerçek kaynağını ve nedenlerini gizliyor. Hareketleri salt yozlaşmış yöneticilere yönelmiş dar siyasal çıkışlar olarak sunuyor. Mısır halkı özgürlük istedi, onur istedi, bunun için ayaklandı, deniliyor. Evet, özgürlük ve onur istedi. Bu bizim değerlendirmelerimizde de var, onur duygusuna gerekli vurguyu yapmak anlamında. Ama siz bunu alıp sosyal dinamiği, zemini, kaynağı karartmanın bir aracı olarak kullanırsanız, böylece asıl ve belirleyici olan etkeni gizlemeye kalkarsanız, bu tamı tamına gerçeklerin manüplasyonu olur ve hareketlerin kendisini denetim altına almaya yönelik manevraları kolaylaştırır. Bu açıdan sinsi olduğu kadar tehlikeli de bir girişimdir bu. Obama Tahrir Meydanı’nı selamlıyor, bize ilham verdiniz, onur duygusunu aşıladınız, kendinizi kabul ettirdiniz, diyor. Ama salt onur, hatta kısmi bir siyasal özgürlük bile hiç de karın doyurmaz bugünün Ortadoğu’sunda. İnsanlar iş, ekmek ve insanca bir yaşam istiyorlar. Tahrir Meydanı bitti ama işçi direnişleri, grevler sürüyor. İşçiler yaşam koşullarının düzeltilmesini, ücretlerinin artırılmasını ve bunun güvence altına alınmasını istiyorlar. Gerçek sendikal örgütlenme hakkı ve olanağı istiyorlar.

Bu kaynaşma sürecek, onu yatıştırmak öyle kolay olmayacak. Geçici ve kısmi durulmalar olabilir ama kaynaşmalar şu veya bu biçimde sürecek. Ve her yeni kaynaşma mevcut deneyimin, birikimin, onun verdiği cesaretin, onun sağladığı özgüvenin ve kazanma inancının üzerine gelecek. Dolayısıyla daha güçlü olacak. Kitlesel katılım yönünden değil, belki kitlesel katılım yönünden daha zayıf olacak muhtemelen. Çünkü sınıflar ve sınıfsal sorunlar önplana çıktığı ölçüde, orta katmanlar eylemden çekilecek. Müslüman Kardeşler, Mısır burjuvazisinin bir kesiminin temsilcileridirler, eylem alanından çekilmekle kalmayacaklar, daha bir de ona cephe alacaklar. Meydan alt sınıflara kalacak. Daha dar katılımlı ama daha sert, daha uzlaşmaz olacak çatışma. Tanklar fabrikalara daha rahat yürütülebilecek böylesi bir durumda.

Bakınız Irak Kürdistan’ına, o kültürün çok dışında değil, yansıyor Süleymaniye’ye. O Süleymaniye’de son 7-8 yıldır kitleler defalarca yolsuzluğa, hırsızlığa, rüşvetçiliğe karşı ve iş için, daha iyi yaşam koşulları için sokağa çıktılar. Kendi başına ulusal devletin karın doyuramadığını Kürt emekçileri bizzat yaşayarak görüyorlar. Güney Kürdistan’ın özellikle Süleymaniye bölümü, ki tarihsel olarak da ilerici olan kesimidir, o dünün “sosyalist”i Talabani’yi de besleyen bölümdür, buna tanıklık ediyor. Aynı şekilde Irak’ta, Irak’ın güney kesimlerinde benzer hareketlilikler ortaya çıktı. Hükümet binaları yakıldı, önemli çatışmalar yaşandı. Bu böyle kendini gösterecek.

