Fransa, dış siyasette saldırganlaşıyor - Immanuel Wallerstein

Yeni-muhafazakâr fikirlerin ABD siyasetinde önceliğini kaybettiği bir dönemde, bu fikirlerin – “responsabilité de protéger“ (RdP) (koruma sorumluluğu) sloganında ifadesini bulan Fransa’daki temsilleri gittikçe güçleniyor.

  • Çeviri
  • |
  • Dünya
  • |
  • 08 Aralık 2013
  • 16:53

Fransa son birkaç yıl içinde – başkan Nicolas Sarkozy döneminde başlayan süreçte ve özellikle François Hollande döneminde artan oranda – uluslararası sahnede oldukça etkinleşti. Batılı ülkelerin Muammer Kaddafi’yi devirmek için başlattıkları müdahaleye öncülük etti. Batılı güçler içerisinde Suriye başkanı Beşar Esad’a karşı en sert çizginin savunucusu yine Fransa oldu. Silahlı İslamcı grupların yayılmasını engellemek amacıyla Mali’ye tek başına müdahalede bulundu. Hollande, Suriye ve İran ile yürütülen müzakerelere şiddetle karşı çıktığı için İsrail’e gittiğinde adeta bir kahraman gibi karşılandı. Fransa bugünlerde,  düzenin yeniden tesis edilmesi için Orta Afrika Cumhuriyeti’ne ordu göndermeye hazırlanıyor. 

Aynı Fransa, on sene evvel, ABD’nin Irak’a yönelik müdahalesine karşı çıktığı için ABD Kongresi tarafından ağır hakaretlere maruz kalmıştı. O dönemde “French fries” yani patates kızartmasının isminin değiştirilmesi bile gündeme gelmişti. İsrail’in, “fazlasıyla Filistin yanlısı” olarak tanımladığı ülke yine Fransa’ydı. Yine aynı Fransa, Afrika’daki eski sömürgelerini koruma görevini ifade eden “Françafrique” (Fransız Afrika’sı) kelimesinin kullanılmasının artık uygun olmadığını kısa süre önce dile getirmişti. Peki, Fransa dış siyasetini neden değiştirdi?

Fransa’nın siyasetini değiştirmesine sebep olan çeşitli iç etkenler elbette mevcut. Fransa, sömürgeci geçmişi sebebiyle, büyük çoğunluğu bugün ekonomik açıdan alt sınıflara mensup olan pek çok Müslüman yerleşimci ile vatandaşa sahip. Genç Müslümanların birçoğu gittikçe militanlaşıyor. Bir kısmı radikal İslamcı siyasetlere yöneliyor. Durum Avrupa’nın tamamında aynı; ancak özellikle Fransa’da sonuçlar daha gözle görülür hale geliyor. Gidişata tepki gösterenler sadece Front National gibi aşırı sağcı-yabancı düşmanı gruplara mensup olanlar değil. Sol siyasette sekülerizm savunucuları (laicité) da olan bitenden duydukları memnuniyetsizliği dile getiriyor. Bugün Fransa’nın en popüler sosyalist bakanı, çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu yabancı göçmenlerin yasa dışı yollardan ülkeye girişini engellemek için sert önlemler alınması gerektiğini savunan İçişleri Bakanı Manuel Valls. 

Yeni-muhafazakâr fikirlerin ABD siyasetinde önceliğini kaybettiği bir dönemde, bu fikirlerin – “responsabilité de protéger“ (RdP) (koruma sorumluluğu) sloganında ifadesini bulan Fransa’daki temsilleri gittikçe güçleniyor. Bu fikirlerin önde gelen savunucularından Bernard Kouchner (Sınır Tanımayan Doktorlar örgütünün kurucusu) Sarkozy döneminde dışişleri bakanı oldu. Bir diğer önemli isim olan Bernard-Henri Lévy, Sarkozy döneminde hükümet üzerinde oluşturduğu yoğun baskıyı bugün Hollande döneminde sürdürüyor.  

