Yeni Türkiye’de kurumların dönüşümünü ve yeni halini tartışıyoruz. Siyaset, hukuk, medya, akademi…
Bu yazı bir bakıma “anti-hukuk” yazılarının devamı; hukuk çünkü hiç saf halde bulunmaz, “hukuki süje” olarak tanınan (ya da tanınmayan) yurttaştan, hukuk kurumların başındakilere, akademiden medyaya, gecekondudan saraya tüm özel ve tüzel kişilerin dahil olduğu “yapı”nın ortak işidir.
Bu yazı da “medya” hakkında olduğu kadar hukuk hakkındadır, özetle.
ANTALYA’DA BİR TOPLANTI
Türkiye’nin en büyük medya grubunun başındaki kişi, Milliyet yazarı ve Demirören medya grubunun başındaki Mehmet Soysal, seri yazılarla medyanın halinden dert yandı, öneriler getirdi. Tespitler gani. Gözyaşları sel. Öfke gırla. Önerileri ve istekleri de var.
Serinin ilki 6 Kasım 2018 tarihli yazıydı. Bir ülkede sektörün en güçlü kuruluşunu yöneten kişi sektör hakkında konuşuyorsa ciddiye almak gerekir, yazarın yazdığı anlamda olmasa bile yazdıklarının bizi götürdüğü yer anlamında.
“Nereden nereye” başlıklı 6 Kasım tarihli yazıda Soysal bize bir toplantıyı haber veriyordu. Demirören Medya Gazete Reklam Grup Başkanlığı ve Demirören Haber Ajansı (DHA) toplantıları. Hürriyet, Milliyet, Posta ve Hürriyet Daily News gazetelerinin genel yayın yönetmenleri bir araya gelmiş.
Yeni gelir kaynakları oluşturmanın yollarını düşünmüşler. Nasıl? Tabii ki “müşteri memnuniyetini” birinci sırada tutarak. “Müşteri memnuniyeti” lafına mim koyalım.
EN BÜYÜK RAKİP: OKUYUCU
İki günde “medyanın nereden nereye geldiğini anlatmaya çalıştık” diyor Soysal, anlamaya çalışacak değil tabii ki, anlatmaya! Net bir saptama: “Ve en büyük rakibimizin de yine okuyucularımızın ve seyircilerimizin olduğunu belirttik.”
İkinci mim, rakip lafına. Az önce “müşteri” olanlar herhalde bu okuyucu ve seyirciler. Bunlar niye “rakip” peki? Yazıya bakarsak, “aynı zamanda sosyal medya kullanıcıları olan kişiler…” haline geldiklerinden.
İşte bunlar, “Kendini ifade etme özgürlüğünü artık kimseye ihale etmeyen” büyük bir “kalabalık” haline gelmiş. Okur eski okur değil yani: “Kısacası, herkes biraz muhabir, yazar, fotoğrafçı, gurme, şair, siyasetçi, sanatçı, vs…” Gerçekten de, nasıl ki matbaa ve demiryolunun buluşması “yazar” ve “okur”u yarattı, dijital dönüşüm herkesi “okur”luktan yazarlığa terfi ettirdi. Büyük dönüşümden geçiyor dünya.
Özet: Gruba göre “okuyucu ve izleyici” müşteridir. Fakat bu müşteri tuhaflaşmış biraz, “rakip” haline de gelmiş. Bir niteliği daha var: Kalabalık.
Yazı bir bilgi daha veriyor: “Bu toplantımıza AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Mahir Ünal ve Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel de” katılmış.
MEDYA DEDİĞİN İKTİDARLA TOPLANIR!
E iktidar bu, böyle güçlü ve dertli bir medya kuruluşunu Antalya güneşinin altında yapayalnız bırakacak değil ya. E dertler yumağı haline gelmiş medyanın en güçlü kuruluşu, çare aradığı toplantıya muhalefeti çağıracak değil ya, adı üstünde, “muhalefet” o, bir şeye çare olabilse iktidar olurdu! Müşteri lafına koyduğumuz mimi bir daha analım: “Müşteri memnuniyeti”nden kasıt, iktidar da olabilir mi? Gerçi ona patron demek daha doğru ya neyse…
Bu yazıyı şimdilik bırakıp 9 Kasım tarihli yazıya geçelim, başlık “Pahalı içerik, ücretsiz erişim.” Saptamalar sürüyor: Gazeteler okuyucularını, televizyonlar ise seyircilerini kaybediyormuş, neden? Sosyal medya yüzünden.
Kayıplar çok büyük. Çünkü, “mobil şirketleri” son dakika haberlerini servis ederek sorunu daha da büyütüyor. Facebook, Twitter, Instagram gibi küresel ejderler her geçen gün “global medya”nın adresleri haline geliyor. Akıllı telefonların da payı çok. Geleneksel medya ise hâlâ “pahalı içerik üretip, ücretsiz” sunmaya devam ediyor. Özet: Tüfek icad oldu mertlik bozuldu, dijital çıktı medya çöktü.
GÜNDE BİR HABER AZ MI?
Özetin özeti: “Tek gelir kaynağı reklam. Reklam veren şirketler her çıkan krizde reklamları kesiyor. Gazeteciler ise “çalışan yoksul” bir hayat sürmekle karşı karşıya kalıyor.”
