7 Haziran seçimlerinin ortaya çıkardığı tablo, kaderini çoktandır bir kirli çıkar şebekesine dönüşmüş bulunan AKP’ye bağlayanlar dışında, toplumun birbirinden çok farklı toplumsal konum ve siyasal eğilimden kesimleri arasında genel bir sevinç ve ferahlama yarattı. Öylesine ki iktidarın bunca yıpranmışlığına rağmen seçmen desteği yerinde sayan ana muhalefet partisi bile bu havaya kapılarak adeta seçimden zaferle çıkmışçasına bir ruh hali sergileyebildi. Yaygın kanı, Türkiye’nin bir felaketin eşiğinden döndüğü, halkın seçim sandığı üzerinden sergilediği sağduyu sayesinde, “Türk demokrasisi”nin ve “parlamenter rejim”in berhava olmaktan kurtulduğuydu.
İşçi sınıfı ve emekçilerin ilerici katmanlarının, emekçi Alevi kitlelerinin, mazlum Kürt halk kitlelerinin, umutsuzluk içindeki ilerici aydınların, doğal olarak ilerici-devrimci güçlerin, AKP’nin değil “başkanlık sistemi” diye kodlanan dinci-faşist bir diktaya geçiş, tek başına hükümet kurmak olanağını bile yitirmiş olmasına derinden sevinmelerini, rahat bir nefes alarak bundan sonrası için iyimserliğe kapılmalarını anlamak mümkün. Ama herkesin bildiği gibi seçim sonuçlarına sevinenler, zıvanadan çıkmış Tayyip Erdoğan’a bir biçimde dur denmiş olmasından büyük memnuniyet duyanlar hiç de yalnızca bu kesimler değil.
En kısa biçimiyle özetlersek: Basındaki TÜSİAD kalemleri ve sözcüleri daha seçim sürecinde tam da bu sonuç için çalıştılar ve seçimlerin ardından oluşan tablo karşısında sevinçlerini en açık biçimde dışa vurmaktan geri durmadılar. TÜSİAD’ın kendisi, beklenebileceği gibi diplomatik dille kaleme alınmış ilk açıklamasında, yine de herkesin anlayabileceği imalarla, beklenenden fazlasını söylemiş oldu. Öteki bazı sermaye örgütleri sözcüleri ise, seçimlerin ortaya çıkardığı parçalı tabloyu çok da dert etmiş görünmeyerek, partiler arası uzlaşma, dolayısıyla koalisyon anlamına gelen yeni bir hükümet temenni ettiler. Aynı temenni TÜSİAD açıklamasında, “Seçim sonuçları itibariyle seçmen iradesi, siyasi partilere tek başına hükümet kuracak çoğunluğu vermemiştir. Bu bağlamda partilerimizin, demokrasinin gereği olan uzlaşma kültürü ile hareket ederek, ülkenin menfaatleri etrafında kenetlenmelerini diliyoruz” sözleriyle yer almıştı. Bu arada, daha düne kadar hararetli biçimde hep AKP’ye çalışan ve onun iktidar dümenine nispeten kolayca yerleşmesinde önemli katkıları olan çoğu Amerikancı liberal aydınlar, Tayyip Erdoğan’ın seçim hüsranına abartılı vurgular yaparak, yeniden hayata döndük dercesine yeniden umuda ve iyimserliğe kapıldıklarını beyan ettiler.
Daha da çarpıcı olanı, Türkiye’deki bu aynı sevinç ve memnuniyetin emperyalist batı basınında da benzer açıklıkla yankılanmasıydı. İçlerinden kimisi sonucu “paranoya siyasetinin sandıkta cezalandırılması” olarak niteledi ve Tayyip Erdoğan’ın “seçimden zayıflamış, itibarı ve etkisi daha da azalmış bir şekilde” çıktığını gizlenemez bir memnuniyetle dile getirdi. ABD yönetim elitinin sözcüsü durumundaki The New York Times ile Amerikan iş ve finans çevrelerinin sözcüsü konumundaki Wall Street Journal, “hırsları suya düşen” Tayyip Erdoğan’ı aşağılayarak bu konuda en açık sözlü davrandılar, bir bakıma tüm emperyalist batı dünyasının duygu ve düşüncelerini dile getirdiler. ABD Dışişleri Bakanlığı adına yapılan resmi açıklamada ise, 7 Haziran seçimleri “Türk demokrasisinin gücü”nün kanıtı sayıldı ve “ABD olarak yeni seçilmiş parlamento ve gelecekteki hükümetle çalışmayı sabırsızlıkla bekliyoruz” denildi. Doğal olarak sabırsızlıkla beklenen, seçim sonuçlarıyla gemlenmiş ve gitgide etkisizleştirilecek Tayyip Erdoğan sonrası dönemdir.