Kaddafi’nin Libya’sında sorunlar biraz daha farklı. Kaddafi’nin elinde petrol fonları var ve bu sosyal sorunları kısmen hafifletiyor. Ama burada da siyasal sorunlar var. 42 yıllık bir rejim, bir tür hanedanlık, aile ve kabile hanedanlığı. Ortadoğu’da bu türden olgular utanç vericidir. Suriye’de onyılları bulan iktidarının ardından Esat ölüyor, yerine oğlu geçiyor. Mısır’da Mübarek’in yerine oğlu hazırlanıyordu. Bu iş Ürdün’de krallık rejimi üzerinden zaten yasal olarak da böyle. Yani monarşik ya da modern monarşik sözde cumhuriyet biçimleri var Ortadoğu’da, bu sistemlerde iktidar babadan oğula geçiyor. Bu ise sosyal sorunlardan zaten fazlası ile bunalmış bulunan kitleleri daha da öfkelendiriyor, daha da tahammülsüz hale getiriyor. Artı Filistin sorunu var, artı Amerikan emperyalizminin yarattıkları var. Evrensel olan gerçeklik özgül bölgesel ve ulusal prizmalardan yansır demiştim daha önce. Evet, dünyada ekonomik bunalım, sosyal yıkım var, ortak paydayı oluşturan aynı sorunlar bunlar, ama Ortadoğu’da bunun üstüne kendine özgü sorunlar biniyor, genelde yaşananlar bu prizmadan yansıyor.

***

(...)

Ortadoğu toplumlarının mayasında vardır emperyalizme karşıtlık. İfade uygunsa bu toplumların geninde vardır bu. Bu toplumlar köklü mutasyonlara uğramadan, o genetik yapı değişmeden, bu duyarlılığı kaybetmezler.

Gerici bir gözlemciden örnek vereceğim. Mısır toplumundaki anti-siyonist duyarlılıktan sözediyor ve diyor ki, Camp David Antlaşması 1978 yılında imzalandı, Mübarek 1981’de başa geçti, 30 yıldır başta, ama bir kere olsun İsrail’i resmi olarak ziyaret etmedi, bu cesareti gösteremedi. İsrail’e bir kere gitti ama, İzhak Rabin’in cenaze törenine katılmak için. Basına da İsrail’e resmi ziyaret için değil fakat cenaze töreni için geldiğini söylüyor, bunu söylemek ihtiyacı duyuyor. Aynı gözlemci ekliyor; 30 yıllık barış döneminde sayısız İsrail vatandaşı Mısır’ı ziyaret ettiği halde, turistik nedenlerle bile olsa Mısırlılar İsrail’e gitmedi, gitmez de... Bütün bunlar Mısır toplumundaki anti-emperyalist ve anti-siyonist duyarlılıkları gösteriyor. Bu toplumların siyonizme ve dolayısıyla emperyalizme, ki aynı gerçeğin iki görünümüdür bunlar, karşı tutumu üzerine bir tartışma olamaz. Kitleler o bunalmışlık, daralmışlık içinde kendilerini dizginlediler, açık anti-emperyalist, anti-siyonist söylem ve sloganlar kullanmadırlar. Ama bunu salt bu konuda değil hemen her konuda yapmış oldular. Hedefi çok daralttılar. Bu, hareketin temel önemde bir zaafı da aynı zamanda. Bunun üzerinde duracağız zaten. Ama kimse hiçbir yanılgıya düşmesin; emperyalizme ve siyonizme karşıtlık Ortadoğu  halklarının bilincinin derinliklerinde var.

Bunlar sosyal ayaklanmalardır, ancak bu sistemli bir sinsi çaba ile karartılıyor demiştim. Özgürlük istiyor, onur istiyor diyorlar. Ama özgürlük ve onur karın doyurmuyor. Kendini yakan Tunus’lu genci düşünün. O diktatör değil de başkası olsa ne olur ki? Bunlar sosyal patlamalardır dedim. Bunlar gençlik patlamalarıdır diyorlar. Konuyu dağıtacak olsa da söylemeliyim. Bu küreselleşme neydi? Bunun bir yanı da eğitimin özelleştirilmesi değil miydi? Son 30 yıldır uygulanan o neo-libaral saldırının bir yanı da eğitilmiş insanın ücretli işçi haline düşürülmesi değil miydi? Eskiden teknisyenler, mühendisler fabrikalarda sömürü hiyerarşisinin bir parçası idiler. Şimdi onda dokuzu ücretli kalifiye işçi, onda biri fabrikadaki sömürü hiyerarşisinin bir parçası. Artık mühendis büyük ölçüde ücretli işçinin bir parçasıdır, dünden farklı olarak. Bunlar neo-liberal saldırı ile belirlenen son 20-30 yılın gerçekleri.

