Zulmün değil,
kavganın ateşiyle tutuşan iki yürek!
Bu anlatacağımız hikayenin kökleri yüzyıllar öncesine uzanıyor. Ancak başlangıcı ve bitişiyle onların hikayesi, 20. asrın ilk çeyreğinde vuku buluyor. Yankıları ise bugüne dek sürdü/sürüyor...
Yıl 1918’di. Dünyayı yangın yerine çeviren, büyük paylaşım savaşı daha yeni son bulmuştu. Ancak yıkıntılardan hala dumanlar yükseliyordu. Olay mahallinde, yani “yeni dünyanın” arka sokaklarında ise açlık, yoksulluk, ölüm kol geziyordu. Derisinin rengi beyaz olanlar, tüm bu acıların sorumluluğunu “siyahlara” yüklüyor, her gece bir cinayet, bir gasp, bir tecavüz haberi geliyordu. Kentlere ekilen düşmanlık tohumlarına sinsice su serpiliyor, hoşnutsuzluk gün geçtikçe büyürken, ‘alt tabakada’ kıpırdanmalar baş gösteriyordu.
Çelişkilerin iyice keskinleştiği ve kırılmalara gebe olduğu bu yılda, ABD’de 1 milyon işçi greve çıkmıştı. Bu sayı 1919’da 4 milyonu bulmuş, işçiler grevlerde ekonomik hakların yanı sıra siyasal talepler de öne sürmeye ve büyük sanayi tekellerinin kamulaştırılmasını istemeye başlamışlardı. Bu durum karşısında korku ve paniğe kapılan egemenler, gelişen militan işçi hareketini geriletmek için bin bir yola başvuruyorlardı. “Demokrasi ve refah ülkesine” yoğun bir baskı, korku ve telaş hakimdi. Ve 2 Ocak 1920’de 70 kentte aynı anda gerçekleştirilen baskınlarda 6 bini aşkın devrimci, komünist ve anarşist tutuklanmıştı.
Nicola Sacco ile Bartolomeo Vanzetti... İki göçmen, üstüne üstlük iki anarşistti onlar. Biri kunduracı, diğeri ise işportacıydı. O dehşet ortamında, göçmen, komünist ve anarşist avından eskaza kurtuldular ‘demokrat celladın’ pençesinden. Ancak, o el bu kez yakalarına 15 Nisan’da yapıştı. Bir İtalyan militanın ölümü üzerine düzenlenen eyleme gittikleri saatlerde, gasp ve cinayet suçlarıyla aranan göçmenlere benzetilerek gözaltına alındılar. Üstelik silahlıydılar ve ceplerinde yasadışı bildiriler vardı. O halde kesin ‘zararlıydılar.’ Göçmenlerden ve anarşistlerden nefret eden polis şefi, görevini yerine getirmenin mutluluğu içinde teslim etti onları, coğrafyası değişse de zulmü değişmeyen ‘adaletin’ pençesine. “Cani değildiler ama kurban gittiler bir cinayete, kurban gittiler dolarların emrindeki adalete.”
Göstermelik bir mahkeme düzenlendi haklarında. 5 Mayıs günü tutuklandılar. Bütün ‘deliller’ aleyhlerineydi sanki. Çünkü olay günü Sacco işe gitmemiş, Vanzetti ise tanıklar tarafından teşhis edilmişti. Üzerlerine atılan suç, bir ayakkabı fabrikasının muhasebecisi ve onun korumasının soygun amacıyla öldürülmesiydi. Ve onlar bu olayla bir ilgilerinin olmadığını defalarca anlatmalarına rağmen, dahası cinayeti ve soygunu bir çete lideri üstlenmişken idam cezasına mahkum edildiler. Yedi yıl sürüncemede bırakılan dava 23 Ağustos 1927’de elektrikli sandalyeye oturtularak katledildiler.
