‘Burada ve bugün, dünya tarihinde yeni bir çağ başlıyor’ diye yazıyordu, Aydınlanma’nın Almanya’daki en önemli temsilcisi Goethe, 1792 yazında.
Bir yıl önce Hollandalı muhafazakâr patrisyen Hagendorp, işlerin nereye gittiğini görmüştü. ‘Bütün uluslarda’ iki büyük parti oluşuyor diye yazıyordu. Birisi, ‘kökenini tanrıya dayandıran ve kilise tarafından desteklenen, bir ya da birkaç kişinin kitleleri yönetme hakkı’. Diğeri, ‘ona boyun eğecek olanların özgür iradesinden kaynaklanan dışında’ her türlü yönetme hakkını reddeden ve ‘yönetimde yer alan herkesin eylemlerinden sorumlu olduğunu’ savunan görüş.
Goethe’yi heyecanlandıran şey, bu iki büyük ‘parti’nin kuzey Fransa’da, Valmy’de savaş alanında karşı karşıya gelmeleri ve ikinci partinin savaşı kazanmasıydı. Fransız Devrimi’nin güçleri, Avrupa’daki monarşilerin yarısının ordularını yenmişti.
On yıl önce, Fransa’nın bırakınız bütün Avrupa’yı ateşe vereceği, Fransa’da bir devrim olacağı düşüncesi kadar başka hiçbir şey, düşünürlerin çoğuna bu denli saçma görünmezdi. Fransız monarşisi 1000 yıldan uzun süre ülkeyi yönetmiş ve 140 yıldır tartışmasız bir iktidara sahip olmuştu. ‘Güneş kral’ XIV. Louis ve onun Versailles’daki büyük sarayı Fransa’yı Avrupa’daki en büyük güç yapan kalıcı bir ‘mutlakiyetçiliğin’ devamlılığını sembolize etmiş ve onu izleyen XV. Louis ve XVI. Louis de böyle bir mirası devralmıştı.
Bununla birlikte 1789 yazında bu iktidar bir anda dağılmaya başladı. Kral, Fransız toplumunu oluşturan üç tabakanın (‘estates’) –ruhban, soylular ve toplumun geri kalanının, ‘üçüncü tabaka’nın temsilcilerini vergileri arttırma yollarını tartışmak üzere toplantıya çağırmıştı. Ama üçüncü tabakanın temsilcileri hem soylulara boyun eğmeyi hem de kralın yapmalarını istediği şeyi yapmayı reddettiler. Kendilerini ‘Ulusal Meclis’ olarak ilan ettiler ve kral salonu kilitleyip onları dışarıda bıraktıktan sonra bir tenis sahasında toplanarak kral kendilerine bir anayasa verene kadar dağılmayacakları konusunda yemin ettiler. Kral buna, 20.000 asker toplayarak ve reform çağrısına sempatiyle baktığı söylenen baş danışmanı Necker’i kovarak karşılık verdi.
Üçüncü tabakanın delegelerinin tümü saygıdeğer orta sınıftan ve çoğu da onun zengin kesimlerinden geliyordu. Yarısı avukattı, geri kalanlar çoğunlukla tüccar, banker, işadamı ve zengin orta sınıf toprak sahibiydi. Aralarında bir tek zanaatkâr ya da köylü yoktu. Hemen hemen tümü, ‘anayasal bir monarşi’ olmak koşuluyla monarşiye ihtiyaç olduğuna ve herhangi bir seçim sisteminin katı mülkiyet sınırlamaları olması gerektiğine inanıyorlardı. Ama basitçe öyle kolay kolay boyun eğmeye razı değillerdi ve Versailles’daki tartışmalar Paris’teki daha önce siyaset hakkında hiç düşünmemiş çok sayıdaki insan arasında coşku yaratıyordu. Başlangıçta orta sınıfın hali vakti yerinde mensupları arasında insanların ne olup bittiğini tartıştığı kulüpler kuruldu. Bir sürü tek sayfalık haber bülteni ve broşür ortaya çıktı. Paris orta sınıfının yaklaşık 400 temsilcisi belediye salonunda toplandılar ve kendilerini şehir konseyi ya da ‘komün’ ilan ettiler.
Bastille’in Düşüşü ve Sonrası
Bir askeri darbe beklentisine ilişkin dedikodular şehrin kitlelerini hiç olmadığı kadar heyecanlandırıyordu. 12 Temmuz’da şehrin daha yoksul kesimlerinden gelen kalabalıklar gösteri yapıyorlar, bulabildikleri her tüfeğe el koyuyorlardı. İki gün sonra çok sayıda kişi, şehrin üzerinde krallığın egemenliğini sembolize eden, yaklaşık 25 metrelik bir hendekle çevrili, 30 metre yüksekliğinde duvarları olan Bastille Kalesi’ne yürüyorlardı. Bu, yalnızca bir protesto gösterisi değildi. Binada tüfekler için barut saklanıyordu ve rejimin sayısız muhalifi orada hapsedilmişti. Kalabalık orayı ele geçirmekte kararlıydı. Savunanlar top ateşi açtılar. Üç saat kadar süren ateş 83 kişinin ölümüne neden oldu. Ahali Hotel des Invalides’den ele geçirdikleri kendi toplarını getirdi. Kaleyi ve onun etrafındaki halk mahallesini havaya uçurma tehdidinden sonra, kale komutanı Bastille’i kitlelere teslim etti. Devrim başkenti ele geçirmişti – bu bütün ülkede, her kasabada örnek alınacaktı.
Bastille’in düşüşü devrimdeki ilk büyük dönüm noktasıydı. Parisli kitlelerin eylemi Ulusal Meclis’i (her ne kadar feodal ödentilerin kaldırılması karşılığında köylülerin tazminat ödemesi bekleniyorduysa da) feodalizmin ilgası ve Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ne benzer bir ‘insan hakları bildirgesi’ kabul etme konusunda cesaretlendirdi. Daha sonraki kitle eylemi, kralın sahnelemek istediği bir askeri darbe girişimini önledi. Paris’in yoksul kesimlerinden kadınlar, arkalarında 20.000 silahlı adamı sürükleyerek Versailles’a yürüdüler. Saraya girerek kralı, kendileriyle birlikte, halkın gözetimi altında bulundurulacağı Paris’e dönmeye zorladılar.
Bu, monarşinin devrilmesinden hâlâ epeyce uzaktı. Bastille’e saldıran kalabalık ve Versailles’a yürüyen kadınlar, bunları büyük ölçüde, yoksul bölgeleri vuran yiyecek kıtlıkları ve kralın aristokratik dostlarına olan nefretlerinden, kendi inisiyatifleriyle yapmışlardı. Ama hâlâ üçüncü tabakanın resmî temsilcilerinin, yalnızca sınırlı bir değişim isteyen üst orta sınıfların önderliğini kabul ediyorlardı. Bunlar yeni silahlı gücü Paris’te, hemen hemen tümüyle orta sınıfın daha iyi durumda olan kesimleri arasından seçilen Ulusal Muhafızlar’ın elinde yoğunlaştırdılar. Bunların başında, ‘demokratik’ kimliği Amerikan Bağımsızlık Savaşı’na Fransa’nın resmî danışmanı olarak katılmış olmasından gelen eski bir general ve aristokrat, Lafayette vardı. Onun liderliği altında meclis, oy verme hakkını sıkı bir mülkiyet koşuluna bağlayarak, sözde aktif yurttaşlara tanıyan bir anayasa oluşturmaya girişti ve kralı yeni yasaları iki yıl geciktirecek bir güce sahip kıldı. İnsanların, yoksuluyla zenginiyle, kral ve meclisin ‘birliği’ etrafında oluşan yeni düzeni sevinçle karşılaması bekleniyordu. Pek çoğu da başlangıçta öyle yaptı. Kral, eski aristokratlar, orta sınıflar ve de Parisli kitleler, Bastille’in düşüşünün birinci yıl dönümünü büyük bir ‘federasyon festivali’nde ortaklaşa kutladıklarında, genel bir özgürleşme duygusu ve coşku vardı.
Bu birlik duygusu uzun sürmedi. Aristokratlar, her ne kadar eski zenginliklerini korumuşlarsa da, eski ayrıcalıklarını kaybetmiş olmaktan çok kızgındılar. Birçoğu yurtdışına çıkarak oradan, geride kalanlarla devrimi alaşağı etmek için komplo düzenliyordu. Kral ve kraliçe, gizlice yabancı hükümdarlara yazarak yabancıların istilasını talep etti.