Sistem üniversiteden kitlesel düzeyde insan mezun ediyor, fakat onlara iş veremiyor, önemli bir bölümünü işsizler ordusunun içine atıyor, Tunus'lu genç örneğinde olduğu gibi. Bu insanlar birer işçi olarak çalışmaya hazır ama buna rağmen iş bulamıyorlar. Tayyip Tekel işçilerinin direnişi sırasında buna ilişkin gerçeği küstahça bir biçimde dile getirdi; bizde asgari ücretle, hatta 4-C koşullarında çalışmak isteyen çok sayıda üniversite mezunu var, dedi. Bunun bir yanı işsizliğin işçi sınıfına karşı kullanılmasıdır. Öteki yanı, eğitimli insanların ücretli işçi durumuna düşmüş olmasıdır. İşsiz genç deniliyor, değil mi? İşi olsa ne olacak? İşçi genç olacak. Bunlar işçi sınıfının bir parçası artık. Neo-liberal yıkım programları bu eğitimli gençliğin büyük bir bölümünü bu durum düşürdü. Eğitimde özelleştirmeler, Bologna Süreci vb. tüm yıkım saldırıları bunu amaçlıyor, bu sonuçları yaratıyor.

Ama bu gençlik kesimi işçi sınıfının hareket ettirici ekseni değil, hiçbir biçimde, bunu ayrıca ele alacağım. Bu kesim kuşkusuz işçi sınıfının bir parçası, geniş ve rahat bir tanım içerisinde. İşçi sınıfının eğitimli ve işsiz kesimi. Ama işçi sınıfının omurgası ve hareket ettirici kesimi değil. Bu bir yanılgı yaratmamalı. Daha eğitimli olabilir, bu eğitimin getirdiği avantajlara sahip olabilir, genç olduğu için daha dinamik olabilir. Ama işçi sınıfının ekseni her zaman için sanayi işçisidir, üretimi omurgasından tutan kesimdir. Bu da işin bir başka yanı. Çünkü bize mevcut hareketlerin zayıflığını da veriyor bu olgu. Bu hareketlere neden bir sınıf damgasının vurulamadığını ortaya koyuyor. Diğer türlü olsaydı, işçi sınıfı gençliği buna damgasını vururdu. Bunlar işçi eksenli halk hareketleridir derdik. Çok öyle diyemiyoruz. Mısır’da bu eksene doğru kayma önplana çıkınca, daha doğrusu çıkar çıkmaz, Mübarek'e hızla yol verildi ve hareket mevcut biçimiyle bitirildi. Bu son derece açıklayıcı bir davranış örneğidir, bu açıdan.

Mısır’daki hareket Tunus’takine göre daha görkemli oldu. Tunus’un arkasından geldi, bunun avantajına sahipti. Mısır büyük bir toplum, köklü bir tarihe ve kültüre sahip, bir tarihsel-toplumsal derinlik var burada. 82 milyonluk bir ülke, sekiz tane Tunus demek bu. Çok stratejik bir yer tutuyor. Tarihsel olarak Arap dünyasının her zaman öncelikle baktığı bir ülke olmuş, Arap dünyasında liderlik konumu kazanmış. İşte bir nasırcı "Arap sosyalizmi" dönemi fırtınası var, ‘50’li ve ‘60’lı yıllara egemen olan. Bir dizi avantajı var, Ortadoğu'nun ve Kuzey Afrika'ın bu büyük ülkesinin. Mısır’da tabii ki daha görkemli olarak açığa çıkacaktı kitlelerin isyanı.

Ama Tunus’taki hareket belli bakımlardan Mısır’dakinden daha ileri. Ne bakımdan? Tunus’taki harekette islami akım fazlaca etkin değil. Tunus’taki harekette islami akım bu denli gerici ve bağnaz da değil. Lideri, Mısır'ın Müslüman Kardeşler ile aralarına belli bir fark koyuyor, koymak ihtiyacı duyuyor. Kadın sorununda, müslüman olmayanlara yaklaşım sorunlarında, bir dizi başka sorunda... ‘70’li yıllarda sol söylemliymiş Tunus'taki islami hareket. Ve bizzat hareketin liderinin kendi açıklamasına göre, her ne kadar şimdi AKP’yi model alıyorsa da, bizim öteki muhalif örgütlerle özellikle kadın sorunu başta olmak üzere bir dizi konuda ortak bir mutabakamız var diyor. Kadın özgürlüğü vb. konularda tavizler vermek durumunda kalıyorlar, Tunus toplumuna ve sol hareketine. Bir, bu yanı var.