O gece, 23 Ağustos gecesinde, yaz bitti Amerika caddelerinde. Sarsıcı bir uğultuyla patladı rüzgar ve mevsim birdenbire döndü sonbahara. Ölümün böylesini kabullenemeyen yüz binlerce insan doldurdu Boston sokaklarını. Polis vahşice saldırdı kalabalığa. Ancak böyle dağıtılamadı öfke. Vanzetti ve Sacco’nun çığlığı Güney Amerika’ya ulaştı. Oradan Avrupa’ya, sonra Asya’ya... Çünkü onlar tutuklu kaldıkları süre boyunca yazdıklarıyla, bütün dünyanın vicdanına ulaştılar. Milyonlarca imza toplandı, yeniden yargılanmaları için. Onlarca delil vardı bu talebi haklı kılan. Ama idam kararını veren jürinin taşlaşmış yüreklerine hiçbir etkisi olmadı bunların.
Çünkü esasta yargılanan soygun ve cinayet olayı değildi. Burjuva adaleti bu iki proleter şahsında insanlığın gelecek umudunu yargılıyordu. Bunu yargılananlar da yargılayanlar da çok iyi biliyordu.“Verilecek olan hükmün iki sınıf arasında verileceğini biliyorum. Bu sınıflar ezilen sınıf ile zenginler sınıfıdır. Biz insanları kitaplarla, yazılarla birbirine kardeş yapıyoruz. Siz ise bizlerle bir başka ulus arasında bir nefret uçurumu yaratmaya çalışıyorsunuz, işte bugün ben bu nedenle, yani ezilen sınıftan olduğum için burada bulunuyorum. Siz ise ezen sınıfsınız ve bu nedenle bizi yargılıyorsunuz.” Böyle diyordu, kendisinden yalvarmasını bekleyen heyetin karşısında Nicola Sacco.
Vanzetti de Sacco’nun oğlu Dante’ye yazdığı mektupla aslında hepimize anlatıyordu herkesin bildiği o gerçeği: “Hiç aklından çıkarma Dante, eğer birisi baban ve benim hakkımda başka birşey söylerse, o, masum ölülere, yürekli bir şekilde yaşamış insanlara küfreden bir yalancıdır. Şunu da iyi bil ve hep hatırla Dante, eğer baban ve ben, kalleş, riyakar, dönek insanlar olsaydık ölüme gönderilmezdik. Bize karşı topladıkları delillerle cüzzamlı bir köpek, bir akrep bile ölüme mahkum edilemez. Bizim, davamızın yeniden görülmesi için öne sürdüğümüz bu olgular, bir ana katilinin, yüreği taşlaşmış bir suçlunun davasının yeniden görülmesine yeterdi.”
Zaten soygun sırasında iki insanın öldürülmesi olayının peşine düşmemişti Amerikan polisi ve mahkemeleri. Onların aradığı şey, Sacco’nun cebindeki bildiriydi. Ve asıl yargılanan o bildirideki fikirlerdi. Nitekim, tüm çabalar, kampanyalar, eylemler, boykotlar Sacco ve Vanzetti’nin idamına engel olamadı. Onlar kokuşmuş burjuva adaletinin pençesinde can verdiler. Ölümleriyle bu düzenin ikiyüzlü adaletini teşhir ettiler. Ve belki de söyledikleri gibi, insanlık, adalet ve hürlük için büyük bir hizmet gördüler. Onların yüreğini şiddetli titreşimlerle yok edemeyenler, o son anı, yani Sacco ve Vanzetti’nin zaferini de ellerinden alamadılar. Bu iki yiğit proleter ölüm koltuğuna, yaşamı haykıran sloganlarla oturdular. Ve belki de bu yüzden bugüne dek yaşadılar.
Onların, ölümlerinden on yıllar sonra suçsuz oldukları anlaşıldı. Bu iki ölünün ‘itibarı’ burjuvazinin adaleti tarafından iade edildi. Sanki o itibarı bir kez bile alabilmişler gibi. Sacco ve Vanzetti’nin heykellerini diktiler sonra. Onların dört bin volta dayanan fikirlerini bir kez olsun yıkabilmişler gibi... İki yiğit proleter, Sacco ve Vanzetti ne göstermelik heykellerde, ne burjuvazinin sunduğu itibarda, onlar ait oldukları sınıfın sıkılı yumruklarında yaşıyorlar/yaşayacaklar.