Aynı zamanda hem kırsal hem de şehirli kitleler arasında, maddi koşulların iyileşmemiş olması nedeniyle öfke artıyordu. 1789 yazı, köylülük arasında, aristokratların şatolarını işgal etmeyi ve feodal ödenti senetlerinin yakılmasını içeren bir hoşnutsuzluk dalgasına –‘büyük korku’ya– henüz tanık olmuştu. Şehirlerde ve pazar kasabalarında yiyecek kıtlıkları, fiyat artışları ve işsizlik nedeniyle, aristokratlara ve spekülatörlere karşı nefret şeklini alan sürekli ajitasyon vardı. Gazetelerin sayısındaki hızlı artışının –yalnızca 1789’un son altı ayında 250 adet gazete yayın hayatına girdi– ve insanların buluşup ne olup bittiğini tartıştıkları siyasal kulüplerin etkisiyle, bir düşünce galeyanı söz konusuydu. Bu kulüplerin en iyi bilineni, kuzeydeki Arras kasabasından bir avukatın, Robespierre’in egemenliği altındaki ve ülkenin her yerinde benzer onlarca kulüple yazışan Paris Jakoben kulübüydü. Bir başka avukat, Danton, üyeliği ucuz, halka daha yakın olan Cordelier kulübüne hâkimdi ve bu kulübün üyeleri Jean Paul Marat tarafından yazılan, günlük tek sayfalık gazete, L’Ami du Peuple’den (Halkın Dostu) çok etkileniyordu.
Bununla birlikte iki yıldan fazla bir süre Lafayette’in ‘ılımlı’ anayasal monarşizmi siyasi arenaya egemen oldu. 1791 Haziran’ında kralın, sınırın ötesinde toplanmaya başlayan karşı-devrimci ordularla buluşmak üzere Paris’ten kaçmaya çalışması, bir köy posta memurunun tez davranıp yerel milisi çağırmasıyla önlenebilmişti. Meclise egemen olan hizip, monarşiye yönelik her türlü tehdide karşı çıkıyordu. ‘Devrim sona ermiştir’ diye açıkladılar ve kralın kaçırılmış olduğu öyküsünü yaydılar. Liderlerden birisi, Barnave, ‘En büyük tehlike’ diyordu, ‘monarşinin yıkılmasıdır’, zira bu ‘mülkiyet kavramının yıkılması anlamına gelecektir’. Jean Paul Marat, saklanmaya ve kısa bir süre Britanya’da sürgüne zorlanmıştı. ‘Le Chapelier’ yasaları sendikaları ve grevleri yasaklıyordu. Ulusal Muhafızlar, yaklaşık 12 ay önce Federasyon Festivali’nin yapıldığı yerde, Champ de Mars’da cumhuriyet için dilekçe imzalamak üzere kuyrukta bekleyen binlerce kişinin üzerine ateş açtı. Daha sonra Kraliçe Marie Antoinette’in kaderine ağlayanlar tarafından nadiren sözü edilen bu katliamda, 50 kişi öldü.
Yine de baskı, yükselen halk ajitasyonunu durduramazdı. Yiyecek kıtlıkları, fiyat artışları ve işsizlik, emekçileri olduğu kadar, zanaatkârları ve (varlıklı sınıfların diz altında bağlanan kısa pantolonları yerine pantolon giydikleri için sans-culottes –baldırı çıplaklar– olarak bilinen) esnafı da çaresizlik noktasına getirmişti. 1792’nin Ocak ve Şubat’ı Paris’te yiyecek ayaklanmalarına tanık olurken, kırsal alanlarda yoksul köylü grupları buğday ve ekmekte fiyat indirimleri sağlamak için pazarlara üşüştü. Jakobenlerden birisi, Hébert, özellikle sans-culottes okuyuculara yönelik Le Père Duchesne adlı bir gazete çıkardı. En yoksul mahallelerden birinde popüler bir papaz olan Jacques Roux, düşmanları tarafından enragés (‘kudurmuşlar’) olarak adlandırılan bir grupla yoksulların aristokratlar ve zenginlere olan ilkel nefretini tutarlı bir hale getirdi. Artan sayıda sans-culottes siyasal kulüplere katıldı ve Paris’in her bölgesinde yapılan düzenli ‘seksiyon’ toplantılarına doluştu. Eski bir aktristin, Claire Lacombe’un önderliğindeki devrimci bir kadın örgütü, yiyecek protestolarına ve Versailles’a yürüyüşe katılanlara destek sağladı.
Baskı, toplumun tepesindekiler arasındaki ayrılıkları da örtbas etmeye yetmiyordu. Kral ve kraliçe hâlâ ülke dışındaki karşı-devrimci ordularla komplo peşindeydi. Hükümeti yürüten ‘ılımlılar’, bu komploların ve alt sınıfların korkusu arasına sıkışmış olarak birbirlerine düştüler. Jakoben kulübü içinde (liderlerinden birisi Brissot’nun adından hareketle) Brissotinler ya da Jirondenler olarak bilinen ve kendilerini Robespierre ve Danton’a göre daha az radikal gören bir grup, Lafayette’i hükümetten düşürmek için manevra yapmaya başladı.
Birbirine rakip grupların her biri, sorunlarına çok basit bir çözümün olduğuna inanıyorlardı; Fransa’nın kuzey sınırları boyunca toplanan yabancı ordulara karşı savaş. Kral, yabancı ordularla savaşın, kendi iktidarını tümüyle iade edecek bir yenilgiyle sonuçlanacağına inanıyordu. Lafayette bunun kendisini tam anlamıyla bir diktatör yapacağına inanıyordu. Jirondenler milliyetçi bir heyecan dalgasından yararlanacaklarına inanıyorlardı. Savaşa karşı en kararlı muhalefet, tarihçiler ve popüler romancılar tarafından kana susamış bir canavar olarak tasvir edilen Robespierre’den geldi. Jakoben kulübünde, savaşın karşı-devrime kapı açacağını savundu. Ancak Jirondenlerin bir hükümet kurarak Avusturya ve Prusya’ya 1792 Nisan’ında savaş açma konusunda kralla anlaşmalarını engelleyemedi.
Devrimci Savaş
Savaş feci bir şekilde başladı. Fransız ordusu, kısmen generallerinin düşman saflarına geçme eğilimi nedeniyle, ciddi yenilgiler aldı ve kral bu kaosu Jirondenlerden kurtulmak için mazeret olarak kullanmak istedi. İşgalci ordu adına Brunswick Dükü, eğer zafer kazanırlarsa ‘ibret verici bir öç’ alınacağını ve ‘Paris şehrinin askere bırakılacağını ve asilerin hak ettikleri şekilde cezalandırılacaklarını’ açıkladı.
Karşı-devrim tehdidi geri tepti. Aşağıdan yeni bir hareketin yükselişini hızlandırdı. Halk kitleleri arasında yabancı istilasının önceki üç yılda kazanılan her şeyi tehdit ettiği yolunda bir duygu vardı. Binlerce insan, resmen oy veremeyecek kadar yoksul ‘pasif yurttaşlar’, her Paris mahallesindeki düzenli halk meclisleri olan ‘seksiyonlar’a doluştu. Ulusal Meclis tarafından yapılan karşı-devrimci istilaya karşı savaşmak için gönüllü çağrısı, yalnızca Paris’te 15.000 kişinin katılmasına yol açtı. Devrimin aktif taraftarları, federeler (fédérés), taşradaki kasabalardan, özellikle de Marsilya’dan Paris’e yürümeye başladılar ve Marsilyalıların yürüyüş melodisi devrimin marşı oldu. Paris’teki 48 seksiyon toplantısında, bir seksiyon dışında hepsi cumhuriyet istediler. Daha yoksul yörelerdeki yerel Ulusal Muhafız birlikleri devrimci havadan giderek daha fazla etkileniyordu.