***
Aşağıya alınan pasajlar partimizin seçim öncesi değerlendirmelerinden birinin giriş bölümünü oluşturmaktadır ve seçim sonrasında izlemekte olduğumuz bu yaygın iç ve dış memnuniyet tablosu üzerine yeni bir şey söylemeye ihtiyaç bırakmamaktadır:
“Türkiye yeni bir genel seçim sürecinde. 7 Haziran seçimleri düzen siyasetine egemen bugünkü kararsız dengenin nasıl ve ne yönde değişeceğine açıklık getirecektir.
“Birçok kimse bu seçimin Türkiye’nin kaderi bakımından taşıdığı özel önemden sözediyor ve bunu da ne edip edip AKP’nin önünün kesilmesi hedefine bağlıyor. Devrimci ya da sosyalist olmak iddiasındaki solun ezici çoğunluğuna egemen oportünist seçim politikaları da esasen bu aynı kaygıya ve hedefe dayandırılıyor. Bunun gerisinde AKP’yi hala da yükselen, gücünü ve canlılığını koruyan, düzenin dış ve iç egemenleri tarafından herşeye rağmen tercih edilen ve dolayısıyla desteklenen bir parti olarak görmek yanılgısı var. Oysa karşı karşıya bulunduğumuz çürüyüp kokuşmuş, moral üstünlüğünü çoktan yitirmiş, toplumsal-siyasal meşruiyeti fazlasıyla tartışmalı, dünkü baş destekçileri için bile gelinen yerde soruna dönüşmüş, bütün bunların bir sonucu olarak kendi içinden de çatlama potansiyeli alabildiğine yüksek bir AKP gerçeğidir.
“Dolayısıyla gerçekte sözkonusu olan, onüç yılı bulan bir süredir hükümet eden ve 2009’dan beri de iktidar dizginlerini ele almış bulunan, fakat buna rağmen istediği türden bir rejimi topluma dayatmakta ciddi biçimde zorlanan, gerçekte artık bu olanağı yitirmiş de olan, bu arada boğazına kadar yolsuzluğa, hırsızlığa, suça batmış, toplumun önemli bir kesimi nezdinde öfke ve nefret konusu, keyfiliği ve kuralsızlığı bir yönetim biçimi haline getirerek rejimin de tüm dengelerini bozmuş, bu nedenle sermaye düzeninin uzun vadeli çıkarları için de artık bir tehdide dönüşmüş dinci iktidarın kaderidir. Gelinen yerde ne emperyalist efendiler, ne onlarla kader birliği içindeki büyük sermaye çevreleri, ne önemli ve etkili bir bölümüyle toplum, ne de özel olarak ilerici toplumsal muhalefet, dizginlerini Tayyip Erdoğan’ın tuttuğu bir iktidar gücü olarak AKP’ye katlanacak durumdadır.
“Öte yandan, emperyalizmin bölgesel çıkarları ve ihtiyaçları için bir ‘ılımlı İslam’ projesi olarak gündeme getirildiği çoktandır ayyuka çıkmış bulunan AKP, gelinen yerde bu açıdan da herhangi bir ihtiyaca yanıt vermek bir yana, tersine aşılması gereken bir engele dönüşmüştür. Sözkonusu proje Ortadoğu’nun toplamında iflas etmiş, sahipleri tarafından bir yana itilmiş, emperyalist dünya çıkarlarının gerektirdiği yeni tercihlere ve yollara yönelmiştir. Bu, Türkiye için zaten bir soruna dönüşmüş bulunan AKP’nin, emperyalizmin bölgesel çıkar ve tercihleri için de artık amaca uygun bir araç olmaktan çıktığı anlamına gelmektedir.
