Yüzyılları bulan uzun feodal ortaçağ boyunca, değil cinslerin eşitliği ve kadının özgürlüğü, dolayısıyla kadın hakları, egemen ideoloji ve düşünce çerçevesinde kadının normal bir “insan” olup olmadığı, “akıllı varlıklar” arasında sınıflandırılıp sınıflandırılamayacağı bile tartışmalıydı. Dönemin egemen ideolojisi, onun esasını oluşturan din ve töre, kadının aşağılanmasını ve köleliğini kutsuyor; kadının eksikli bir yaratık olarak fiziksel ve zihinsel bakımdan erkekten aşağı olduğunu, bu nedenle erkeğe karşı mutlak itaat ve boyun eğmeyle yükümlü bulunduğunu vaazediyordu. Feodal toplum koşullarında bu henüz sorgulanamayan, son derece doğal sayılan bir ilişki ve düşünce tarzıydı.
Yine de kadının bu denli aşağılanmasına, kabaca ikinci sınıf sayılmasına ilk düşünsel itirazlar, burjuva devrimlerini önceler. Sayıları pek az olsa da dönemin soylu sınıfına mensup bazı yazarlar (bunlar arasında kadınlar da vardı), kadının erkeğe göre eksikli bir yaratık olduğu düşüncesine karşı itirazda bulunmuşlar; tanrının her iki cinsi eşit yarattığını, fiziki güçsüzlüğüne karşın kadının da erkek kadar zihinsel yetilere sahip olduğunu, mevcut kısıtlılıklardan kurtulması ve eğitilmesine olanak sağlanması durumunda bunun açıkça ortaya çıkacağını savunmuşlardır. Fakat son derece cılız olan ve zaten dar bir seçkin çevrenin ötesine ulaşmayan bu türden itirazların, o günün tarihi koşullarında herhangi bir toplumsal yankı bulması, gündeme bir “kadın sorunu”, dolayısıyla hareketi getirme olanağı yoktu. Kadın ezilmişliğinin ve köleliğinin, bir yandan yeni biçimler ve boyutlar kazanırken, öte yandan kendini bir “sorun” olarak tarihin gündemine sokabilmesi için, kapitalist gelişmenin ve burjuva toplumunun yeni tarihi koşullarını beklemek gerekirdi.
Fransız Devrimi ve burjuva kadın hareketinin doğuşu
Cinslerin eşitliği istemiyle ortaya çıkan burjuva kadın hareketi, burjuva demokratik karakterdeki tüm öteki akımlar gibi, kapitalist gelişmenin ürünüdür ve tarih sahnesine çıkışı burjuva devrimlerine, daha somut olarak da Fransız Devrimi’ne denk düşer. Kadınlar, toplumun tüm katmanlarını derinden sarsan ve harekete geçiren Büyük Fransız Devrimi’ne kitlesel olarak ve son derece etkin bir biçimde katıldılar. Genel kitle hareketi içinde yer almakla kalmadılar, kadınlar olarak da kitlesel eylemler örgütlediler ve Fransa çapında yaygınlaşan kadın dernekleri/kulüpleri kurarak örgütlendiler de. Kadınların büyük devrim içindeki bu siyasal aktivitesi ünlü kadın liderler çıkarmakla kalmadı, bu liderler tarafından cinslerin eşitliği istemi, dolayısıyla kadın hakları ve özgürlüğü düşüncesi de dillendirilmeye başlandı. Devrim Meclisi tarafından yayınlanan “İnsan Hakları Bildirgesi”nin gerçekte erkek hakları bildirgesi demek olduğunu çabucak anlayan bu devrimci kadın önderler, bunun karşısına “Kadın Hakları Bildirgesi”yle çıktılar. “Kadının idam sehpasına çıkma hakkı varsa, kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır” diyerek toplumsal ve siyasal eşitlik talep ettiler.