İki, işçilerin özellikle de sendikalar üzerinde Mısır’dan daha belirgin bir ağırlığı var. Tunus’da sendika militanlarının çok özel bir rol oynadığı söyleniyor, örgütlü güçlerin değil. Bu kendiliğinden bir patlama. Yani partiler ortada yok, partili militanlar var. Sendika militanları var, bu özellikle önemli. Hani kitlelerin öncüleri diyoruz ya, örneğin Tunus Komünist İşçi Partisi (TKİP) harekete örgütlü bir biçimde müdahale edememiştir de, ama kitlelerin doğal bir parçası olan militanları patlayan eylemde şu veya bu ölçüde bir rol oynamışlardır. Bir de böyle bir farklılık var, solun Tunus'taki harekette bir yeri var. Tunus Komünist İşçi Partisi’nin varlığı bile bir şey anlatıyor. Ayaklanmayı bekliyorduk, bir hazırlık da yaptık gücümüze göre diyebiliyorlar. Bunlar hareketin öznel yönüne göre üstünlükler. Ama sosyal kapsamı, ağırlığı, şiddeti, görkemi bakımından tabii ki Mısır’daki hareket daha güçlüydü.

Her iki harekete baktığımızda, ki özellikle de Mısır’daki hareket için geçerli bu, şu son birkaç gününü dışında bırakırsak, genel planda gördüğümüz şekilsiz bir kitle hareketidir. Büyük bir sosyal patlama, çok farklı sınıflardan, katmanlardan geniş insan yığınlarının katıldığı eylemler bunlar. Ama şekillenmiş biçimiyle sınıfları göremiyoruz, şekilsiz kitlelerdir eylem halinde gördüklerimiz.

Oysa örneğin 1905 Rus Devrimi'nde belirgin biçimde hareket halindeki sınıfları görüyorduk. İşçileri görüyorduk; temel devrimci istemleri vardı ve devrimde işçi sovyetleri olarak örgütlendiler. Demokratik cumhuriyet, 8 saatlik işgünü ve köylüye toprak istiyorlardı. Toprak talebi ile hareket eden köylüleri görüyorduk; asillerin şatolarını yakıyor, topraklara el koymaya kalkıyorlar, depoları yağmalıyorlar, toprak istiyorlardı. Liberal burjuvazi iktidar istiyor, meşruti monarşi peşinde koşuyordu. Özetli birinci Rus devriminde sınıflar ve sınıflara paralel partiler var. Liberal burjuvazinin Kadet partisi var. İşçi sınıfının sağ ve sol kanatlarıyla, menşevik ve bolşevik kanatlarıyla, sosyal-demokrat işçi partisi var. Köylülüğün sosyalist-devrimcileri var, köylülüğün büyük bölümüne hakim. Sadece sınıflar değil, sınıfları temsil eden siyasal akımlar da var demek istiyorum.

Sınıfların mücadele içinde şekillenmesiyle onları temsil eden siyasal akımların varlığı arasında kopmaz bir bağ, diyalektik bir bütünlük de var. Bundan dolayıdır ki, güdümlü bir Duma yaratmak dışında hiçbir sonuç yaratmadığı halde, görünürde açık bir siyasal kazanım yaratmadığı halde, 1905’te gerçek bir devrim var Rusya’da. Mevcut rejime, çarlık rejimine karşı sınıflar ayağa kalkıyor. Çarlık soylular sınıfının iktidarı demektir. O iktidar öylesine bir sınıfa ait ki, liberal burjuvazi (ki bu Rus burjuvazisi anlamına geliyor) bile işçiler inisiyatifi alınca devrimden yüzçeviriyor ama daha öncesinde o da kendi cephesinden devrime bir biçimde katılım gösteriyor. Köylülük var, işçi sınıfı var, liberal burjuvazi var, kuşkusuz kent küçük-burjuvazisi var, kısmen işçi sınıfına kısmen liberal burjuvaziye yakın. Sonuçta sınıflar ve az çok onları temsil eden siyasal partiler var ve çarlık rejiminin devrilmesini istiyorlar. Devirmek için de silahlı ayaklanma var. Orduda ayaklanma var, Potemkin Zırhlısı bunun çok bilinen ünlü bir örneği.