“Bütün bunlardan çıkan sonuç, önümüzdeki dönemde Tayyip Erdoğan’ın belirleyici konumda bulunduğu bir AKP iktidarının bir biçimde son bulacağıdır. 7 Haziran seçimleri tam da bunun nasıl, ne yönde ve ne yolla olacağına açıklık getirmek bakımından önem taşımaktadır.” (7 Haziran Seçimleri ve Siyasal Tablo, Ekim, Sayı: 296, Nisan 2015)
Aynı değerlendirme, son satırlardaki soruya ilişkin olarak ise şunları söylemekteydi: “Bu çerçevede gündemdeki seçimlerin sonucu en çok merak edilen konularından ilki AKP’nin alacağı oy oranıysa, ötekisi de HDP’nin barajı aşıp aşamayacağıdır. AKP’nin oy desteğinde ciddi bir azalma ve HDP’nin barajı aşması bir arada gerçekleşirse, emperyalizm ve büyük bir bölümüyle işbirlikçi büyük burjuvazinin arzuladığı bir seçim sonucu tablosu ve dolayısıyla parlamento aritmetiği oluşmuş olacaktır.”
7 Haziran seçimlerinin sonuçları, sözkonusu iki beklentiyi bir arada gerçekleştirmiş bulunmaktadır. AKP belirgin bir düşüşle % 9’a yakın oy kaybetmiş, bu arada HDP beklenenin de üstünde bir başarıyla barajı aşmıştır. AKP’nin tek başına hükümet döneminin sonu demek olan bu yeni durumun aynı zamanda bir koalisyon hükümeti zorunluluğu anlamına geldiği daha baştan belliydi. Bunu arzuladıklarından değil ama artık bir yüke dönüşmüş Tayyip Erdoğan sultasından kurtulmanın kısa dönemli olarak başkaca bir yolunu bulamadıkları için büyük sermaye çevreleri için bu ehveni şer bir çıkış yoluydu. Hele de AKP-CHP işbirliğine dayalı bir “büyük koalisyon” olarak gerçekleşirse sağlayacağı sayısız başka yarar da vardı. (Bunların neler olduğu, Ekim’in yukarıda sözünü ettiğimiz değerlendirmesinde dört temel başlık altında özetlenmiştir.)
***
Birçok kimse seçimi izleyen ilk değerlendirmelerinde haklı olarak seçimlerin kaybedeninin Tayyip Erdoğan ve kazananının HDP olduğunun altını çizdi. Tayyip Erdoğan dinci-faşist bir tek adam diktatörlüğüne tam geçiş için seçim sürecinde varını yoğunu ortaya koydu, böylece büyük bir kumar oynadı ve kesin olarak kaybetti. Fakat halen fiilen liderliğini sürdürdüğü parti yine de seçimlerden birinci olarak çıkmış bulunuyor. Böylece de halihazırda tartışılmakta olan koalisyon hükümeti alternatiflerinin temel bir bileşeni, daha doğrusu ana ekseni olma olanağını koruyor. Tayyip Erdoğan’ın kendisi kadar partisinin de yeni durumda en önemli avantajı ve dolayısıyla direnç noktası bu olacaktır. Bu konumuyla ne edip edip devletin dizginlerini daha zayıf bir pozisyonda da olsa elinde tutmaya çalışacak, bunun için de her yolu deneyecektir.
Türkiye’nin iç ve dış egemen güçlerinin tercihi açık biçimde bir AKP-CHP koalisyonudur. Bu türden bir hükümet bileşimiyle muhtemel bir ekonomik krizi kitlelere fatura etmek, dış politikadaki çöküntüyü bir ölçüde olsun gidermek, çivisi çıkmış devlet düzenini bir parça onarmak ve belki de en önemlisi, “çözüm süreci” oyalamacasını iyi kötü sürdürmek her bakımdan daha kolay olacaktır. Ve bu dört temel sorun, halihazırda düzenin iç ve dış efendilerinin en acil programı durumundadır. Türk tekelci burjuvazisinin göbekten bağımlı bulunduğu emperyalist finans çevrelerinin sözcüsü Wall Street Journal, Türkiye’de seçim sonuçlarıyla oluşmuş “siyasi belirsizlik aynı zamanda fırsatlar da yaratabilir” derken hiç de belirsiz bir durumdan söz etmiyor, tam da böyle bir olanağa işaret etmiş oluyor. Seçim sonrası oluşmuş mevcut parlamento tablosunda AKP-CHP ortaklığına dayalı bir büyük koalisyon, emperyalist dünya ve işbirlikçi büyük burjuvazi için paha biçilmez bir büyük olanaktır. AKP’nin tek başına yapamadığı birçok şey, CHP ortaklığı sayesinde yapılabilecek ve bu arada dengeleyici CHP sayesinde AKP de yeniden “limitler içine” çekilebilecektir.