Karşı-devrim hortlağından korkan yalnızca yoksullar değildi; orta sınıfın Robespierre, Marat ve Danton’un önderlik ettiği radikal kesimleri de korkuyorlardı. Daha ileri bir devrim yapmadıkları sürece yenilginin onları beklediğini gördüler. Ve 10 Ağustos 1792’de bunu, devrimdeki ikinci önemli dönüm noktasını, gerçekleştirdiler. Seksiyonlardan on binlerce sans-culottes, Tuileries Sarayı’na yürümek için federelerle birleşti. Kralı koruması gereken Ulusal Muhafızlar da ayaklanmaya katıldı ve kralcı birliklerle yapılan ve 600 kralcının ve 370 asinin öldüğü muharebede, kralcı birliklerini yendiler.
Paris halkı bir kez daha şehrin kontrolünü ele geçirmişti. Bir yıldan daha az bir süre önce, mülkiyet koşuluna göre seçilmiş olan ‘ılımlı’ temsilcilerden oluşan Meclis, bu yeni güce boyun eğdi. Kralın kovulması, Paris seksiyonları temeline dayanan devrimci komünün tanınması ve tüm erkeklerin genel oy hakkına dayalı yeni seçimler yapılması yolunda karar alındı. Jirondenler hükümeti yürütmek üzere yeniden iş başındaydılar, ama Jakobenlere üç koltuk vermek zorunda kaldılar ki bunlar içinde en dikkat çekeni Danton’un adalet bakanı olmasıydı.
Bu değişiklikler tek başına dışarıdan gelen tehdidi yenmeye yetmezdi. Şimdi Lafayette gibilerinin de katıldığı, Paris üzerine yürüyen yabancı ordular karşısında, Fransız ordusu yenilmeye devam ediyordu. Başkentte sürülerle soylu ve kralcı, çoğu iyi korunmayan hapishanelerde bulunuyor ve son üç yılın aşağılamaları karşısında intikam almak için fırsat bekliyordu. Ordunun subay kadroları ve yönetim, kralcı sempatizanlarla doldurulmuştu.
Devrime yönelik tehditle yalnızca iki şey başa çıkabilirdi: Çok sayıda kararlı devrimci gönüllüyü cephede düşman karşısına göndermek ve geride de monarşist ve aristokratların başka darbeler yapmaması için kararlı adımlar atmak. Hükümete egemen olan Jirondenler bu iki görevi de yerine getirecek yetenekte değildi. Ama Danton, halkın ruh hâlini açığa vurmak için gerekli dirayeti gösterdi. Cephedeki ordulara yeni bir can verebilmek için Paris’in yoksul kesimlerinden heyecanlı devrimci gönüllüleri seferber ederken kullandığı slogan ‘Cesaret, cesaret ve daha fazla cesaret’ti.
Paris’te de kitleler kararlı bir inisiyatif aldılar. Marat’nın kışkırtmasıyla içerideki karşı-devrimi ezme işini kendi ellerine aldılar. Hapishanelerin tepesine çökerek, kralcı olduğuna inandıkları kişileri, ‘Eylül katliamları’ olarak bilinecek olayla öldürdüler.
Bu hareket, kalabalıkların, eğer düşman Paris’i alırsa kendilerini darağacı ya da giyotinde bulacaklarını ve ayrıca yüksek yerlerdeki pek çok kişinin düşmana yardım etmeye hazır olduğunu bilmelerine karşı bir tepkisiydi. Arkadaşlarını ve komşularını öldüren Champ de Mars katliamında, düşmanla birlik olan subayların cephelerdeki cinayetlerinde ve ekmek kıtlığının yol açtığı açlıkta çektikleri acıları görmüşlerdi. Bir şeyler yapmak zorundaydılar. Maalesef, kendilerine rehberlik edecek bir örgütlenmenin olmaması ve panik nedeniyle kalabalıklar, hapistekileri fark gözetmeksizin öldürmeye, dolayısıyla devrimin hızlı karşıtlarının yanı sıra, sıradan mahkûmları da öldürmeye kolaylıkla sürüklendiler. Bununla birlikte eylem, şehirdeki kralcı beşinci kolun korkutulması ve bastırılmasına yaradı.
20 Eylül’de devrimci ordu Valmy’de istilacı kuvvetleri durdurdu. Ertesi gün yeni Konvansiyon –tüm erkek nüfusun oylarıyla seçilen dünyadaki ilk yasama meclisi– monarşiyi sona erdirdi ve Fransa’nın ‘bir ve bölünmez cumhuriyet’ olduğunu ilan etti.
Yalnızca kral gitmekle kalmamış, üç yıl önce yerinden kımıldatılamaz olduğu düşünülen pek çok sima da gitmişti. Feodalizmin kalıntıları, aynen piskoposları ve manastır rahiplerini lüks içinde yaşatmak için insanların vermeye zorlandıkları ondalık vergiler gibi, şimdi, sözde olduğu kadar gerçekten de süpürülüp atılmıştı. Kilisenin hurafeleri artık devletin gücüyle desteklenmeyecekti. Aydınlanma düşüncelerini günlük hayata geçirmek için eğitimi teşvik etmek ve bilimsel bilgiyi geliştirmek üzere planlar vardı. Yerli kodamanların çıkarına çalışan iç gümrük noktaları gitmişti. Cephedeki gönüllü milis birliklerinde, kimin subay olacağı konusunda sıradan askerler oy kullanıyorlardı.
Goethe’nin yeni bir çağın başladığı inancına şaşmamak gerekir.
Bununla birlikte devrim bitmiş olmaktan çok uzaktı. İzleyen iki yılda, hem yönetimde hem de toplumun temelinde daha ileri radikalleşmelere tanık olundu. Sonra, 1794 yazında, yeni eşitsizliklerin ve kimi eski ayrıcalıkların yeniden ortaya çıkmasına, nihayet yeni bir monarşinin oluşmasına izin veren, devrimci dalganın ani bir gerilemesi söz konusu oldu. Bu süreç içinde, pek çok insanın zihnini ve devrime karşı olan sempatiyi çokça bulandıran ünlü ‘terör’ yer aldı. Konvansiyon’dan ucu ucuna bir çoğunlukla geçen kralın idam kararını, kraliçenin ve pek çok aristokratın idamı izledi. Daha sonra Jakobenler, Jironden liderleri giyotine gönderdiler; Robespierre ve Saint-Just, Danton ve Hébert’i giyotine gönderdi ve sonunda Robespierre ve Saint-Just’un kendileri, ‘Thermidorcular’ – Jirondenler’in Danton’un ve Hébert’in eski destekçilerinin koalisyonu– tarafından giyotine gönderildi. Bu korkunç manzara, ‘Her devrim, kendi evlatlarını yer’ deyimini ve devrimlerin faydasız ve kanlı girişimler olduğu algısını yaygınlaştırdı.
Bu yanlış bir genellemedir. İngiliz Devrimi kendi liderlerini yemedi –o görev Restorasyon’un cellatlarına bırakıldı– ne de Amerikan Devrimi böyle bir şey yaptı. Bu ayrıca, Fransa’da etkili olan gerçek güçleri tümüyle kavramayı başaramayan bir gözlemdir.
Devrimin Kökleri
Devrimci olayların herhangi kısa bir öyküsü, zorunlu olarak, göze batan olaylar ve en iyi bilinen kişiler üzerinde odaklanır. Ama bir devrim her zaman bundan daha fazla bir şeydir. Toplumsal güçler dengesinde, çok uzun dönemlerde meydana gelen yavaş, çoğu kez fark edilemez gelişmelerden kaynaklanan, ani bir değişiklik söz konusudur. Bu ancak, o gelişmelere bakarak anlaşılabilir.
Eski toplumun tepesinde, genellikle ancien régime olarak bilinen monarşi ve soyluluk vardı. Geleneksel feodal aristokrasinin kılıç soyluları (noblesse d’epèe) Fransa’da, Britanya’dakilerin çoktan kaybettiği ayrıcalıklı pozisyonlarını koruyorlardı. Fransız monarşisi yüzyıllardan beri büyük soyluların kimi bağımsız yetkilerini sınırlandırmıştı. Bunu, yeni paralı ‘burjuva’ sınıfını ve şehirleri bir karşı güç olarak kullanarak yapabilmişti. 16 ve 17. yüzyılın monarkları, devlet yönetimindeki ve saraydaki kimi pozisyonları, kısa sürede yeni bir kalıtsal soyluluk, cübbe soyluluğu (noblesse de robe) oluşturacak paralı sınıfların evlatlarına satarak, buna kurumsal bir ifade kazandırmışlardı. Bu grup, kraliyet emirnamelerini uygulayan (İngilizcede karışıklığa yol açan bir ifadeyle, parlementlere) hukuk mahkemelerine egemendi.
