Amerika Birleşik Devletleri (ABD), müzakere süreci ittifak devletleri ve İran arasında sürdürülen görüşmelerde gündemi belirleyen nükleer anlaşma çerçevesi, hala bazı engellerle karşı karşıya olmasına rağmen, ABD dış politikasında önemli stratejik bir değişim olduğuna işaret ediyor.
Washington yönetimi, ABD’nin o zamana kadar desteklediği İran Şahı’nın iktidardan indirildiği 1979 İran Devriminden sonraki 36 yıllık dönem boyunca, İran rejimine karşı düşmanca tutumunu sürdürüyor. Washington’un İran’a karşı takındığı bu tutum, ABD’nin bölgede ve uluslararası platformda izlediği sabit bir politika haline geldi. Ancak, gelinen aşamada Washington ile Tahran arasında daha kapsamlı bir yakınlaşmaya imkân verebilecek bir anlaşma sağlanıyor.
İçerdeki siyasi/askeri kurumların ve ABD’nin, bölgedeki ittifak devletlerinin muhalefetiyle karşılaşmasından dolayı, Başkan Obama yönetimi “Ortadoğu’da başka bir savaşın” çıkmaması için anlaşma sürecini başlatmayı alternatif tek çıkar yol olarak gördü. Ancak, İran ile anlaşma sağlanması amacıyla yürütülen diplomatik çabaların, bölgeye barışın gelmesine yardımcı olacak bir dönemecin alınmasıyla hiçbir ilgisi yok. Aksine bu çabalar, ABD bir yandan diğer rakip büyük devletler olan Rusya ve Çin ile savaş hazırlıkları yaparken, emperyalizmin Ortadoğu ve Orta Asya’da daha sağlam payandalar üzerine konumlandırmasını hedefliyor.
Bush yönetimi, ABD hegemonyasının Ortadoğu’da daha sağlam temeller üzerine oturtulma planının bir parçası olarak 2002’de, Irak ve Kuzey Kore ile birlikte İran yönetiminin “şer eksenine” dâhil olduğunu ilan ederek, İran’ı hedef tahtasına yerleştirmişti. ABD’nin, 2003’teki Irak işgali ile kazandığı zaferden sonra heveslenen ABD yönetiminin üst düzey bir yetkilisi, ağzındaki baklayı çıkararak, yaygın olarak kullanılan bir ifadeyle şöyle bir açıklama yapmıştı: “Herkes Bağdat’a gidebilir. Ancak cesareti olan Tahran’a gider.”
Bush yönetimi, ABD’nin Irak’ı işgal ile birlikte bataklığa sürüklenirken ABD’nin 2007 ileri düzey askeri saldırı hazırlıklarıyla zirve yapan Tahran’a karşı baskı ve provokasyon bahanesi olarak İran’ın nükleer programını gündeme taşıdı.
Bush yönetimi, ABD’nin Afganistan ve Irak’ta karşı karşıya kaldığı askeri felaketler nedeniyle Amerikan siyasi kurumları bünyesinde eleştirilerin arttığı bir ortamda İran ile savaşa girmemek için geri adım attı. Barack Obama, 2008 Başkanlık seçimleri kampanyası sırasında, ABD’nin Ortadoğu’da askeri bataklığa saplanmasından dolayı, Bush yönetiminin, başta Asya’da olmak üzere, artışa geçen Çin etkisini çevrelemede başarısız kaldığını söyledi.
Başkan Obama yönetimi, ABD’nin Asya’da “eksen” devlet veya “yeniden denge kurucu” güç olma durumuna gelmesinden dolayı 2009 ortalarından bu yana, gerekirse savaşa girmek suretiyle, Çin yönetimi ve geniş Hint-Pasifik bölgesinin ABD’ye itaat etmesini sağlamak amacıyla diplomatik, ekonomik ve askeri bir strateji geliştirdi. Obama yönetimi, bir yandan Tahran’a artan önemli ekonomik yaptırımlar uygulama yoluna gidip askeri operasyon tehdidini gündemde tutarken ve görüşmeler aracılığıyla İran’ın nükleer araştırmalarına son verilmesi imkânının sağlanmasına çalışırken, diğer yandan da “havuç ve sopa” politikasını izlemeye başladı.