Bu türden bir koalisyona küçük ortak olmak CHP için siyaseten çok risklidir ve dahası saflarında olduğu kadar seçmen tabanında da büyük tepkilere neden olacaktır. Fakat mevcut CHP yönetimi şu sıralar olmaz dese de çok geçmeden “ülkeyi hükümetsiz bırakmamak” türünden ulvi gerekçelere de sığınarak sonuçta buna bir biçimde razı olabilir. Bu konuda muhtemel güçlük alanı, Tayyip Erdoğan ve halihazırda denetimini korumakta olduğu partisidir. Bugün düştükleri durum üzerinden onların asıl derdi hiç de düzenin efendilerinin öncelikli ihtiyaçları değil, fakat kendi konum, çıkar ve akıbetleridir. Bu nedenle de buna en elverişli bir koalisyon hükümeti üzerinden ve nispeten zayıflamış biçimiyle de olsa iktidardaki konumlarını korumak, kendi paylarına belirleyici öncelikleridir. Bu çerçevede kendileri için en uygun tercih neyse ona yöneleceklerdir. Göründüğü kadarıyla bu, bugüne kadar kendilerine zaten fiilen payandalık yapmış olan MHP ile bir hükümet ortaklığıdır. Bu onlara en az tavizle en çok yararı elde etmek, mevcut konum ve kazanımlarını bir süreliğine de olsa önemli ölçüde korumak olanağı verecektir.
Seçimlerin henüz yalnızca iki gün sonrasındayız ve yeni parlamento bileşiminden çıkabilecek hükümet almaşıkları üzerine spekülatif tartışmalar yürütmek bizim işimiz değil. Bizi burada yalnızca düzen egemenlerinin öncelikli tercihleri ilgilendiriyor ve buna ilişkin söylenebilecekleri de kısaca söylemiş, dahası daha seçim öncesi değerlendirmelerimizde gereğince gerekçelendirmiş bulunuyoruz.
Her halükarda düzen siyasetini zor bir dönem beklemektedir. Mevcut tablodan nispeten istikrarlı bir koalisyon hükümeti çıkarmak şansı yoktur. Ya da bu ancak AKP üzerindeki Tayyip Erdoğan denetimini kırmak ve böylece onu “büyük koalisyon” konusunda bazı ciddi tavizlere razı etmekle bir ölçüde olanaklıdır. Önümüzdeki günler buna yönelik çabalara sahne olacak ve sürecin seyrine açıklık getirecektir.
***
Devrimci siyasal mücadele açısından önem taşıyan konulardan biri doğal olarak HDP’nin izleyeceği çizgidir. Tayyip Erdoğan’ı başkan yaptırmamak iddiasıyla ortaya çıkan ve bu tutumuyla seçmenin bir bölümünde özel bir ilgi ve sempatiye konu olan HDP, barajı geçmek başarısı göstererek ve böylece AKP’yi tek başına hükümet kuramaz duruma düşürerek, verdiği sözü bir bakıma fiilen gerçekleştirmiş durumda. Fakat gerçekte bu konudaki asıl sınav bundan sonrası dönemde verilecektir. AKP konumunu ve kazanımlarını en az kayıpla koruyabilmek için duruma göre farklı partilere tavizler vermeye ve böylece onların desteğini almaya hazırdır. Bu konumdaki partilerden biri de HDP’dir ve işte asıl sınav da bu konuda verilecektir.
Bu konuda söylenebilecekleri seçim öncesi değerlendirmelerimizde daha geniş bir çerçeve içinde söylemiş bulunuyoruz. Bu nedenle, yeni dönemde HDP’yi bekleyen sınavın en kritik yönüne ışık tutan aşağıdaki pasajı ilgili değerlendirmeden aktarmakla yetiniyoruz:
“... Kürt hareketi emperyalizme karşı mücadeleyi çoktan bir yana bırakmıştır; artık kendi konumu ve çıkarları üzerinden onunla uyumlu bir işbirliğinin yollarını aramakta ve zorlamaktadır. Aynı şekilde Türkiye’nin bugünkü sınıf düzeniyle de esaslı bir sorunu yoktur, tüm çabası onu esas olarak da Kürt sorunu üzerinden siyasal bir reforma zorlamaktır. ‘Cumhuriyet’in demokratikleştirilmesi’ ya da ‘demokratik cumhuriyet’ hedefi bu anlama gelmektedir.