Son olarak kilisenin büyük ‘prensleri’nden –piskoposlar ve manastır rahipleri– oluşan bir başka soyluluk daha vardı. Papazların büyük kitlesi, köylülerden pek de iyi olmayan koşullarda yaşarken, bunlar büyük aristokratlarınkiyle karşılaştırılabilir bir servete sahiptiler. Yüksek ruhban, pozisyonunu krallığın himayesine borçluydu; buna karşılık krallar da onların saraydaki etkisine bağımlıydı. Dolayısıyla, eski aristokratik ailelerden birisinin üyesi olmayan ve papazlar sınıfından bile gelmeyen, ‘her türlü havarice erdemden yoksun’ Charles Maurice de Talleyrand gibi birisine, 21 yaşında önemli bir manastır başrahipliği verilebilmesi mümkündü. Soylular gibi, yüksek ruhban da herhangi bir vergi ödemiyor; buna karşılık geniş arazilerin rantlarını ve feodal ödentileri olduğu gibi kilisenin ondalık vergisini de topluyorlardı.
Soyluluğun kayda değer hiçbir kesimi ayrıcalıklarından herhangi bir şekilde vazgeçmek eğiliminde değildi. Aslında, lüks tüketim hayatını sürdürmenin maliyeti yükseldikçe, soylular, feodal ödentilerin toplanmasında daha sert davranarak, köylülere ait ortak arazilerin bir kısmına el koyarak ve devletteki, ordudaki ve kilisedeki çok kazançlı pozisyonları tekelleri altına alarak, bu ayrıcalıklarını arttırma işine koyuldular. ‘Müthiş bir aristokratik gericilik’ vardı.
Bu durum, Fransa’nın özelikle kırsal el zanaatları üretiminde hatırı sayılır bir endüstriyel gelişme gösterdiği bir sırada oluyordu. Yakın zamanlarda yapılan bir tahmine göre 18. yüzyıl boyunca ekonomi yıllık yüzde 1,9 büyüdü. Tekstil çıktısı yüzde 250, kömür çıktısı yedi ya da sekiz kat arttı ve demir üretimi 40.000 tondan 140.000 tona yükseldi. 1789’a gelindiğinde Fransa’nın nüfusunun beşte biri endüstri ya da zanaatlarda istihdam ediliyordu.
Paralı büyük tüccar sınıfı (özellikle de Atlantik limanlarında Batı Hint Adaları şeker kolonileriyle ilişkili olanlar), ‘fasoncular’ ve kimi zaman da (basım endüstrisini denetiminde bulunduran bir grup tekelci gibi) imalatçılar, çap ve zenginlik açısından büyüdüler. Zengin burjuvazi anormal bir pozisyondaydı. Yasal anlamda soyluluğun herhangi bir üyesinden aşağıdaydılar. Ama çoğu kez daha zengin ve monarşi üzerinde hatırı sayılır bir etkiye sahiptiler. Dahası, toprak satın alarak köylülükten feodal ödentiler elde edebiliyor ve monarşi adına vergi ‘mültezimliği’ yapmaktan kâr ediyorlardı. Onlardan sonra gelen daha alt burjuvazi tamamen etkisizdi. Ama onlar da çoğu kez ailelerinin ticaretten ya da lüks zanaatlardan elde ettiği parayı, toprağa yatırım yapmada ya da belirli makamları satın almada kullanabiliyorlardı. Burjuvazinin her iki kesimi de aristokrasi tarafından kendilerine karşı yapılan ayrımcılıktan şikâyetçiydi, ama hiçbir şekilde otomatik olarak mutlak monarşiye karşı devrimci muhalefet içinde değildi. Aslında hâlâ monarşinin kendilerini aristokrasi karşısında koruyabileceğini umuyorlardı.
Burjuvazi ile şehirli yoksulların arasına sıkışmış bir küçük esnaf ve zanaatkâr takımı vardı. Geleneksel olarak bunlar, fiyatların ayarlanması ve gelirlerinin korunması için sırtlarını devlet destekli loncalara dayamışlardı. Ancak pazarın yaygınlaşması bu durumu, onlara giderek daha az güvence sağlayan bir hale getirdi. (...)
Fransız toplumunun büyük çoğunluğunu köylülük oluşturuyordu. Köylülük bölgeden bölgeye muazzam değişiklikler gösteriyordu. (...) Bununla birlikte köylülüğün tümünün kimi ortak noktaları bulunuyordu. Bunlar toprağın gerçekten kendilerine ait olduğuna inanıyorlar, ama yine de toprak sahiplerine feodal ödemeler yapmak, kiliseye ürünün yüzde dokuzuna varan ondalık vergi vermek ve genellikle hepsinin üstüne bir de kira ödemek zorunda kalıyorlardı. Dahası, soyluluk ve ruhbanın muaf olduğu yüksek vergiler ödemek zorundaydılar. Bu yük, hasatın kötü gittiği ya da almak zorunda kaldıkları şeylerin fiyatları yükseldiği zaman, onların çok büyük sıkıntı çektikleri anlamına geliyordu.
(...)
Toplumun bu birbirine rakip eksenler arasında bölünmesi, her şeyden önce, burjuvazi tarafından değil aristokratik gericilik tarafından gerçekleştirilmiştir. İngiliz ve Amerikan devrimlerinde olduğu gibi, kalkışmayı başlatan halk kitlelerinin talepleri değil, fakat eski düzenin işleri geriye çekme girişimiydi.
1780’lerde Fransız monarşisinin temel zihinsel meşguliyeti paraydı. Britanya ve Prusya ile Yedi Yıl Savaşları’nda ve daha sonra Amerika’nın Britanya ile savaşında muazzam miktarlar harcamıştı. Monarşi, vergi gelirini arttırmazsa iflas tehdidi altındaydı. Ama bunun da neredeyse olanaksız olduğunu görüyordu. Soyluların ve ruhbanın vergiden muafiyeti, bu yükün daha alt sınıflara yüklenmesi anlamına geliyordu ve bunların çoğunun da daha fazla ödeyemeyeceği bir noktaya ulaşılmıştı. Kırsal alanlarda ortalama yaşam standardı düşüyordu; şehirlerde ise fiyatların yüzde 65 artmasına karşılık ücretler ancak yüzde 22 artmıştı. Üstelik, vergi tahsil etme yöntemi umutsuz derecede verimsizdi, zira verginin hatırı sayılır bir kısmını, onu toplayan ‘mültezimler’ kendi ceplerine indiriyorlardı.
Kral kısa bir süre için durumun ne kadar ciddi bir hale geldiğini görmek zorunda kalmıştı. 1786’da vergi sistemini rasyonelleştirecek ve onu soyluların ve kilisenin elindeki topraklara da yaygınlaştıracak bir ‘reform’ bakanı atadı. Aristokrasi çılgına döndü. Kralın seçtiği bir ‘muteber kişiler’ meclisi önerileri reddetti. Daha başka reformlar önerilince, taşradaki parlamentoların cübbe soyluları, bunları hayata geçirmeyi reddettiler ve bakanlar onlara rağmen devam etmeye kalkışınca da kimi yerlerde ayaklanmaya dönüşen kamusal protestoları düzenlediler. Bu protestolarda soyluluk hâlâ öteki sınıfların pek çok üyesinin desteğini elde etmenin mümkün olduğunu görüyordu. Ne de olsa, yüksek vergilerden söz edilmesi burjuvazinin ve köylülüğün kimi üyelerine de bir tehdit olarak görünebiliyordu.
Kendilerini toplumun doğal liderleri kabul eden soylular, halk desteğini kullanarak, hükümeti kendi iradelerine tabi kılabilecekleri hayaline kapıldılar. Temel talepleri, en son 1614 yılında toplanmış olan Etats-Generaux’nun toplanmasıydı. 1789 Mayıs’ında buna razı olan kral, burjuvazinin ya da alt sınıfların kimi ilerici hareketlerini değil, aristokrasinin gerici taleplerini kabul etmiş oluyordu.