Devrimin en fırtınalı döneminde ve devrim burjuvazinin en radikal kanadının liderliği altındayken yapılan bu çıkış, burjuva devrimin ufkunda cinslerin eşitliği ve kadının özgürleşmesi sorununun olmadığını da bütün açıklığı ile ortaya çıkardı. “Kadın Hakları” bildirgeleri, cinslerin eşitliği düşüncesine dayalı kadının eşit hak istemleri kabaca reddedildi ve bu hareketin başını çekenler siyasal eylemlerinden ötürü giyotine yollandı. Dönemin yönetiminden umduğunu bulamayan devrimci kadın örgütlerinin bir kısmı daha da sola yöneldiler; “Öfkeliler” diye bilinen ve Jakobenlerin solunda yer alan, mülkiyete karşı çıkan, biçimsel eşitliği yeterli bulmayarak gerçek sosyal eşitlik talep eden devrimci akıma katıldılar. Burjuvazinin devrimci kanadı bile buna katlanamadı; Konvansiyon tüm kadın örgütlerini kapattı ve kadın hareketini bastırma yoluna gitti.
Burada amacımız devrim tarihinden özetler sunmak değil, fakat daha önce de vurguladığımız bir temel gerçeği yineleyerek, tarihin gördüğü en radikal burjuva devriminin bile kadınların eşitlik isteminin karşısına dikilmiş olması olgusuna dikkat çekmektir. Yayınladığı tarihi bildirgeyle, “insan”ın doğuştan gelen hakları bulunduğunu ve bunların dokunulmaz olduğunu ilan eden bir devrim, kendinden önceki düzenin kadına bakışını devralarak onu henüz “insan” saymıyor, “insan hakları” kavramını kadın haklarını de içerecek bir kapsama ulaştıramıyordu.
Devrimin yükselen dalgası kırıldığında ve burjuvazi duruma egemen olup kendi düzenini yerleştirmeye başladığında, burjuva toplumunun kadın hakları karşısındaki tutumu daha da netleşti. Eşitliği ve özgürlüğü evrensel ilkeler olarak bayrak yaparak feodal düzene, onun feodal ayrıcalıklara ve sınırlamalara dayalı sistemine başkaldıran, böylece dönemin emekçi kitlelerini de ardından sürükleyen burjuvazi, iktidarını sağlamlaştırır sağlamlaştırmaz, emekçi sınıfların yanısıra, ezilen bir cins olarak kadını da en temel insani ve demokratik haklardan yoksun bıraktı. Böylece devrimi önceleyen düşünsel gelişme döneminde filozoflarca idealize edilen ilkelerin burjuva toplumundaki gerçek anlamı ve sınırları da açığa çıktı. Açıkça görüldü ki, burjuva eşitlik ve özgürlük isteminin anlamı ve sınırları, kapitalist gelişmenin gerekleri ve ihtiyaçları, yani burjuva iktisadı, ondan temellen burjuva sınıf çıkarları tarafından belirlenmiştir. Bu çıkarların gerektirmediği, hele hele bu çıkarlara aykırı düşen ya da onları zedeleyen hiçbir adım burjuvaziden destek bulamaz, dahası onu tepkisi ve bastırmasıyla yüz yüze kalır. Burjuva toplumun gelişme tarihi kadın haklarının, kadının eşitlik ve özgürlük isteminin de bu kapsama girdiğini açıkça göstermektedir.
“Eski düzen”e birçok alanda savaş açan, ona ait düşünce, kurum ve ilişkileri silip süpüren devrimci burjuvazi, kadınını aşağılanması ve köleliği alanında “eski düzen”in ataerkil mirasını olduğu gibi devraldı. Ona dokunmak için bir neden göremedi; dahası, onu kendi koşullarına ve çıkarlarına uyarlayarak sürdürmenin kendi yararına olduğunu görmekte de gecikmedi. Burjuvazi, kadının hak yoksunluğunu yasa düzeyine çıkararak, buna bir de yazılı bir hukuksal temel kazandırdı. Devrim sonrası Fransa’sının “Code Napoleon” olarak da bilinen Fransız Medeni Hukuku bunun çarpıcı bir örneğidir. Fransa’nın yanısıra özellikle öteki Latin ülkelerinde de benimsenip kuşaklar boyu sürdürülen bu hukuksal düzenleme, kadını en temel medeni haklarından yoksun bırakıyor, onu yasa önünde erkeğin düpedüz kölesi düzeyine düşürüyordu. Bunda kadın lehine bazı çok sınırlı gediklerin açılabilmesi için bile neredeyse yüzyılı bulan bir zaman ve büyük mücadeleler gerekti. Kendilerine özgü medeni hukuk düzenlemelerine sahip Almanya’da ve İngiltere’de de hemen bütün bir 19. yüzyıl boyunca durumun farklı olmadığını Bebel’den ayrıntılı örneklemelerle öğreniyoruz.