“Bu, Türkiye’nin demokratikleşmesi çabası içinde Kürt sorununu çözmek olarak da formüle edilmektedir. Fakat bu kadarında bile tutarlı davranıldığını söylemek yazık ki mümkün değildir. AKP’nin Türkiye’yi her alanda adım adım karanlığa sürükleyen iktidarı döneminde alınan tutumlar bunu göstermektedir. Yıllar boyunca bir aldatmaca ve oyalamaca olarak kalan ‘çözüm süreci’nin selameti adına, AKP’nin dinci-faşist bir polis devleti yaratma çabalarına gerekli tutumlar alınamamıştır. Gerçeğe cesaretle ve dürüstçe bakan herkes, ‘çözüm süreci’nin öteki yüzünde Türkiye’nin demokratikleşmesini değil, tam tersine, sınırlı demokratik kazanımlarını bile yitirmesini görecektir. ‘Çözüm süreci’nin nihayet bazı somut adımlara dönüştürüldüğü izleniminin yaratıldığı son iki yılda bu özellikle böyle olmuştur. Kürt hareketi bu son iki yılı kendi cephesinden çok iyi değerlendirmiş, ‘Çözüm süreci’ oyalamasından kendi de en iyi biçimde yararlanmış, bu sayede Kürdistan’daki konumunu birçok bakımdan daha da güçlendirmiş, fakat aynı dönem içinde Türkiye’nin geri kalanında ilerici-devrimci güçler ile emekçiler çok şey kaybetmişlerdir. Burada sorun, Kürt hareketinin dar anlamda kendi çıkarlarını ve tercihlerini öne almasına hakkı olup olmadığı sorunu değildir. Sorun buna rağmen kendi stratejik tutumunu ‘Türkiye’nin demokratikleşmesi çabası içinde Kürt sorununu çözmek olarak’ olarak formüle etmesinin inandırıcı olamamasındadır...” (7 Haziran Seçimleri ve Siyasal Tablo, Ekim, Sayı: 296, Nisan 2015)
***
3 Kasım 2002’den beri her yeni seçim solun yeni bir bölümünü parlamenter hayaller alanına ve dolayısıyla reformist seçim platformlarına çekti. Denebilir ki son seçim bu açıdan tüm öncekileri aştı. Solda bu türden parlamenter hayaller yaratan ve onu kolayca sosyal-demokrat sınırları aşmayan kaba reformist bir platforma uyuma sürükleyen ise doğal olarak Kürt hareketi oldu. HDP’nin son seçimlerde en geniş “ulusal birliğe” ve dolayısıyla “sınıf işbirliği”ne dayalı seçim platformu, kırk yıllık devrimcilik iddiasındaki birçok grup ve çevrenin üzerinde heyecanla birleştiği bir zemine dönüştü. 2002’den beri zaman içinde güçlenerek ve pek az istisnayla genelleşerek süregelen bu yönelimi, her şeye rağmen devrim mücadelesi için önemli bir kazanım saymak gerekir. Böylece gerçek devrimcilerle devrimciliği çoktan tüketmiş her türden oportünisti birbirinden ayırmak ve yerli yerine oturtmak alabildiğine kolaylaşmaktadır.
Komünistler başından itibaren bu tasfiyeci cereyana kararlılıkla göğüs germekle kalmadılar, seçimler ve burjuva temsili kurumlar konusundaki ilkesel ve taktik tutumu pratikte ete kemiğe büründürmeye de çalıştılar. Bu ilkeli devrimci tutum ve davranışı, 7 Haziran seçimleri vesilesiyle de gösterdiler. Sınırlı güçlerine ve mütevazi olanaklarına rağmen devrimin bayrağını yükseklerde tutan, devrimin sesini emekçilere taşımaya çalışan biricik devrimci odak oldular.
Fakat 7 Haziran seçim sürecinde daha fazlasını başarabilmenin onurunu da taşıdılar. Son seçim sürecini tümüyle farklı kılan ve Türkiye’nin devrimci geleceği için hayati önem taşıyan sarsıcı bir büyük patlamanın ateşleyicisi ve sürükleyicisi oldular.