Bununla birlikte aristokrasiye verilen bu taviz, öteki sınıfları örgütlenmeye zorladı. Onlardan ‘üçüncü tabaka’nın temsilcilerini seçmeleri isteniyordu. Şehirlerde bu, delegeleri seçecek ‘seçiciler’in seçimi için meclisler toplanması demekti. Köylerde ise kararların alınacağı bölge toplantısına kimin gönderileceğine köylüler karar verecekti. İnsanların çoğunluğunun bu tür işlerde bir deneyimi yoktu ve genellikle en iyi konuşanlara güvenirlerdi. Sonuç, üçüncü tabakanın meclisinin, avukatlar ve orta sınıfın öteki saygın kişilerinin egemenliğinde olmasıydı. Ancak delegelerin seçilme süreci, milyonlarca insanı ilk kez toplumdan ne istedikleri konusunda düşünmeye sevk etti. Fransa’nın her yerindeki köy ve kasabalarda, Etats-Generaux’nun yerine getirmesini istedikleri listeler –doléances– hazırladılar. Tartışmalar Paris’in yoksul mahallelerinde, Temmuz ayında Bastille’i basacak ve Ekim ayında Versailles’a yürüyecek eylemci grupları kristalleştirmeye başladı. Ayrıca, köylüler arasında da heyecana yol açtı ve 1789 yazında yerli soylulara karşı bir isyan niteliği kazandı.
Aristokrasinin gerici tepkisi orta sınıfı da harekete geçirdi ve Etats-Generaux toplanırken, temsilcilerinde bir özgüven havası yarattı. Bunlar niyet olarak devrimci değildi. Monarşiyi kaldırmak yerine, hâlâ monarşinin etkisi altındaydılar ve keyfi ayrıcalıklar ve kabadayılıkların sona erebilmesi için aristokrasiyi hizaya getirmek istiyorlardı. Ancak kendilerine emredilmesine razı değillerdi ve toplumdaki kaynaşmadan cesaret buluyorlardı. Dolayısıyla onların bu hareketlerini –‘insan hakları’ iddiaları ve feodalizme son verilmesine ilişkin açıklamalarını– aristokrasiyi mülkleriyle, kralı ise hatırı sayılır bir güçle yerinde bırakacak bir uzlaşma izleyebilirdi.
Ancak aristokratik gericilik çabucak sonlandırılabilecek gibi değildi. Aristokratlar kendi servetlerinin, kırsaldaki malikânelerinin ve ordunun subay kadrolarının kontrolünü ellerinde bulundurdukları sürece, eski ayrıcalıklı pozisyonlarını yeniden kazanmaya çalışacaklardı.
Reformcular, Devrimciler ve Baldırı Çıplaklar
1789 yazında orta sınıf meclisini destekleyen halk hareketleri, ilk kez, alt sınıfları kendi sefil kaderlerine meydan okumaya sevk etti. Azınlığın zenginliğinin ve çoğunluğun yoksulluğunun aynı madalyonun iki yüzü olduğunu görmeye başladılar. Başlangıçta zenginliği aristokrasiyle özdeşleştiriyorlardı. Ama çok geçmeden dikkatlerini aristokrasiyi taklit edenlere ya da ‘mültezim’ olarak zenginleşenlere, toprak sahiplerine, spekülatörlere yönelttiler.
1789 ajitasyonu orta sınıflar içinde binlerce yeni eylemcinin ortaya çıkmasına yol açmıştı. Siyasi kulüplere devam edenler, bir sürü broşür ve gazeteyi okuyanlar ve seçim toplantılarında yer alanlar onlardı. Başlangıçta çok coşkuluydular. Tarih onlara, Aydınlanma’nın rüyasını gerçekleştirme, Voltaire’in kınadığı kötülükleri iyileştirme ve Rousseau’nun hayal ettiği toplumu kurma şansını verecek görünüyordu. Kendilerini eski Roma’daki Brutus’un yeniden dünyaya gelişi gibi hayal ederek, kahramanca tavırlar takındılar.
Ama bir yandan halkın galeyanı bir yandan da aristokratik gericiliğin arasında sıkışıp kalmak gibi bir tehlike karşısındaydılar. Zira, her ne kadar 1789 halkın rahatsızlığının aristokrasiyi yenebileceğini göstermişse de, toprak sahiplerinin borç senetlerini yakan köylüler, toprak sahipleri burjuvaziden geliyor diye imtina etmiyor; şehir ahalisi burjuva kökenli gıda spekülatörlerine saldırmaktan geri kalmıyordu.
Orta sınıf siyasal eylemcilerinin saflarında, tekrar eden ayrılıkların nedeni buydu. Tipik olarak çoğunluk güvenlikten, mülkiyetten ve monarşi ve aristokrasi ile uzlaşılmasından yanaydı. Yalnızca radikal bir azınlık, kitleleri kışkırtma riskini göze almaya hazırdı. Ama o zaman da gericilik, kendisine verilen tavizlerden cesaret bularak çoğunluğu korkutacak hareketlere kalkışacak ve onlar da, her ne kadar bir kesimi ayrılıp karşı-devrime katılsa da, radikallerin arkasına geçeceklerdi. 1791 ve 1792’de olanlar budur. 1793’de bir kez daha olacaktır.
Cumhuriyetin ilan edilmesi ve kralın idam edilmesiyle zirveye ulaşan 1792 krizi, Lafayette’in Jakobenler tarafından devrilmesi ve Parisli kitlelerin ‘seksiyonlar’ içinde örgütlenmesine yol açmıştı. Jirondenler de bu harekete katıldılar, ancak hâlâ daha ileri gitme ve kralın idamını onaylama konusunda kararsızdılar. ‘Ayak takımı’ndan, Brissot’nun deyimiyle ‘anarşinin dokuz başlı yılanı’ndan korkuyorlardı. Kırda ve kentte artan açlığa rağmen, Parisli seksiyonların fiyatların denetlenmesi, halkı beslemek için tahıl stoklarına el konulması ve ‘istifçiler ve spekülatörler’e karşı ibretlik girişimlerde bulunulması taleplerine karşı direndiler.
Bunun yerine bir önceki hükümetin yaptığına benzer şekilde kitlelere saldırdılar. Liderlerinden birisi Nisan ayında zengin burjuvaziyi, ‘Malınız tehdit altındadır ve sizler gözünüzü bu tehlikeye kapatıyorsunuz... Bu zehirli yaratıkları inlerine kadar kovalayın’ diye uyarıyordu. Konvansiyon, büyük bir çoğunlukla, Marat’nın yıkıcılık suçlamasıyla devrim mahkemesine verilmesine karar verdi, ama aklandığını gördü. Hébert tutuklandı ve Konvansiyon’un başkanı –Brunswick Dükü’nün meşum sözlerine benzer bir dille– şehirdeki ‘tekrarlayan ayaklanmalar’ sona ermediği takdirde ‘Paris’in mahvolacağını’ açıkladı. Komutanı Dumouriez düşman saflarına katılınca, ordu bir dizi yenilgi aldı. Fransa’nın batısındaki Vendèè bölgesinde memnuniyetsiz köylüler, kanlı bir kralcı ayaklanmaya katıldılar.
Nihayet 29 Mayıs’ta ‘ılımlılar’ ve kralcılar birlikte Lyon’u ele geçirdiler, Jakoben belediye başkanı Chalier’ı tutukladılar ve Temmuz’da idam ettiler.
Robespierre’in Jakobenleri, her ne kadar kimi tarihçiler orta sınıfın daha alt bir tabakasından geldiklerini ileri sürseler de, Jirondenler kadar orta sınıftı. Kamuoyuna yaptıkları açıklamalarda sık sık belirttikleri üzere, mülkiyet ‘hakları’na aynı derecede sadıktılar. Robespierre, kişisel olarak dürüsttü ama destekçilerinin pek çoğu devrimden maddi olarak yarar sağlamaya çalışma konusunda vicdanları rahattı; ne de olsa ya burjuvazinin mensubuydular ya da öyle olmaya çalışıyorlardı. Danton, bir keresinde kraldan para kabul ederek, kişisel olarak zenginleşmişti. Marat ve Hébert, Parisli kitleler arasında ajitasyon yapıyorlardı; ama bunu kâra hiçbir itirazı olmayan küçük zanaatkâr ya da esnafın bakış açısından yapıyorlardı.