Obama’nın dış politika baş danışmanlarından birisinin, Amerika’nın küresel egemenliğinin uzun zamandır Doğu Avrupa coğrafyasından başlayarak, Rusya üzerinden Çin’e kadar uzanan hattın üzerinde olduğunu ve bir Washington – Tahran ekseni politikası izlenmesi gerektiğini savunan eski mili güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski olduğu unutulmamalıdır. İran coğrafyası; Orta Asya, Ortadoğu ve Hindistan alt kıtası kavşağında stratejik bir konumda bulunuyor.
Dünya kapitalizminin 2008 krizinden beri derinlerde hissedilen bir çöküş yaşaması olgusu ve bölgede artış gösteren jeo-politik gerilimler Washington’un planlarında acil revizyonların meydana gelmesine ve bazı adımların pervasızca atılmasına neden oldu. ABD yönetimi, Ağustos-Eylül 2013 döneminde, İngiltere hükümetinin Suriye savaşı konusunda parlamentoda destek bulamaması, Rusya ve İran’ın kararlı muhalefeti ve Amerikalı iktidar seçkin sınıfının savaş konusunda son anda yaşanan görüş ayrılığından vazgeçmesi anına kadar Suriye ile savaşa girme eşiğine gelmemişti. Tahran yönetimi, Suriye’ye yapılacak askeri müdahalenin İran’a savaş açılması anlamına geleceği konusunda Washington’u uyarmıştı.
Başkan Obama yönetimi iki kanatlı saldırgan bir strateji izlemek suretiyle bu fiyaskoya karşılık verdi. Washington’un 2013 sonunda aleni olarak Ukrayna’ya müdahale etmesiyle birlikte, Moskova’yla karşı karşıya gelme ihtimali daha belirgin hale geldikten sonra Obama yönetimi, daha önceleri İran ile gizli olarak yürütülen nükleer müzakereleri hızlandırdı.
Başkan Barack Obama, Eylül 2013’te yapılan Birleşmiş Miletler yıllık toplantısı sırasında, yeni seçilen Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ile telefon görüşmesi yaptı. ABD ve İran devlet şefleri arasında gerçekleşen ve kamuoyuna açıklanan ilk temas otuz yıldan fazla bir zaman önce olmuştu. Kasım 2013’te ara bir nükleer anlaşma sağlanmıştı ve nihayetinde, Şubat 2014’te Kiev’de gerçekleşen faşist darbeyle zirve yapanWashington’un entrikalarında yoğunlaşma olmasına rağmen, Ocak 2014 sonunda hayata geçirilmişti.
Obama yönetimi, İran ile müzakerelerin başladığı andan itibaren, herhangi bir anlaşma olması halinde bu anlaşmaların, Washington’un belirlediği şartlara göre olacağını açıkça belirtmişti. İran dinsel burjuva rejiminin her türlü radikal tavizleri verdiği müzakereler sürecinin ilk başlarında öngörülen sürenin dışına yayılan bir sonuç elde edildi.
ABD yönetimi, Tahran’ın zevahiri kurtarması adına atılmış adım olarak, nominal nükleer program geliştirme çalışmalarına devam etmesini kabul ederken, müzakerelerde bulunan İranlı yetkililer şaşırtıcı bir biçimde ABD’nin bu adımına karşılık, zenginleştirilmiş uranyum mevcut stoklarını bir anlamda havaya savurarak ve bugüne kadar hiç taviz verilmemiş bir denetim yapılmasına izin vererek, İran’ın uranyum zenginleştirme kapasitesinin azaltılmasını kabul ettiler.