Türkiye işçi sınıfı hareketi tarihinde ancak 15-16 Haziran ile kıyaslanabilir çapta olan metal işçilerinin görkemli eylemi seçim ortamına bomba gibi düştü ve tüm ezberleri alt üst etti. Türk Metal çetesinin kırk yılı bulan ve yıkılmaz gibi görünen saltanatı üç-beş günde yıkılıp bir tarafa atıldı. Eylem sınıf içgüdüsü ve etkileşimi ile dalga dalga tüm Türkiye’ye yayıldı ve bazı en büyük işletmelerde iki haftayı bulan fiili grevler biçimini aldı. Sarı sendika cenderesi ile birlikte mevcut tüm sendikaların on yıllardır sınıf kitlelerine dayattığı yasallık cenderesi de parçalandı, fiili-meşru mücadele tutulacak tek yol olarak on binlerce metal işçisi tarafından kabul gördü ve hayata geçirildi. Eylem en güçlü ve yaygın döneminde öylesine etkili ve sarsıcıydı ki, sınıfı çoktan unutmuş dönek liberallere bile “meğer bu ülkede sahiden bir işçi sınıfı varmış!” dedirtti.
Evet, herkes gönül rahatlığı ile inanabilir, bu ülkede gerçekten bir işçi sınıfı var. Ve onun şu veya bu fabrika üzerinden kendiliğinden bir patlaması bile bir anda bir kentte, bir sektörde, böylece giderek ülke düzeyinde bir yangına dönüşebilme potansiyeli taşıyor. Üstelik bilinç, örgütlenme ve eylem deneyimi bakımından henüz en geri bir düzeyindeyken. Türkiye işçi sınıfının öznel zaaflarını, ideolojik ve kültürel yönden yer yer ürkütücü görünümler sunan geriliğini kimse bizden daha iyi bilemez, biz uzun yıllardır onunla yakın ilişki içindeyiz. Ne var ki büyük metal fırtınası, en geri düzeyinde bile onun gerçek sınıf güdülerine sahip olduğunu, tam da işçi sınıfından beklenebilecek bir birlik, dayanışma ve eylem kapasitesi ortaya koyduğunu, koyabileceğini gösterdi. Devrimci inancını yıllar önce tüketmiş olanlara bile.
Evet, bu ülkede bir işçi sınıfı var. Bu toplumun devrimci bir geleceği olacaksa eğer, bu ancak işçi sınıfı ile olanaklı olabilir. Modern burjuva toplumunda toplumsal devrimi bir ideal olmaktan çıkarıp bir gerçeğe dönüştürebilecek biricik sınıf işçi sınıfıdır. Bu sınıfa inanmayan, bu sınıfa dayanmayan, onu birleştirmek, örgütlemek ve devrimcileştirmek için varını yoğunu ortaya koymayanların devrimciliği boş bir laftan başka bir şey olamaz ve sonunda şu veya bu biçimde düzen içine kapaklanmayla noktalanır.
Greif Direnişi sınıf hareketinde yeni bir dönemin başladığının işaret fişeği oldu. Onun eylem çığlığı olan “İşgal grev direniş” şiarının önce bazı tekil direnişlerde ve ardından bu yılın başında pembe sendika tarafından boşa çıkarılan metal grevlerinde en gür biçimde yankılanması, bu gerçeğin yeni kanıtlarını oluşturdu. Son metal fırtınası ise bu konuda herhangi bir tartışma bırakmadı. Artık tümüyle yeni bir dönemdeyiz; işçi sınıfının kendi tarzında mücadele sahnesine aktığı ve giderek de siyasal mücadele sahnesine çıkacağı bir dönem.
Komünistler büyük metal fırtınasının derslerini enine boyuna inceleyecek, ondan en iyi biçimde öğrenecek ve bundan sonrası için ondan en iyi şekilde yararlanacaklardır. Devrimci bir sınıf hareketi geliştirme hedefi partimiz için artık çok daha somut, elle tutulur ve gerçekleştirilebilir bir hedef haline gelmiştir. Seçim sürecinin kulakları sağır eden gürültüsü içinde son derece cılız kalan sesimizle her türden oportünist hayale karşı “Tek yol devrim!” diye haykırdık. Büyük metal fırtınası dosta düşmana devrimin taşıyıcısı olabilecek biricik sınıfın varlığını gösterdi.
7 Haziran seçim sürecinde devrim mücadelesinin en büyük kazanımı tam da bu olmuştur. Türkiye’nin devrimci geleceğine de buradan yürünecektir.
EKİM
(www.tkip.org'dan alınmıştır...)