Fakat gidişatı açıklamak için dış etkenlere – yani Fransa’nın dünya sahnesinde rol kapabileceği düşüncesine – bakmak daha faydalı olabilir. Fransa, 1945 yılından bugüne dünya sahnesinde önemli rollerden birini kapmak için uğraşıyor. Bu çabasının bir sonucu olarak Amerika Birleşik Devletleri’ni her daim kendisinden rol çalmaya çalışan bir güç olarak gördü. Fransa’nın dünya sahnesine yeniden kabulü Charles de Gaulle’ün birincil meselelerinden biriydi. De Gaulle bu amaç doğrultusunda, kuruluş zamanlarında Sovyetler Birliği’ne yardım etmekten Fransa’nın NATO’dan çekilmesi kararına kadar pek çok farklı yol izledi. Cezayir savaşı sırasında, ABD’den farklı bir politika izleyen İsrail ile güçlü bir ittifak oluşturdu. 1956 yılında Mısır’a yönelik saldırıda Fransız-İngiliz-İsrail güçlerini bir araya getiren yine Fransa’ydı. Cezayir 1962 yılında bağımsızlığını kazandığında Fransa, İsrail ile yürüttüğü ortaklığı sonlandırdı. Bunu yapmadaki amacı Kuzey Afrika’daki eski sömürgeleri ile tekrar iyi ilişkiler kurmaktı. 

İzlenen siyaset sadece Gaulle yanlısı olarak nitelendirilemez. François Mitterand ve Sarkozy gibi Gaulle yanlısı olmayanlar (veya Gaulle karşıtları) birçok farklı örnekte Gaulleci yöntemler izledi. İkinci Dünya Savaşı sürecinde Churchill’den bugün Obama’ya kadar, Amerika Birleşik Devletleri ile Büyük Britanya, Fransız önderlerini her zaman için fazlasıyla delişmen ve kontrol altına alınması güç bulmuşlardır.

Fransa’nın dış siyasetini değiştirerek saldırganlaşmasının nedeni kuşkusuz Amerika Birleşik Devletleri’nin dünya sahnesindeki şiddetli düşüşüdür. Fransa bir anda şu anda İslamcı düşman olarak tanımlananlar gruplar karşısında Amerika Birleşik Devletleri’nden daha etkili görünür oldu. İsrail, 1962 yılından beri ilk defa Fransa’yı Amerika Birleşik Devletleri’nden güçsüz de olsa daha iyi bir müttefik olarak görmeye başladı.  

Fransa’nın esas sorunu; ABD’nin gerilemesi ile birlikte daha etkin olma olanağını elde etmesine rağmen, yeni karmaşık jeopolitik koşullarda Amerika Birleşik Devletleri’nin yerini alacak kudrette olmamasıdır. Ortadoğu’da etkinleşmiş pek çok güç mevcut; bu da Fransa’nın birincil güç olmasının önünde engel. Fransa, önceden etkin sömürgeci güç olduğu Doğu Asya’da bile şimdilerde belirleyici rol oynayamıyor. 

Fransa’nın etkili olabildiği tek yer Afrika; çünkü ne Büyük Britanya ne de Amerika Birleşik Devletleri burada askeri müdahalede bulunabilecek donanıma sahip. Fransa fırsatı değerlendiriyor. Hollande, ülkedeki popülerliği her geçen gün azalmasına rağmen bu siyaseti ile kamuoyunun desteğini görüyor. 

Ancak bu siyaset biçiminin – Amerika Birleşik Devletleri’nin Ortadoğu politikasında görüldüğü üzere – büyük bir dezavantajı var. Gönderilen askeri birliklerin geri çekilmesi son derece zor olabiliyor. Askeri müdahalelerin gereksiz ve başarısız olduğunu gören kamuoyunun tepki göstermeye başlaması kaçınılmaz olacaktır. 

Çeviri: Feride Tekeli - Birgün / 08.12.13