15-16 Haziran büyük işçi direnişinin ve mücadelesinin üzerinden 50 yıl geçti. O günün koşullarında mücadeleyle elde edilen ya da fiilen kullanılabilen hakların ne yazık ki daha da gerisine düştüğümüz bir dönemdeyiz. Bilinçlenmeye açık ve örgütlü bir mücadeleyi tercih eden o zamanların işçi ve emekçileri hakların nasıl kazanılabileceğini göstermişlerdir. Onlar üretimden gelen gücün farkındaydılar. Hak gasplarına, yoksullaşmaya ve köleleştirmeye karşı dayanışmanın işçi sınıfı için ne kadar hayati bir önemi olduğunu kavramışlardı. Dolayısıyla karşılarına çıkarılan asker, polis ve diğer tüm engellere rağmen mücadele yolunu tuttular ve bunu da sonuna kadar götürdüler. Böylece mücadeleleri başarıya ulaştı ve saldırı yasasını geri çektirdiler.
Tabii sermaye düzeni ve devletinin geri adım atmasında rol oynayan önemli bir etken daha var. O zamanki hükümet ve aslında genel olarak sermaye devleti öylesine kitlesel bir ayaklanmaya karşı durmanın aptallık olacağının farkındaydı. Yine de sermaye devleti, hareketi bastırmak için elinden gelen her şeyi yapmaktan geri durmadı.
15-16 Haziran’ın devlete geri adım attırması bir son değildi elbette. İki sınıfın tarihsel savaşım sürecinde sermayenin geçici bir taviziydi sadece. Daha iyi bir yaşam için mücadelenin devam etmesi gerekliydi. Bazen önemli mücadele ve başkaldırma olayları yaşansa da günümüze kadar gelen süreçte bizler daha fazlasını alamadık ne yazık ki. Yaşanan toplumsal değişim ve dönüşümün sonunda işçi ve emekçiler zamanla haklarını azar azar kaybetmeye başladılar. Günümüze baktığımızda, geçmişte kazanılan haklarımızın tek tek elimizden kaydığını görürüz.
Mücadeleye her atılışımızda sermaye düzeninin baskı ve zor aygıtlarıyla karşılaşıyoruz. Sermayeyi açıkça destekleyen sermaye devleti, her kriz döneminde işçi ve emekçilerin kölelik prangalarını kalınlaştırıyor. Çıkardığı yasalarla patronları ihya ederken, işçilerin de en ağır koşullarda ve ucuza çalışmasını sağlıyor.
Bu, aynı zamanda 15-16 Haziran direnişinden çıkartacağımız en önemli derslerden birine işaret ediyor. O da kapitalist düzenin ve devletin kendini her zaman sömürü üzerinden yaşattığı gerçeğidir. Yönetenler için sömürü bir zorunluluktur. Onlar hep daha fazla sömürmeye bakarlar. Biz işçi ve emekçiler için ise mücadele etmek ve haklarımızı zorla almaktan başka bir çözüm yolu yoktur. Eğer başka türlü olsaydı bunları zaten konuşuyor olmazdık.
Kapitalizm, dolayısıyla bu düzendeki iki karşıt sınıf var oldukça, aralarındaki savaş da hep olacaktır. Daha iyi ve doğru biçimde mücadele eden daha fazla kazanacaktır. Hiçbir sömürücü yönetim anlayışı hak vermez, ki zaten kendiliğinden hak vermek genelde sömürü düzenlerinin mantığına aykırıdır. Bazen işçilerin lehineymiş gibi atılan adımlar ise göstermelik şovlardan daha fazlası olmaz, olamaz. Halkın ezilen ve sömürülen her kesimi için başlıca gerçek, hak ve özgürlüklerin ancak söke söke ve zor yoluyla alınabileceğidir. Bugün bize düşen sorumluluk, 15-16 Haziran direnişini yaratan sınıfımızın mirasına sahip çıkmak ve sömürü sistemini alaşağı edene kadar mücadeleyi devam ettirmektir.
Trakya’dan Kızıl Bayrak okuru