Burjuva toplumunun yükselişi ve kadın hakları
Yükselen bir sınıf olarak burjuvazinin feodal ayrıcalıklara ve sınırlamalara karşı eşitlik ve özgürlük istemiyle ortaya çıkması, İngiliz Devrimi’ni izleyen ve Fransız Devrimi’ni önceleyen tarihi dönem içinde, ilk kadın hakları savunucularının ortaya çıkmasını da koşulladı. 17. ve 18. yüzyıllarda, burjuva eşitlik ilkesini cinslerin eşitliği istemine doğru genişleten ve kadın hakları savunusuyla ortaya çıkan feminist kadınlar hakkında, konu üzerine yararlı bir makale kaleme alan Juliet Mitchell şunları söylüyor:
“17. yüzyıl feministleri, esas olarak davalarını, feodalizmin sona erip kapitalizmin başlamasıyla toplumda meydana gelen muazzam değişiklik bağlamında savunan orta sınıf kadınlarıydı. Yeni burjuva erkeği meşaleyi eline alıp mutlakçı tiranlığa karşı çıkarak özgürlük ve eşitliği savunurken, burjuva kadını kendisinin neden bu işin dışında bırakıldığını, merak ediyordu.” (Kadın ve Eşitlik, Pencere Yayınları, s.33)
Kadın hakları savunusuyla ortaya çıkan bu kadınlar, bunu yaparken yükselen burjuvazinin dayandığı ilkelere içtenlikle bir bağlılık gösteriyor, bunlara sahip çıkıyor ve burjuvazinin yapmakta olduğundan öteye geçerek, bu ilkeleri kadının durumuna ve en temel insani haklarına uyguluyorlardı. Böylece de daha ilk adımda, bu ilkelerin burjuva sınırlılığı ve güdüklüğü ile kadın sorunu üzerinden yüz yüze kalıyorlar, hayal kırıklığına uğruyorlardı.
Burjuva gelişme döneminin ilk feminist kadınlarından biri olan Mary Astel, daha 1700 yılında, evlilik ilişkisi üzerine yazarken, burjuvazinin feodal mutlakiyete karşı ileri sürdüğü özgürlük kavramını kadınının durumuna şu zekice sözlerle uyguluyordu:
“... Eğer Mutlak Hükümranlık Devlet içinde gerekli değilse, nasıl oluyor da aile içinde gerekli sayılıyor? Ya da Aile içinde gerekliyse, neden Devlet için de aynı şey geçerli değil? Çünkü, biri için öne sürülecek gerekçenin diğeri için daha geçersiz olması mümkün değildir.” (Aktaran Juliet Mitchell, agy., s.33-34)
Feodal mutlakiyeti, onun sözde tanrısal kaynağını ve meşruiyetini, düşünsel olarak sorgulamak ve pratik olarak yıkmak, iktisadi gelişmenin olgunlaştırdığı koşullarda kendi iktidarını kurmaya hazırlanan burjuvazi için sınıfsal bir ihtiyaçtı. Fakat bu aynı tutumu burjuva erkeğinin burjuva kadını üzerindeki üstünlüğüne, dolayısıyla aile içindeki egemenliğine uygulamak için ortada herhangi bir sınıfsal dürtü ve çıkar söz konusu değildi.