Tunus’ta ve Mısır’da bunlar yok. Mısır’da özellikle yok. Tunus’ta kısmen var. Tunus’ta polis karakolları yakıldı, hükümet binalarına saldırılar oldu ve devreye giren sendikalar ve partiler, gizli polisin dağıtılması, iktidar partisinin dağıtılması, kovulan diktatörden kalma meclisin dağıtılması gibi bir dizi politik istemle, eski rejimin kurumlarının tasfiye edilmesini gündeme getirdiler.

Mısır’da hareket uzun zaman Mübarek’in gitmesine odaklandı. Kuşkusuz ötesini de istiyordu, hala da istiyor. Kimden istiyor ama bunu? Mısır iktidarının temel dayanağı olan ordudan! Ordunun başında şimdi kim var? 1991 yılından beri genelkurmay başkanı, 1995’ten beri de milli savunma bakanı olan adam var. Yanında da diktatörlüğün bütün bir omurgasında yeralan, en kritik yerinde duran öteki generaller. Burda devrim falan yok. Geniş yığınların görkemli bir biçimde ayağa kalkışı kendi başına bir devrim değil, olamaz, olamıyor.

Devrim siyasal ya da sosyal ilişkilere yönelir. Siyasal iktidar ilişkilerinde köklü bir değişim yaratmaya, bundan da öteye geçerek sosyal ilişkileri, giderek mülkiyet ilişkilerini kökten değiştirmeye yönelir. Bu burjuva demokratik devrim biçimi içinde 1905 Devrimi’nde bile var. Ne demek köylünün toprak istemesi? Toprak mülkiyeti çarlık rejiminin ekonomik-sosyal temeli, sökonusu olan yarı-feodal bir toplum. Burada iktidar değişimi demek, soylular iktidarının, toprakta bunun dayalı olduğu mülkiyet ilişkilerinin yıkılması demek. Feodal toprak soyluluğunun son bulması, ona dayalı yarı-feodal sistemin, ona dayalı toprak düzeninin ortadan kaldırılması demek. Nedir kentte ayağa kalkan işçinin talebi? 8 saatlik işgünü, köylüye toprak ve demokratik cumhuriyet. Yani iktidar ve mülkiyet ilişiklerinde köklü değişim. Çarlığa dayalı soylular iktidarının yıkılması, köylülüğün özgürleşmesi ve siyasal özgürlüğün kazanılması...

Mısır’da ve Tunus’ta bunlar yok, bu düzeyde bir toplumsal radikalizmden eser yok. Mısır'da Mübarek gitsinden ibaret bir hareketle yüzyüzeyiz. Nedenlerini ayrıca tartışmak gerekir. Bu da bizi devrimci partiye getirir, bu bizi devrimci sınıfa getirir, bu bizi Mısır toplumunun dünkü otuz yıllık atomize edilişi gerçeğine getirir. Bunun nedenlerini anlamak sorun değil, bunun neden böyle olduğunu anlayabilir, sonuçta duruma şaşırmayabiliriz. Ama durum bu, hareketin halihazırdaki sınırları bu. Katılım çok daha sınırlı olabilirdi, hareket çok daha az görkemli olabilirdi, ama buna rağmen devrim niteliği taşıyabilirdi. Ama böyle değil.

