Dolardaki yükseliş, FED’in faiz kararı...

Dünya genelinde üretim alanında kâr oranlarının düşüşü ve “gelişmekte olan ekonomiler”in finans alanında “güvenli liman” olmamaları nedeniyle sermaye bu piyasalardan kaçıyor. Bu da, dış yatırıma bağımlı olan bu ülke ekonomilerinin kriz eğilimlerinin artmasına sebep oluyor.

  • Haber
  • |
  • Güncel
  • |
  • 17 Aralık 2015
  • 09:51

Kriz yaklaşıyor, saflar netleşiyor!

 

Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) “faiz arttırma” kararı uzun bir süredir gündemdeydi. Bu hafta, FED sonunda kararını verdi ve faiz arttırdı. Dünyada olduğu gibi Türkiye’deki ‘belirsizlik’ de bir ölçüde sona ermiş oldu. Türk Lirası'nın dolar karşısındaki değeri bu çerçevede uzun bir tartışma konusuydu. Yükselen dolarla birlikte “Türkiye ekonomisi kötüye gidiyor”, “FED kararı da Türkiye ekonomisini sarsacak/sarsabilir” gibi tartışmalar bir ölçüde geride kalmış oldu. Bu tartışmalar bir yere kadar doğruydu. Evet, FED’in faiz arttıracağını belirttiği son aylarda Dolar’ın TL’ye karşı değeri yükselişteydi. Fakat bunun tek nedeni FED’in faiz arttıracağını dile getirmesi değildi. Türkiye ekonomisini bekleyen tehlikelerin başında FED’in kararı da gelmiyordu. Yani Dolar’daki yükseliş tek başına bu tartışmaya bağlı değildi.

Sermaye “güvenli limanlar”a kaçıyor

Burjuva iktisatçılarının son dönemde dile getirdiği önemli noktaların başında sermayenin “gelişmekte olan ekonomiler”den kaçtığı gerçeği geliyor. Esasta, dolardaki yükseliş de bundan kaynaklanıyor. Sermaye sahipleri, ellerindeki yatırım aracını, daha fazla değerlenebileceği alanlara aktarıyorlar. Bu kapitalizmin doğası gereği böyle. Ve son dönemde de bu alan ‘üretim’ alanından ziyade finans alanı olmuş durumda. Ekonomistlerin dile getirdiği, “yatırımlardaki düşme”, “dünya ticaretindeki büyümenin durması” gibi gerçekler bunu gösteriyor. Elbette sermaye bu alanda yatırım yapmayı sürdürüyor, fakat diğer yandan “birikim”lerini daha çok finans alanına aktarıyor. Finans alanında ise sermayenin tercihi, “güvenli limanlar” oluyor. Bunların en başında Altın geliyor, ardından da, ekonomik sorunlarını bir parça atlatma eğilimindeki gelişmiş ülkeler. Son dönemde de ekonomisindeki toparlanma süreciyle birlikte ABD geliyor.

Dünya genelinde üretim alanında kâr oranlarının düşüşü ve “gelişmekte olan ekonomiler”in finans alanında “güvenli liman” olmamaları nedeniyle sermaye bu piyasalardan kaçıyor. Bu da, dış yatırıma bağımlı olan bu ülke ekonomilerinin kriz eğilimlerinin artmasına sebep oluyor. Döviz rezervleri eriyor, dolar bulmakta zorluk çekiliyor. Dolara yönelik talep artışı nedeniyle da ülke para birimleri, dolar karşısında değer kaybediyor. Bu ülke burjuvazilerinin döviz borçlarını ödeme sorunları öne çıkıyor. Üretim alanında daralma yaşanmaya başlıyor, küçük ölçekli fabrikalar kapanıyor. Piyasalardaki durgunlukla da birlikte ekonomiler iflasa sürükleniyor. Şu anda Brezilya ve Rusya bu ekonomik krizin içerisinde. Güney Afrika ve Türkiye’nin de bu krizden etkilenmesi beklenen ekonomilerin başında olduğu vurgulanıyor.

“Türkiye ekonomisi”nin zıt kutupları

Peki bütün bunların işçi ve emekçiler açısından nasıl bir önemi var? Ellerinde dolara “yatırım” yapabilecekleri bir “birikim”leri mi var! Ellerindeki tek yatırım aracı “üretme kabiliyetleri, yetenekleri” olan işçi sınıfı bunu da patronlara satıyor “ücret” karşılığında. Peki işçiler ürettiklerinin karşılığında ne alıyor? Şu anda tartışılmakta olan 1300 TL üzerinden düşünecek olursak, açlık sınırında bir yaşam. Girilen borçların ödenmesine bile yetmeyen bu ücrete ve gelecek en ufak “zamma” umutla bakmaya çalışmak. “Düzenli” bir işte çalışmaya “kurtuluş” olarak bakmak. Bunlar işçilere, emekçilere dayatılıyor. Günleri ise, onlara ezberletilen aldatmacalarla karartılıyor.

Peki bunu işçilere dayatanlar kim, bu aldatmacanın mimarı kim? Patronlar! Türkiye’yi bu düzenin parçası yapan sermaye sahiplerinin derdi hiç de emekçiler, işçiler değil. “Zam” desen açlık sınırındaki 1300 TL’yi bile tartışıyorlar. “Düzenli iş” desen onu bile vermiyor; işten atıyor, daha da “esnekleşmeyi” tartışıyorlar hükümetleriyle birlikte.

Çünkü patronlar yalnızca yatırımlarının yeterince kâr getirip getirmeyeceğinin derdindeler. Bu ekonomik kriz tehdidiyle birlikte de işçilerden daha fazla kâr koparmayı; onları daha fazla sömürmeyi, işten atmalarla işsizler ordusunu büyütmeyi hedefliyor. İşsizliğin artışıyla, göçe zorlanan kardeş halkları, çocukları, kadınları çalıştırarak “ücret”in göreli değerini düşürmek istiyorlar. Evet, sözde zam yapılacak “ücret”i!

Kısacası işçiler yaşamlarının derdinde, patronlar ise onlardan kazanacakları kârlarının...

Çıkarları uymayan iki sınıf: sermayedarlar ve işçiler, Türkiye ekonomisinin zıt kutupları!

“Türkiye ekonomisi” deyince aynı çıkarlara bağlıymışlar gibi anlaşılıyor; ama gerçek bu değil, “Türkiye ekonomisi”ni kurtarmak için işçiler sömürülüyor, işsiz kalıyor, açlık sınırında yaşatılıyor. Patronlar ise zenginliklerinin sefasını çekiyor!

Aldatmacaların mimarı patronlar dememiş miydik; onlarla niye birlik olalım ki!