Burjuvazinin özgürlük ilkesi girişim özgürlüğü, ticaret özgürlüğü, çalışma özgürlüğü, sözleşme özgürlüğü vb. iktisadi ihtiyaçlardan temelleniyordu ve mülkiyet özgürlüğü ilkesine sıkı sıkıya bağlıydı. Mülkiyet ise burjuva erkeğinin tekelindeydi ve onu kadınla paylaşmak, böylece hiç değilse burjuva kadına özgürlüğünün ve burjuva kadınıyla eşitliğin önünü açmak için ortada herhangi bir geçerli neden yoktu. Bunda dolayıdır ki Mary Astel’in ülkesinde ve onun yukardaki soruları soruşundan tam 170 sene sonra bile, İngiliz kadını (elbette burjuva kadını da dahil) hala aile içinde erkeğin kölesiydi, onun mutlak hükümranlığı altındaydı. Bu kölelik ve bağımlılık İngiliz Medeni Hukukuyla tam bir yasal güvence altına alınmıştı; burjuvazinin iktidar dönemine kendini uyarlayan ve artık emekçi kitleler üzerindeki ruhani etkisini burjuvazi için kullanan kilise tarafından ise kutsanmıştı.
Mary Astel, aynı yazısında son derece dikkate değer bir başka soru daha soruyor:
“Eğer bütün insanlar doğuştan özgürse nasıl oluyor da bütün kadınlar köle doğuyor? Çünkü kadınlar, Erkeklerin tutarsız, belirsiz, bilinmeyen, keyfi iradelerine tabi olduklarına göre, bu, Kölelik Durumu değil de nedir?”
Bu soru sorulduğunda henüz ortada “bütün insanları doğuştan özgür ve eşit” ilan eden insan hakları bildirgeleri yoktu. Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nın İnsan Hakları Bildirgesi’ne daha 76 yıl ve Fransız Devrimi’nin İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ne daha 92 yıl vardı. Fakat 1640 İngiliz burjuva devriminden 60 yıl sonra yazan Mary Astel’in anlamlı sorusunun da gösterdiği gibi, “bütün insanlar doğuştan özgür ve eşit” düşüncesi, buna dayalı özgürlük ve eşitlik ilkesi, çoktan beri burjuvazi tarafından feodal soyluluğa karşı ideolojik bir silah olarak tarihin gündemine girmişti. Burjuvazi bu düşünceyi savunuyordu; zira bununla feodal soylular sınıfının asalete dayalı ayrıcalıklarını yıkmak istiyordu. Savunduğu ilkenin burjuvazi için pratik sınıfsal anlamı yalnızca buydu. Bunun ötesinde burjuvazinin sınıf çıkarlarının gerekleri başlıyordu ve iktidara yürürken yücelttiği özgürlük ve eşitlik ilkelerinin gerçek hayattaki sınırları ortaya çıkıyordu.
Nitekim burjuvazi soylular sınıfını yıkıp kendi sınıf iktidarını kurduktan sonra eşitlik ilkesini yasa önünde biçimsel eşitliğe indirgedi. Bunu bile başlangıçta öylesine güdükleştirdi ki, mülkiyetten yoksun ezilen sınıflar ile ezilen cinsi oluşturan kadınlar, örneğin biçimsel siyasal eşitliğin, “bir insan bir oy” ilkesinin bile dışında bırakılabildiler; gerek ezilen sınıfların ve gerekse ezilen bir cins olarak kadınların bu biçimsel eşitliği kazanabilmeleri için kuşaklar boyu mücadeleler yürütmeleri gerekti.
Ezilen sınıflarla birlikte mülk sahibi sınıflara mensup olanlar da dahil bir bütün olarak ezilen cinsin oy hakkından yoksun bırakılması olgusu, şaşırtıcı olmak bir yana son derece açıklayıcıdır da. Yükselen burjuva toplumu için en üstün ve kutsal ilke, özel mülkiyet ilkesiydi; mülkiyetten ise, yalnızca ezilen sınıflar değil, fakat burjuva mülkiyetinin tüm nimetlerinden kendi sınıfının mensubu olarak fiilen yararlansa da, yasal bir hak olarak burjuva kadını da yoksundu (Bekarken babaya ait olan mülkiyet hakkı, evlilik durumunda ise tümüyle kocaya aitti). Bundan dolayıdır ki, burjuvazinin tarihte henüz devrimci bir rol oynayabildiği bir dönemde bile, burjuva kadınının eşitliğe ve özgürlüğe ilişkin istemleri gidip burjuva mülkiyeti duvarına çarpıyordu.