1908’de Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde gerçekleşen hareket bile belirli sınırlar içinde bir devrimdir. Zira ilk kez olarak Jön Türkler şahsında doğmakta olan burjuvazinin ilk modern temsilcileri iktidara ortak hale geliyorlar. Mutlak monarşi yerini meşruti monarşiye bırakıyor, temsili bir parlamento kuruluyor. İttihatçı Talat Paşa başbakan oluyor ve hükümet kuruyor, devleti fiilen yönetmeye başlıyor. İstanbul’da Abdülhamit gericiliğe dayanarak bir darbe yapmaya kalktığında, Selanik’ten Harekat Ordusu yola çıkıyor, iki günde İstanbul’a geliyor ve İstanbul’u ele geçiriyor. Abdülhamit’i hallediyor. Dikkat edin, tüm bunlar siyasal iktidar ilişkilerinde bir değişime yolaçıyor. Aslında kitlelerin çok az bir kesimini kapsıyor hareket, kapsamaktan çok pasif desteğini alıyor demek daha doğru. Esası yönünden, bir bölümü devlet bünyesinde yer alan, bir elit tabaka eylemi olarak gerçekleşiyor. Ama iktidar ilişkilerinde, siyasal biçimlerde belli bir değişim yaratıyor. Yöneldiği hedefler kadar ulaştığı sonuçlar yönünden de bu böyle.

Tunus’ta ve Mısır’da ne oldu? Diktatör gitti, diktatörlük yerli yerinde duruyor, tüm biçim ve kurumlarıyla. Zira Mısır’da ve Tunus’ta sınıflar, giderek siyasal özneler değil, fakat şekilsiz kitleler hareket halinde. Kendi sınıf ayrımlarını, çizgilerini, isteklerini formüle edemeyen, bunları formüle eden partiler tarafından temsil edilemeyen yığınlar kendiliğinden harekete geçtiler. Böyle olunca, tüm kitlesel görkemine rağmen, politik olarak hareket son derece kısır ve dar kalabiliyor. Hedefleri kadar sonuçları bakımından da. Bu bizi devrimci öncüye, bu bizi öncü devrimci sınıfa, sınıf aydınlarına, giderek sınıf iktidarı sorununa, giderek burjuvazinin bu hareketin hedeflerini daraltan ve karartan kesimlerinden ayrışma sorununa getiriyor.

İki Taktik’te Lenin, 1905 Devrimi’nin sorunlarını tartışırken, Kafkasyalı menşeviklerin burjuvazi devrime katılmazsa devrimin kapsamı daralır diyen düşüncesini ele alıyor. Tam tersine, diyor Lenin, burjuvazi yüz çevirdiği ölçüde devrimin kapsamı genişler. Neden? Çünkü burjuvazi hareketin hedeflerini daralttığı ölçüde kitlelerin, köylülüğün, işçi sınıfının, öteki emekçi katmanların serpilecek devrimci dinamizmini sınırlıyor, felç ediyor. Onların devrimci taleplerini bastırıyor, böylece devrimci sınıf dinamizmlerini dizginliyor. Ama hareket içinde burjuvazinin hegemonyası kırıldığında, burjuvazi siyasal olarak tecrit edildiğinde, işçi sınıfı ve köylülük kendi gerçek istemleriyle, bunun sağladığı muazzam bir devrimci enerjiyle tarih sahnesine çıkacaklar, devrim yolunu tutacaklardır. Bu da, tam tersine, devrimin kapsamının alabildiğine genişlemesi demektir. Lenin'in Kafkasyalı menşeviklerin oportünist mantığını çürütüş tarzı bu.

Ben yeri geldikçe, özellikle de ulusal sorunu ele alırken, hep hatırlatmışımdır; Vietnam Devrimi'nin gelişim seyri de benzer bir yaklaşımı tarihi olaylar üzerinden örnekler. Vietnam İşçi Partisi Tarihi, partimiz bir dönem, tam da yurtsever toprak ağalarının harekete katılımını kolaylaştırmak üzere, toprak devrimi programı yerine toprak kiralarının düşürülmesi talebini geçirdi; ama bu hiç de devrime güç katmadı, tam tersine onu güçten düşürdü, çünkü bu köylülüğün savaşım azmini ve gücünü zayıflattı, diyor. Parti bu hatayı zamanında gördü ve çok geçmeden düzeltti, diye de ekliyor. Yurtsever toprak ağalarını ulusal harekete katmak için toprak devrimi programını askıya alıyorsunuz, yerine toprak kiralarının düşürülmesini politikasını gündeme getiriyorsunuz, ama bu Vietnam Devrimi'nin temel ve gerçek kitlesel gücü demek olan köylülüğün savaşım azmini sınırlıyor, milli kurtuluş devrimine katılma isteğini zayıflatıyor. Devrimin kapsamı, gücü ve dinamizmi genişlemek bir yana, tam tersine zayıflıp daralıyor.