Ancak 1793 yazı başında devrimin ileriye gitmesinin alternatifinin, geriye kendilerini de, önceki dört yılın kazançlarını da bırakmayacak bir gericilik karnavalı olacağını görebiliyorlardı. Ayrıca devrimi ileriye itmenin tek yolunun da, bir kez daha Parisli kitlelerle ittifak yapmak ve burjuvazinin çıkarlarıyla çelişecek önlemler almak pahasına da olsa köylülüğe ödünler vermek olduğunu görüyorlardı. Robespierre günlüğüne, ‘Tehlike orta sınıflardan geliyor, onları yenmek için halkı etrafımızda toplamalıyız’ diye yazıyordu. Başka bir deyişle, Jakoben kulübündeki radikal burjuvazi, ılımlı Jironden burjuvaziye karşı, Paris seksiyonlarının devrimci sans-culottes’larıyla birleşmek zorundaydı. Devrimin üçüncü büyük dönüm noktasına gelinmişti.
26 Mayıs 1793’te Robespierre, halka ayaklanma için bir çağrı yayınladı. 29 Mayıs’ta Paris seksiyonlarının 33’ü bir araya geldiler ve bir yeni ayaklanma, bir journèe örgütlemek üzere dokuz kişiden oluşan bir ayaklanma komitesi seçtiler. 31 Mayıs ve 2 Haziran’da tocsin (alarm) zilinin çalması ve top atışları kitleleri sokağa döktü. Konvansiyon’u 80.000 silahlı adamla kuşattılar ve 29 Jironden milletvekilinin tutuklanması için emirler yayınlanmasını istediler. Artık Paris seksiyonları başkentteki iktidar merkezleri ve Jakoben liderler de fiilen Fransa’nın hükümetiydi.
Yenilgiye uğrayan Jirondenler vilayetlerde isyan çıkarmak için şehirden kaçtılar. Ordunun subay kadroları arasında dostları, büyük tüccar arasında müttefikleri vardı; kırsal bir ayaklanmadan korkan orta sınıf toprak sahiplerinin sempatisi onlardan yanaydı ve ‘kalabalığı’ bir tehdit olarak görenlerin sadakatine sahiptiler. Ve hiç kuşkusuz devrime karşı bir zaferden coşku duyacak olan aristokrasinin desteği de onlardan yanaydı. Birkaç hafta içinde ülkenin güney ve batısının çoğu Jirondenler’in elindeydi. Vendèe kralcıların eline geçmişti, Jakoben karşıtları Toulon’un güney limanını ve Akdeniz donanmasının gemilerini Britanya’ya teslim etmişlerdi ve yabancı ordular hâlâ Paris’e doğru ilerliyorlardı. Jironden kasabası Caen’den bir kadın, Charlotte Corday, yardımına ihtiyacı olduğu gerekçesiyle Marat’ya sokulup, banyodayken bıçaklayarak öldürünce, karşı-devrimin Paris’te bile vurabileceği görülmüştü.
Parisli sans-culottes kitleler Jakoben liderleri, kokuşmuşluğu önlemek için daha ileri devrimci önlemler alma konusunda zorladı ve liderler çok geçmeden başka seçenekleri olmadığını gördüler. Haftada en az bir kez Konvansiyon’a rapor veren ve her ay yeniden seçilen Kamu Güvenliği Komitesi’ne uygun gördüğü her türlü acil önlemi alma yetkisi verildi. ‘Azami (fiyat) yasası’, ekmeğe fiyat kontrolü getirdi ve insanların açlığı üzerine spekülasyon yapılması, idamlık suç sayıldı. Bir aileyi geçindirmek için gereken asgari düzeyin üzerinde geliri olanlardan, yüzde 10’dan başlayarak yüzde 50’ye kadar yükselebilen müterakki bir vergi ve savaşın masraflarını karşılamak üzere zenginleri zorunlu borçlandıran bir yasa kabul edildi. Ekonomi, savaş malzemesi üreten önemli bir kamu sektörüyle, giderek daha fazla merkezi yönetime tabi oldu. Kaçanların ve kilisenin el konulan toprakları, köylülerin öfkesini yatıştırmak üzere küçük parsellere bölündü. Gönüllü devrimci birlikler ve eski ordu birlikleri, gönüllüler askerleri şevklendirebilsin ve onlardan askeri becerileri öğrenebilsinler diye cephede birleştirildi ve subaylarını ortaklaşa seçtiler. Şüpheli memurlar devlet dairelerinden kovuldu. Taşradaki ayaklanmaları bastırmak üzere tam yetkili devrim komiserleri gönderildi. Yaşları 18 ile 25 arasında olan bütün bekâr erkeklere, varlıklıların parayı ödeyip muaf olmasına olanak veren eski ayrıcalıklar olmaksızın, askere gitme zorunluluğu getirildi. Nihayet, Eylül ayındaki daha başka jounneèe’lerden sonra Konvansiyon ve Kamu Güvenliği Komitesi sert baskı –terör– politikasına karar verdi.
Jakobenler ve Terör
Terörü harekete geçiren güç aşağıdan, eski rejimde acı çekmiş ve eğer bu rejim geri dönerse daha fazla acı çekeceklerini bilen; dostları ve akrabaları zaten ihanet ve ahlaksız vurgunculuk nedeniyle her gün cephelerde ölen insanlardan geldi. Duygusal intikam isteği ile, devrimci rejimin karşıtlarının iç savaş koşullarında devrime zarar vermek için her fırsattan yararlanacakları şeklindeki rasyonel anlayışı birleştiriyorlardı. Hapishane onlara engel olamazdı, zira bir kez komploları başarılı olursa serbest bırakılacaklarını biliyorlardı. Hébert gibi Jakobenlerin ‘terörist’ kanadında yer alanlar, bu duyguları körüklüyorlardı. Ama başlıca Jakoben liderler çağrıya uyma konusunda yavaştılar. Efsanenin ‘duygusuz kasabı’ olmak bir yana, Robespierre, devrimin ilk günlerinde ölüm cezasının kaldırılması için çağrı yaparken hemen hemen tek başınaydı. Buna karşılık Jirondenler, ölüm cezasının alt sınıflardan sıradan suçlular için uygulanmasını desteklediler, ama sıra krala geldiğinde pişman oldular.
1793 Eylül’ünden önce devrim mahkemesi önüne çıkarılan 260 kişiden yalnızca 66’sı ölüme mahkûm edilmişti. Ekim ayından itibaren işin hızı arttı. Kraliçe Maria Antoinette’in idamını, Jirondenler’in ve (kendi davasını savunmak için bir Jakoben olarak nümayiş yapan) Orleans Dükü’nün mahkûm edilmesi izledi. 1793’ün son üç ayında 395 sanıktan 177’si ölüme mahkûm edildi ve Aralık ayına gelindiğinde Paris hapishanelerinde, Ağustos ayında 1500 olan mahkûmların sayısı 4.525’e yükselmişti. Bununla birlikte, bu aşamadaki idamların sayısı, romanların ve filmlerin her gün onlarca kişinin giyotine gönderildiği yolundaki popüler anlatılardan çok daha azdı.
Aristokrat ve kralcıların idamı konusundaki 200 yıllık nakarat, yerli yerine oturtulmalıdır. Eski rejimde idamlar devamlı olan şeylerdi. Yoksul insanlar bir parça kumaş çaldıkları için idam edilebilirdi. Bir zamanlar Mark Twain’in ifade etmiş olduğu gibi, ‘Terörün iki saltanatı oldu: birisi birkaç ay sürdü, diğeri 1000 yıl’. Kuzeyden Paris’e doğru yürüyen ordu, şehri almayı başarabilseydi, Jakobenlerinkinden çok daha büyük olan kendi terörünü uygulayacak ve derhal idam edilecek ‘elebaşılar’ın tespit edilmesi için kralcıları ve aristokratları kullanacaktı. Lyons, Marseilles ve Toulon’u alan ‘ılımlılar’ ve kralcılar kendi mahkemelerini kurdular ve ‘vatanseverlerin giyotine gönderilmesini ya da asılmasını’ emrettiler. Sonuç ‘hazin’di; Lyon’daki ölü sayısının 800 olduğu söyleniyordu. Vendée’de kralcı bir papaz, cumhuriyet sempatizanlarına karşı ‘her günün kanlı gösterilerle geçtiğini’ haber veriyordu. Cumhuriyeti kabul eden bir rahibin yönettiği ayine katılmak bile, insanların ‘hapse atılmasına ve daha sonra hapishaneler çok dolu olduğu için katledilmesine ya da kurşuna dizilmesine gerekçe olabiliyordu. Machecoul’da 524 cumhuriyetçi kurşuna dizilmişti. Bütün bunlara ek olarak, Fransa’nın kuzey sınırlarında kralcıların ve Jirondenler’in başlattığı ve devrimin içerideki ve dışarıdaki bütün düşmanlarının hevesle katıldığı –karşı tarafa sempatisi olan Fransız subaylarının, binlerce askeri bilerek ölüme gönderebildiği– savaşlardaki ölü sayısı da muazzamdı.