Tarih içinde kadının ikinci sınıf insan durumuna düşmesi, cins olarak ezilmişliği ve köleliği, özel mülkiyet düzeninin ortaya çıkmasıyla başlamıştı; özel mülkiyet düzeni yıkılmadıkça son bulmayacağını ise burjuva düzeni kanıtlamış oldu. Üstelik daha yükselen bir çizgide gelişmesini sürdürdüğü en devrimci ve dinamik aşamasında. Gelecekte, burjuva kadının önündeki mülkiyet hakkı engeli önemli ölçüde aşıldığı aşamada bile sorunun özü değişmedi. Meta ekonomisi ve ücretli emek sömürüsünün temeli olarak bizzat kapitalist mülkiyetin kendisi, geniş emekçi kadın kitlelerinin yaşadığı çifte baskı ve sömürünün de belirleyici temeli olarak kaldı. (Bunun üzerinde konunun daha sonraki bölümlerinde duracağız).
“Zenginliğin tiranlığı, soyluluğunkinden daha ezici ve alçaltıcıdır”
Fransız Devrimi’ni önceleyen dönemde bir düşünsel hazırlık süreci yaşayan burjuva kadın hakları savunuculuğu, görmüş bulunduğumuz gibi, bu büyük devrimin fırtınası içinde ortaya ilk devrimci kadın hareketlerini de çıkardı. Fakat aynı dönemde buna, geride kalan yüzyılın düşünce mirasından beslenen ve Fransız Devrimi’nin yücelttiği eşitlik ve özgürlük ilkeleri ile gündeme getirdiği “insan hakları”ndan güç ve ilham alan yeni feminist yazarlar çıkardı. Bunların en ünlülerinde biri, burjuva kadın hareketinin tarihini ele alan her incelemede anılması kaçınılmaz olan Mary Wollstonecraft’tır (1759-97). Bebel onu “cesur” sıfatıyla ve genç Engels ise, o çağda henüz “az rastlanan” bağımsız düşünebilen kadın örneği olarak anar.
Mary Wollstonecraft’ın burjuva kadın hareketi içindeki tarihi değeri, kendi döneminde de büyük yankı yaratan ve yazarına büyük bir ün kazandırmış olan “Kadın Haklarının Savunusu” başlıklı kitabını yazarı olmasından kaynaklanır. Çağdaş feminizmin kendisi için bir klasik saydığı bu eser, kadının ezilmişliğini ve horlanmışlığını ortaya koyan ve kadının eşit hak talebini yükselten güçlü bir bildirge kabul edilir.
Juliet Mitchell, burada yararlandığımız makalesinde, Wollstonecraft hakkında şunları söylüyor: “İngiliz seleflerinin kendi toplumlarının devrimci değerleriyle uyumlu bir uygulama talep etmelerine karşılık, o zamanki gerici İngiltere’de yaşadığı, ama Fransız Devriminden esinlendiği için ikili bir konumda bulunan Wollstonecraft, toplum içinde bir değişikliği değil, toplumun değişmesini istiyordu.” (s.41)
Mary Wollstonecraft’ı burjuva feminist gelenek içindeki yeri ve buna katkıları çerçevesinde ayrıntılar içeren bir incelemeye konu eden Margaret Walters’in verdiği bilgiler ve yaptığı yorumlar da bunu doğruluyor (Bkz. Kadın ve Eşitlik, s.157-194). Kadının bağımlılık durumunun aşağı bir cinse mensup olmasından değil, tam tersine, aşağı olmasının nedeninin tam da bağımlılıktan kaynaklandığını savunan Mary Wollstonecraft, “kişinin en hayranlık uyandırıcı amacının cins ayrımını dikkate almaksızın insan olarak kişilik kazanmak” olması gerektiğini söyler. Bu düşünceyi, Fransız Devrimi’nin en fırtınalı döneminde (1792) ve onun İnsan Hakları Bildirgesi’inden aldığı ilhamla, sözü edilen kitabında dile getirir. Onun temel amacı, tıpkı selefleri gibi, insan haklarının aynı zamanda kadın hakları haline gelmesi, onları da kapsayacak biçimde genişlemesidir.