Dolayısıyla, Mısır’daki görkemli kalabalık aynı zamanda Mısır’daki halk ayaklanmasının bir zaafiyetidir de. Hareketin içinde burjuva kesimleriyle Müslüman Kardeşler, Mısır burjuvazisinin ve emperyalizmin Baradey türünden temsilcileri, yeni yetme burjuvaların tipik bir temsilcisi sayabileceğimiz Google'ın Mısır bölümü müdürü olursa, tüm bu burjuva kesimler hareketi salt Mübarek’in gidişi sınırlarına indirirler. Mübarek gider gitmez de durdururlar hareketi. Bunu ordu-halk elele sloganı, eylem içindeki kitlelere ordunun tarafsızlığı inancını pompalamak tamamlar. Baradey gibi biri, aman ordu bir an önce yönetime el koysun, çünkü olaylar çığrından çıkıyor der. Orduyu hakem tutar, böylece de hareketi felç edersiniz.

Eğer kitle hareketi ile karşı karşıya gelseydi, ordu kesin olarak bölünürdü, bunu herkes söylüyor. Ordu kesin olarak bölünürdü, çünkü tankın içindeki asker ve tankın başındaki alt düzey subay, astsubay halka öyle kolay kurşun sıkmayacaktı, hareketin gücü ve görkemi onu halkın saflarına çekecekti. Biz bunu 1979 İran Devrimi'nde çarpıcı biçimde gördük. Halka kurşun sıkıldı, ama ordu parçalandı ve büyük bölümüyle halkın saflarına geçti. İran’dakine devrim diyoruz, çünkü bir rejimi değiştirdi gerçekten. Yerine başka türden bir melanet rejim daha sonra geçti, bu ayrı bir sorun, olayların sonraki seyriyle bağlantılı. Devrimi yapan güçler kendi içinde ayrışıp, bir kesim öteki kesimi tasfiye ettikten sonra oldu bu. İlk aşamadaki hedefi İslam Cumhuriyeti değil, fakat baskıcı bir rejimi, kanlı bir diktatörlüğü siyasal özgürlüğü ele geçirmek üzere devirmekti. Bu bir devrimdi ve Şah’ın askeri mekanizmasını felç etti, onu kendi içinden böldü ve işe yaramaz hale getirdi. Şahlık kurum olarak tasfiye edildi ve hizmetinde olduğu emperyalist çıkarlara önemli bir darbe indirildi.

Tunus’ta hareket başlayalı iki ay, diktatör gideli bir ay oldu ama siyasi tutuklular daha yeni yeni serbest bırakılıyorlar. Tunus’ta şu an ülkenin başındaki adam Bin Ali’nin atadığı meclis başkanıdır, onun partisinin kıdemli üyelerinden biridir. O meclis derhal dağıtılmalıydı oysa. Mısır’da bu yapıldı, meclis dağıtıldı ama yerini askeri cunta aldı. Tunus’ta askeri cunta olmadığı için, görünürde sivil biçim olduğu için, meclis duruyor ama meclisin tasfiye edilmemiş olması büyük bir zaafiyet, hareketin sınırlarını gösteriyor. Ama henüz dağıtılmamış olan bu meclis şu anki meclis başkanına, kendi başına kanun yapma ve kritik noktalara atama yapma yetkisi verebildi. Kitleler meclisi sardılar, milletvekillerinin bu oylamayı yapmasını engellemeye çalıştılar. Mücadele sürüyor kuşkusuz. Ama o Bin Ali’nin parlamenterleri o kararı çıkarttılar, kovulan diktatörün yerine geçen adamı gerçek diktatörlük yetkileriyle donattılar. Diktatör gitti, diktatörlük sürüyor! dediğimiz bu işte...

Bu konuyu gerçekte biraz zamansız olarak girmiş oldum. Hareketin niteliği ve sınırları nedir, devrim mi değil mi diye tartışırken, ister istemez bu olgulardan da sözetmek durumunda kaldım.

(Devamı var...)

tkip.org sitesinden alınmıştır...