Karşı-devrimin ve savaşın kurbanları, popüler romanlarda ya da hatta Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi’nde pazarladığı korku öykülerinde yer almaz. Çünkü bu yazarlar için saygıdeğer bir beyefendinin ya da hanımefendinin ölümü trajedidir, cumhuriyetçi bir zanaatkârın ya da bir kadın terzininki ilgiye değmez.
1793 Eylül’ünde Robespierre’in Konvansiyon’un önüne koyduğu tez esas itibariyle buydu. Cumhuriyetin generallerinden birisi, Houchard hakkında, gerekli olmadan geri çekildiği ve askeri bir felakete yol açtığı için ceza önlemlerini haklılaştırmaya çalışıyordu. ‘İki yılda 100.000 insan ihanet ve zayıflık nedeniyle katledildi’, dedi. ‘Bizi mahveden, hainlere karşı zayıf olmaktır’. Bu tez, Jakobenlerin önlemlerini desteklemek konusunda kararsız olan milletvekillerinin pek çoğunu kazandı.
Devrim sırasındaki en kanlı olaylar, devrimcilerin hiçbir zaman kontrolü elden kaçırmadıkları Paris’te olmadı; aksine devrim karşıtlarının elindeki bölgeleri geri almak için savaşırken oldu. Cumhuriyet ordularının kanlı bir şekilde intikam aldıkları pek az olay vardı: Lyon’da devrimci bir komisyon, 1.667 ölüm cezası verdi; Vendée’de silah taşıyan asiler kestirme yoldan idam edildi; Nantes’da ayaklanmanın 2.000 ila 3.000 destekçisi Loire Nehri’nde boğularak öldürüldü; Toulon’da, şehri Britanyalılara teslim etmekle suçlananların kitlesel idamları söz konusu oldu.
Terörün incelenmesi gereken bir başka yönü daha vardır. Bu, 1793-94 boyunca devrimci liderlerin birbirlerine karşı uyguladıkları terördü. Bu, Jirondenler ve Jakobenler arasındaki düşmanlıkla başladı. Jirondenler Marat’ya karşı ortaya koydukları suçlamalarında baskıya başvurma konusunda kendi istekliliklerini de göstermişlerdi. Bununla birlikte, Jakoben hükümetin kurulmasından sonra tutuklanan ilk Jironden liderler yalnızca ev hapsine çarptırılmıştı. Daha sonra Paris’i terk edip taşrada isyan çıkararak, bunun yalnızca sözcüklerle giderilemeyecek bir anlaşmazlık olduğunu kanıtladılar. Robespierre ve Danton, serbest bırakılacak her Jirondenin aynı şekilde davranacağına inanmaya başladılar. Onları engellemek için şiddetli ve etkin baskıdan –iç savaş koşullarında bu idam anlamına geliyordu– başka çare yoktu.
Ancak orta sınıf Jakobenler için, Jirondenlere uygulanan aynı mantık, iç savaş koşullarında diğer başka cumhuriyetçilere de uygulanabilirdi. Robespierre açısından, onun kendi müttefikleri, Paris’in sans-culottes’ları, sorun olmaya başlamışlardı. Devrime sokaklarda destek verme konusunda harikalar yaratmışlardı. Ama aynı zamanda Robespierre’in ve diğer Jakoben liderlerin geldiği sosyal grupla –o cumhuriyet için savaşıp savaşmamak konusunda yalpalayan mülkiyet sahibi grupla– da çatışıyorlardı. Sans-culottes’lar terör çağrısını benimsediği anda Robespierre sans-culottes örgütleri üzerine de gitmeye başladı: Eylül ortasında Jacques Roux tutuklandı; Ekim ayında Claire Lacombe’un Devrimci Cumhuriyetçi Kadınlar Derneği dağıtıldı ve nihayet Mart ayında Hébert ve birkaç başka kişi daha giyotine gönderildi.
Saygıdeğer, mülkiyet sahibi orta sınıfı korkutabilecek olan talepleri ortaya atan ‘aşırılar’ Robespierre’in tek sorunu değildi. O ayrıca, o anın ihtiyaçlarının ötesinde kişisel çıkarlarını ve eğilimlerini sergileyenlerin de devrimi yıkabileceğinden korkuyordu. Bu özellikle, muazzam devrimci cesarete ve heyecana sahip, ama ayrıca kuşkulu zengin figürlerle bir araya gelmenin getireceği ödüllere de meyleden Danton’un çevresindeki grup için geçerliydi. Başlıca arkadaşlarının Fransız Doğu Hindistan Şirketi’ndeki bir rüşvet olayına karışmış olmaları bir rastlantı değildi. 1794’ün Ocak ve Şubat’ında, Danton etrafına gayriresmî ‘müsamahakâr’ bir hizip toplamaya başlayınca, onun da Jirondenler’in dokuz ay önce girmiş oldukları yola girdiğinden korktu. Hébert’in idamından beş gün sonra tutuklanma, yargılanma ve idam edilme sırası Danton, Desmoulins ve diğerlerine gelmişti.
Robespierre ve yakın müttefikleri kendilerini kuşatılmış hissediyorlardı. Kendi sınıfları, karşı-devrimin güçlerine yarı yarıya kapılmıştı. Kâr etmeye dayanan bir sınıfın üyeleri sürekli olarak rüşvet ve ahlaksızlık kuşkusuyla karşı karşıyaydı. Yalnızca sert önlemler korkusu, orta sınıfı zafer yolunda tutabilirdi. Robespierre, orta sınıfın temel değerlerinin gerçekleşeceği yeni bir toplumdan yana olduğuna inanıyordu. Bu duygusunu, hedefinin ‘erdem’le özdeş olduğunu belirterek ifade etmiştir. Ama bu amaca, orta sınıfın kendisini –kimi zaman çok sert bir şekilde– disiplin altına almadan ulaşamayacaktı. 1794 Şubat’ında ifade etmiş olduğu gibi, ‘Erdem olmadan terör yararsızdı; terör olmadan erdem güçsüzdü’.
Dahası terör, devleti, devrimci duygu ve eylemin odağı yapıyordu. Terör, sans-culottes kitleleri orta sınıf için tam bir tehlike olmaktan –devrimin yönünün giderek alt sınıfların eline geçmesi tehlikesi– uzaklaştırmaya hizmet ediyordu. Sans-culottes’ların devletin iş başındaki giyotinini seyretmeleri ve Carmagnole dansı yapmaları, orta sınıf politikacıları için kendi adlarına hareket etme ve taleplerde bulunmalarından çok daha iyiydi. Terör yalnızca devrimi savunmak için işlemeye başlamadı; o aynı zamanda burjuvazinin uzlaşıcı unsurlarıyla kitleler arasında, devletin bir siyasal grup tarafından nasıl merkezileştirildiğini de sembolize ediyordu.
1794 baharına gelindiğinde Robespierre çevresindeki Jakobenler, Paris’teki halk örgütlerini dizginleyerek –komünü dağıtıp, seksiyonları ve yiyecek istifçiliğini araştıran komisyonu lağvederek– tek başlarına yönetiyorlardı. Devlet iktidarı, öyle görünüyor ki, artık daha önce hiç olmadığı kadar, soldaki ya da sağdaki hiziplerin hücumuna uğramayan, bir grup kenetlenmiş adamın elindeydi. Böylesine merkezileşmiş bir iktidar, ancak her zamankinden daha fazla baskıya başvurarak yoluna devam edebilirdi. Soboul’un açıkladığı gibi:
“O zamana kadar terör... devrimin düşmanlarına yönelmişti. Ama şimdi, devlet komitelerine karşı çıkanları da kapsayacak kadar genişlemişti. Böylelikle komiteler siyasal hayat üzerindeki tahakkümlerini güçlendirmek için terörü kullanıyorlardı.”