Fakat tıpkı devrimin fırtınası içinde yer alan ve bir kısmı giyotine yollanan kadın hakları savunucuları gibi, burjuva devriminin kadın hakları konusundaki tutumu karşısında Mary Wollstonecraft’ın da hayal kırıklığına uğraması çok sürmez. Zira Konvansiyon (Fransız Ulusal Meclisi), daha önce de hatırlatmış bulunduğumuz gibi, kadınlara eşit siyasal ve medeni haklar tanımayı reddeder. Bu hayal kırıklığının etkisiyle olmalı ki o, burjuvazinin çok geçmeden ilerici konumunu yitireceği üzerine şu türden öngörülerde bulunabilmiştir:
“İngiltere ve Amerika özgürlüklerini, feodal sistemi yıkacak yeni tür bir iktidar yaratan ticarete borçludurlar. Ama bunun sonuçlarından sakınsınlar; zenginliğin tiranlığı, soyluluğunkinden daha ezici ve alçaltıcıdır.” (Aktaran Margaret Walters, s.181)
Bu öngörü, buradaki değerlendirmelerimiz kadar konumuzun bundan sonraki bölümü için de en can alıcı noktadır. Gerçekten de sermaye tiranlığı, ezilen sınıfı oluşturan emekçiler için olduğu kadar ezilen cinsi oluşturan kadınlar için de, “soyluluğunkinden daha ezici ve alçaltıcıdır” olabilmiştir.
Kendi toplumuyla çelişen burjuva kadın hareketi
Burjuvazinin yükselen bir sınıf olarak ortaya çıktığı tarihi dönemde cinslerin eşitliği istemiyle ortaya çıkan burjuva kadın hakları savunucuları, bu tutum ve istemleriyle, hiçbir biçimde kendi sınıflarıyla, bu sınıfın toplumsal egemenlik koşulları ve iktidarıyla çeliştiklerini düşünmüyorlardı. Yaptıkları iş, ait oldukları sınıf adına feodal topluma karşı ileri sürülen ilkeleri, ezilen bir cins olarak kadınlara da uygulamasını istemekten ibaretti. Sorguladıkları burjuva toplumu değil, fakat kadının feodal toplumdan devralınan ezilen cins konumuydu. Kadına ilişkin din ve töre tarafında kutsanan eski önyargıların terkedilmesini, kadına toplum yaşamına eşit haklarla katılma hak ve olanağının tanınmasını istiyorlardı.
Bu, burjuva kadın hareketinin henüz devrimci bir nitelik taşıdığı bu dönemde, kendileri açıktan böyle ifade etmeseler de, işin doğası gereği, özünde burjuva kadınının burjuva erkeğiyle eğitim, hukuk ve siyaset alanında eşitliği isteminden başka bir şey değildi. Zira talep ettikleri mülkiyet hakkı, eğitim hakkı ve serbest mesleklere girebilme hakkı vb., emekçi kadın için pratikte fazlaca bir şey ifade etmiyordu. Fakat vurgulayageldiğimiz gibi, gerçekleşmesi durumunda daha çok burjuva kadınının burjuva erkeği karşısındaki durumunu nispeten düzeltecek olan bu istemlere dahi resmi burjuva toplumu büyük bir direnç gösterdi. Bu istemler çok uzun yıllar sonra ve ancak emekçi sınıfların burjuvazi üzerindeki basıncının genel etkisi altında adım adım kazanılabildi.
***
Bu bölümde, burjuva toplumunun yükselişi ve burjuva devrimleri döneminin burjuva kadın hareketini, ki bu dönemin tek kadın hareketidir, ele aldık. Konuya, kadın sorununun ve dolayısıyla kadın hareketinin işçi kadın şahsında yeni bir çehre ve derinlik kazandığı sanayi devrimini izleyen dönemle devam edeceğiz.
(Bu metin ilk olarak 30 Mart 2002’de, Kızıl Bayrak’ta yayınlanmıştır…)