ABD yönetimi İran’dan istenilen birçok adımın atılma tavizini vermesi karşılığında, uluslararası bazı yaptırımları (bir süreliğine) “askıya almak” konusunda hiçbir taahhütte bulunmuş olmuyor. Ayrıca, İran’ın verdiği taahhütlere “riayet etmemesi” halinde, hemen “devreye sokulabilmesi” önlemi olarak uygulanan yaptırımlar çerçevesi bir bütün olarak el altında hazır bulundurulacak. Sonuç itibariyle, ABD’nin, Birleşmiş Milletler Konseyinde Rusya ve Çin’in desteğini almadan İran’ı sarsabilecek yaptırımları yeniden uygulamaya koyabilme özgürlüğü var.
Nükleer müzakerelerde varılan anlaşma İran’ın yönetim kadrolarında bölünmeye neden oldu. Ancak, Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin temsil ettiği baskın kesim, yalnızca acilen kaldırılması gereken yaptırımlar için değil, aynı zamanda, ABD’nin uzun zamandan beri uyguladığı yaptırımların kaldırılması için anlaşmanın sağlanması gerekli olduğu konusunda ısrarcı oluyorlar. Hasan Ruhani, Cumhurbaşkanları Haşimi Rafsancani ve Muhammed Hatemi reform yönetimleri döneminde, İran’ın ucuz iş gücü platformu olarak serbest piyasa yanlısı kapsamlı bir yeniden yapılandırma programına açmayı savunarak, Washington ile görüşmeler yapılması politikasını izleyen önde gelen isimlerdendi. İran yönetim burjuvazisi Washington’a gittikçe daha fazla yakınlaşmasından dolayı, önümüzdeki süreçte İran emekçi kesimleri üzerine baskılarını artıracak.
Taraflar arasında anlaşmanın önümüzdeki üç aylık sürede nihayete ermesi yakın bit ihtimal olarak görülmüyor. Obama yönetimi Kongrede Cumhuriyetçilerin sert muhalefetiyle, asker/istihbarat aygıtının cezalandırılmasıyla ve de, başta İsrail olmak üzere, ABD’nin Ortadoğu’daki müttefiklerinin, kamuoyunda pek yansımayan Suudi Arabistan, Körfez devletleri ve Mısır’ın ciddi bir itirazıyla karşı karşıya kalacak.
İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu en azından on yıldan beridir yaptığı “İran nükleer bomba üretiyor” şeklindeki yakın tehlike uyarısına devam ediyor. İsrail yönetimi ve ABD’nin diğer bölge müttefik devletlerinin yaptıkları itirazın altında yatan kaygı; Washington yönetiminin Tahran’a doğru direksiyon kırması, kendilerine atfedilen değerin azalmasına neden olacağı ve dolayısıyla da, ABD ile pazarlık yapabilme güçlerinin azalacağı düşüncesi. Taraflar arasında görüşmelerin bir anlaşmayla nihayete ermesi, kendi konumlarını konsolide etmeye çabalayan İran’a rakip devletlerin tansiyonunun yükselmesine sebep olabilir.
ABD ile İran arasında sürdürülen müzakerelerin, en yaygın tarihsel anlamıyla, yazılı kâğıt kadar değeri yok. ABD yönetimi amacına ulaştığında, geçmişte tanık olunan çoğu durumlarda olduğu gibi, anlaşma metnini paçavraya çevirecektir. Muammer Kaddafi’nin iktidarda bulunduğu Libya, 2003’te kitle imha silahları üretim programına son vermişti, ancak, 2011’e gelindiğinde, rejim değişikliği yapılmak üzere NATO’nun hedefi olmaktan kurtulamamıştı. ABD emperyalizminin, yaşamakta olduğu ekonomik krizin bu can alıcı döneminde, esas rakip olarak gördüğü güçleri bertaraf etmek amacıyla dünya üzerinde hâkimiyet kurma hedefinde pervasızca ilerleme yolunda gözü hiçbir şeyi görmeyecek.
Kaynak: WSWS
Çeviri: Nizamettin Karabenk – AlternatifSiyaset.Net