Terörün merkezileşmesi kendi ivmesini yarattı. Jakoben çekirdek, kendileriyle birlikte olmayan herkesin kendilerine karşı olduğunu düşünmeye başladı – ve bu düşünce kısmen haklıydı. Özgürlüklerinin kısıtlanmasından rahatsız olan kendi orta sınıfları içinde, onlara karşı artan bir düşmanlık gelişirken, Roux ve Hébert’in pek çok sans-culottes yandaşlarının da düşmanlığı artıyordu. Bu tür düşmanlıklarla terör yoluyla baş etmek, yalnızca Jakoben çekirdeğin daha fazla yalnızlaşmasına hizmet ediyordu. Ama terörü durdurmak, Jakoben çekirdekten intikam almak isteyenlerin ellerinin serbest kalması tehdidini içeriyordu.
Robespierre ne yapacağı konusunda kararsız kaldı. Belirli vilayetlerde, örneğin, Nantes’daki kitlesel boğdurma olayından sorumlu olan adamı Paris’e çağırarak, terörü kontrol etmeye çalıştı. Ama daha sonra, Mayıs 1794’te Paris’teki terörün büyük ölçüde artmasına izin verdi; o kadar ki izleyen üç ay, bir önceki yıldaki kadar infaza tanık oldu. İlk kez, suçlananlara savunma hakkı verilmiyor, jüriler ‘manevi suç’tan başka bir şey olmayan suçlamalarla mahkûmiyet kararı verebiliyor ve birbiriyle ilişkisi olmayan insanlar, hapishanelerde ‘komplo kurdukları’ gerekçesiyle gruplar halinde yargılanıyordu. İşte tam bu sıradadır ki, Amerikan Devrimi’nin ve Britanya pleb radikalizminin büyük risalecisi Tom Paine, idam edilmekten yakasını zor kurtardı – suçu, Jirondenlerden bazılarıyla (kuşkusuz geçmişte bir noktada bütün Jakoben liderlerin olduğu gibi) dost olan bir yabancı olmasıydı.
Thermidor ve Sonrası
Devrimci rejimi savunmada, Jirondenler’in yöntemleri başarılı olmadığı halde Jakobenlerin yöntemleri başarılı oldu. 1794 yazına gelindiğinde devrimci ordu kendisini, muhtemelen Avrupa’nın o zamana kadar gördüğü en iyi savaş gücü olarak ortaya koyuyordu. Taşradaki isyanlar ezilmişti ve Fransız ordusu Brüksel’i işgal etmiş, kuzeye doğru ilerliyordu ve de cumhuriyet gerçekten de ‘tek ve bölünmez’ görünüyordu.
Bununla birlikte bütün bu başarılar Jakobenler için başa çıkılması zor bir sorun yarattı. Sağ ve sol arasında denge kurarak kendilerini yükseltmeyi başarmışlardı ve bu süreç içinde, orta sınıfın büyük kesimlerinin birkaç ay öncesine kadar herhangi bir alternatifi olamadığı için, kendi orta sınıflarının kimi kesimlerine de çok sert davranmışlardı. Konvansiyon’un her ay, Kamu Güvenliği Komitesi’nin yetkilerini yenilemesinin nedeni buydu. Ancak zaferler, artık diktatörce yönetimin gerekli olmadığı konusunda artan bir duyguya yol açtı.
Önceki aylarda Robespierre pek çok düşman kazanmıştı: Danton’un ‘müsamahakâr’ sempatizanları, baskıyı çok ileriye götürdükleri için taşradan çağrılan özel temsilciler, Hébert’in eski müttefikleri ve Jirondenlerden aslında hiçbir zaman kopmamış olan ama bunu söylemekten çekinenler. 27 Temmuz 1794’te, Konvansiyon’daki bir tartışmanın ortasında, Robespierre’e karşı pusu kurmak üzere birleştiler. Bir delege onun hakkında bir tutuklama emri çıkarılmasını önerdi; yakın müttefikleri ve Konvansiyon, ittifak halinde önerinin lehinde oy verdi.
Jakobenler kendilerini kurtarmak için kitleleri devrimci bir Journée’de ayaklanmaya davet ettiler. Ancak böyle bir ayaklanmayı düzenleyebilecek olan komiteleri kendileri lağvetmişler ve sans-culottes gazetelerini kendileri yasaklamışlardı. Yalnızca dört gün kadar önce, yiyecek üzerindeki spekülasyon yasağını kaldırmışlar ve pek çok zanaatkârın kazancında bir azalma anlamına gelen, en yüksek ücret oranlarını yayınlamışlardı. Paris’in 48 seksiyonundan yalnızca 16’sı ayaklanma girişimine katılmak üzere güç gönderdi ve bunlar da dağılmadan önce, uygun bir liderlik için saatlerce beklediler. Robespierre ve 21 müttefiki 28 Temmuz’da idam edildi; ertesi gün bunları 71 kişi izledi –bu, devrimin tarihindeki en büyük kitlesel infazdı.
Robespierre Konvansiyon’da ‘Cumhuriyet kaybedilmiş bir davadır. Şimdi eşkıya zafer kazanmıştır’ diye bağırmıştı. Son beş yılın büyük hareketinin sona erdiği anlamında bu söz doğruydu. Cumhuriyetin devrimci takviminde Robespierre’in devrildiği ayın adı olan Thermidor, o zamandan beri, içerideki karşı-devrimi sembolize eder.
Robespierre’i deviren müttefikler iktidarda uzun süre kalmadılar. İzleyen aylar, devrimden nefret edenlerin yeni bir güven kazanmalarına tanık oldu. Zengin genç caniler, jeunesse dorée (altın gençlik), devrimci idealleri savunan ya da kendilerinden ‘daha iyi’ olanlara saygısızlık edenlere saldırarak, Paris sokaklarını ele geçirmeye başladılar. Aralarından bir güruh Paris Jakoben kulübünü kapanmaya zorladı. Bir anayasa değişikliği, oy verebilmek için yeni mülkiyet koşulları getirdi. Bu ‘beyaz terör’, eski devrimcilerin idam ve pek çoklarının mağdur edildiği bir dalgaya yol açtı. 1795 Nisan ve Mayıs’ın da iki kısa sans-culottes kalkışması, yoksullara bir şans verilse, jeunesse dorée’nin hakkından geleceklerini gösterdi, ama bunlar Thermidorculara sadık kuvvetler tarafından ezildiler. Yurtdışına kaçmış olanlar ülkeye dönmeye ve yakında monarşinin geri geleceğini söyleyerek böbürlenmeye başladılar. Tahtta hak iddia eden, gelecekteki XVIII. Louis, sürgünde, eski rejimi, üç tabakasıyla birlikte geri getirmek istediğini ve devrime katılan herkesi, Thermidorcular da dahil, cezalandıracağını ısrarla iddia etti. Daha sonra, 1795 Ekim’inde kralcılar Paris’te kendi ayaklanmalarını düzenlediler. Dehşete düşen Thermidorcular Jakobenleri yeniden silahlandırmaya ve ordunun önünde sans-culottes’ları yardıma çağırmaya başladılar; özellikle yükselmekte olan, bir zamanların Jakobeni Napolyon Bonapart adlı bir subay yardımlarına geldi. Çok kanlı bir monarşi restorasyonundan korkan Thermidorcular, iktidarı beş kişiden oluşan bir Direktörlüğün elinde toplamaya razı oldular. Dört yıl süreyle Direktörlük, bir o yöne bir öteki yöne çekildi ve bu arada ordudaki tabanı hem kralcılara hem de halk Jakobenizminin yeniden doğuşuna karşı bir kale teşkil eden ve aslında 1799’da kendisine diktatörce yetkiler veren bir darbe düzenleyen Napolyon’a daha fazla güç kazandırdı. Napolyon, 1804 yılında papaya kendisini imparator ilan ettirdi ve kimi eski Jakobenlerin ve sürgünden dönen aristokratların desteğiyle ülkeyi yönetti. Nihayet 1814 ve 1815’te ordularının yenilmesi, öteki Avrupa devletlerinin Bourbon monarşisini yeniden kurmalarına olanak verdi. Robespierre’in son, umutsuz uyarısı gerçekleşmiş görünüyordu.
(...)
(Halkların Dünya Tarihi, Yordam Kitap, 5. Basım, s.274-295)