En büyük medya kuruluşunun başındaki kişinin gazetecilerin “çalışan yoksul” haline geldiğini görmesinden mutlu olabilirdi gazeteciler ya bu tespit gibi tespitin devamı şöyle:
“Lakin varlığını borçlu olduğu, çalıştığı gazeteye ve televizyona günde bir haber yaparaksorumluluğunu yerine getirdiğini düşünenlerin sosyal medya ağlarındaki kişisel hesaplarında daha büyük çaba sarf ettiklerine de şahidiz.”
Pardon? Bu yoksullar hadsiz galiba biraz, “varlığını borçlu olduğu” gazeteye ve televizyona günde bir haber yapıyor sadece! Varlığını borçlu olmak lafına takılmayalım haydi, hayli klasik bir “patron” bakışı, ben olmasam sen de olmazsın, ben olmasam sen hiçsin, ekmek veriyorum filan… Gazeteci varlığını gazeteye borçlu, tıpkı yurttaşın devlete, işçinin patrona borçlu olduğu gibi değil mi! Bu yatırımcı narsisizmini geçelim şu lafa gelelim: Böylece “sorumluluğunu yerine getirdiğini” düşünüyor? Yani getirmiyor ama öyle düşünüyor. Kendini bilmeze bakın! Gerçekten pardon: Günde bir haber üreten bir gazetecinin “az” çalıştığını nasıl öne sürebilir bir gazeteci?
AYDIN DOĞAN GÜNAHLARINI DA SATMIŞ!
Devamında, “medya”nın yüzleşemediği “kendi günahları”nı sayıyor, Demirören grubunun değil tabii, medyanın kendi günahları:
“Siyaseti dizayn etme, iktidar düşmanlığını körükleme, manşetten vurup iki satırla haberi düzeltme, kutuplaştırma, cinsiyet ve ırkçılık ayrımlarını körükleme ve piar adreslerine dönüşmeye başladığı günden beri saygınlığını her geçen gün biraz daha yitirdiğini hatırlamak bile istemiyor.”
Medya günahlarından biri de şu: “Kronik muhalif korosuna dönüştükçe, karşısında muhalife muhalif bir medyayı doğurduğunun farkına da varamıyor…”
Bu günah setini iyi biliyoruz: İktidarın kesintisiz mağduriyet tezinin, eski berbat (gerçekten berbat) ana akım medyanın eleştirisi eşliğinde dile getirilen şeyler. Hepsini de yaptı “eski” medya gerçekten. Ahmet Kaya ve Hrant Dink örnekleri yeter. Fakat, bunları bugün kim yapıyor? “Ana akım” denilen şeye yönelik eleştiriyi, “yeni ana akım” olarak piyasaya giren Demirören grubu dile getiriyorsa, kendisinin bu hastalıklardan azade olması gerekmez mi? Aydın Doğan’dan gazeteleri, televizyonları alırken sözleşmeye, “Bu hastalıklar aynen muhafaza edilecek” diye yazılmadı herhalde. Yazıldıysa, kazıklanmışsınız demektir de! “Kronik muhalif korosu” varsa var, sizin işinizi yapmanıza nasıl engel bu? Okuru ve izleyiciyi kaçıran bu hastalıklar sizde yoksa neyin şikayeti? Turkuvaz medya, Ciner medyası ya da Akit’i filan mı şikayet ediyorsunuz? Yüzde 80’den fazlası iktidar yanlısı olarak “dizayn” edilmiş medya neden şikayet ediyor? “Kronik muhaliflik” kötü de “kronik iktidarcılık” mı iyi medya için?
YARGIDAN BAHSETMEDEN OLUR MU HİÇ?
Dönemin tipik özelliği bu: Başka bir bağlamda geçerli eleştiriyi sürekli tekrar edip, kendini eleştirilemez hale getirmek. İktidar ile toplantı yap, iktidarın her şeyi dizayn etme arzusuna canı gönülden destek ver, sonra kendi yetersizliklerini artık olmayan kişilere, yerlere yönelt. Hükümetin ikide bir İsmet Paşa’ya saydırması gibi. Buna İsmet Paşa sendromu mu desek ne desek?
Günahlar arasında, “yargı”ya ilişkin tutum da var, “anti-hukuk” ile medyanın, yeni medyanın ilişkisi de bu günahın ifade ediliş biçiminde saklı, şöyle deniliyor:
“… ‘Menfaat suskunluk getirir’ kuralını bozabilmenin tek yolunun, suçları ve suçluları yargıya bırakmaktan ve yargılamanın sonucunu haber yapmaktan geçtiğini anlamak istemiyor…”
“Yargı kararını verdikten sonra suçluların suçlarını yayımlaması gerektiğini de…”
Peki, “suçlanan” ya da “suç” yargıya gitmemişse ne olacak? Gitsin diye mi bekleyeceğiz? Peki gitmiş de yargı, yargının yapması değil yapmaması gereken şeyler yapıyorsa ne olacak? Yine de kararı mı bekleyeceğiz? “Yargı” nasıl her eleştiriden münezzeh mukaddes yanılmaz bir makam ki ne dediyse doğrudur diyecek gazeteci? Gazetecinin yargıya bu şekilde raptedilmesi onu “mübaşir”, çalıştığı yeri de “yargı kararlarını ilan panosu” dışında bir şey haline getirebilir mi?
Mehmet Soysal, iktidarın yargıya havale ettiği (siyasi) görevlerin eleştirisiz yürümesi için iktidarın rüyasını, her durumda “Padişahım çok yaşa” diyecek medyayı kurma amacını, “eski medya eleştirisi”ni tekrar ederek dile getiriyor. Bu kadar dert yanıyorsa, iktidardan istekleri var demektir, oradan devam edeceğim.
Gazete Duvar / 22.11.18