2018, pek çok açıdan önemli bir yıl oldu. Siyaseten bakıldığında, 2007’de başlayan rejim krizi 11 yıl sonra AKP lehine nihayete erdi, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçildi. Bu değişime, Türkiye ekonomisindeki hakim sermaye birikim modelinin krizi eşlik etti. Ya da ekonomik kriz, rejim değişimini öne aldı. Dolayısıyla hem siyaseten hem de ekonomik olarak 2018 yılı, 2002’de başlayan AKP hükümetleri açsından da bir dönüm noktası olarak görülebilir. Bu 16 yılı kapsayan bir değerlendirme yapmak bu yazının konusu değil. Bu yazıda 2018 yılına odaklanacağım, bazı önemli dönüm noktalarına işaret ederek, iktidarın 2018’deki en kritik hamlesinin seçimleri öne çekmek olduğunu ileri süreceğim.
Ocak 2018, Mehmet Şimşek: ‘En kötüsü geride kaldı’
2018’in ilk günlerinde (2 Ocak 2018) dönemin Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in gazetecilere yaptığı açıklamaların ana fikri, 2016 sonrasında her üç ayda bir ekonomi yönetiminden duymaya alıştığımız “en kötüsü geride kaldı” açıklaması idi: “Ekonomide en kötüsünün geride kaldığını, yılın ilk çeyreğinde gereken adımları attıktan ve istihdam ile büyümeyi artırmayı hedefledikten sonra söylemiştim. Beklediğimiz iyi sonuçları da aldık”.
Şimşek, şubat ayında (14 Şubat 2018) da ‘iyimser’ açıklamalarını sürdürüyordu: “Yüzde 7 oranında reel büyüme kaydedildi. 2018 iyi başladı, iyi de devam edecek diye düşünüyoruz… Karamsarlığa gerek yok. Yakın geçmişimize baktığımızda en zor dönem 2016’ydı. Biz gereken önlemleri aldık ve gereken destekleri sağladık”. Ancak ocak ve şubat aylarındaki bu iyimserlik pompalaması, mart ayına gelindiğinde uyarılara dönüştü. Zaten 2018’in en kritik hamlesi olan seçimlerin erkene alınması da bu uyarılar sonrasında gerçekleşti.
Mart 2018, Uludağ Ekonomi Zirvesi: Kriz geliyor
Mehmet Şimşek’in 23 Mart 2018’de Bursa’da yapılan Uludağ Ekonomi Zirvesi’ndeki konuşması, bir ekonomik krizin yaklaşmakta olduğuna işaret ediyordu: “Sorun reel sektörün döviz borçları. Ne yapacağız? Meşhur ABD Başkanı JF Kennedy’nin lafı var; ‘çatıyı güneşliyken tamir etmek lazım.’ Şu anda faizler nispeten düşük; ekonomiler büyüyor ama yağmur yağacak. Bunlar için tedbir alıyoruz. Döviz borçlanmaya sınır getireceğiz; KOBİ’lerde yaptık. Büyükler yönetebildiklerini söylüyor ama görüyoruz yönetemiyorlar; tedbiri alacağız”.
Bu açıklamalara AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın tepkisi sert oldu, 30 Mart 2018’de yaptığı açıklamaların bir kısmı şöyle idi: “Türkiye’ye küresel sermayenin girmemesi için ne gibi gayretler içerisine girdiklerini biliyorsunuz. Hatta bu oyuna gelip aramızdaki bazı arkadaşların, kusura bakmasınlar, ülkemizdeki ekonomik durumun sıkıntılı olduğuna dair açıklamalar yapacak kadar yanlışın içerisine düştüklerini de ve bunu toplantılarda yaptıklarını da duymak bizi üzmüştür. Ortada bu denli büyük bir başarı var. Hâlâ bunlar konuşuluyor. Bir insan kendi ayağına kurşun sıkabilir mi?”
Nisan 2018: Seçimler erkene alındı
Mehmet Şimşek’in açıklamalarından sonra erken seçim tartışmaları yoğunlaştı. Her ne kadar iktidar çevrelerinden net bir açıklama gelmese de, seçim tarihi üzerinde farklı fikirlerin tartışmaya açıldığı kulislere sızıyordu. Tam bu atmosferde, 17 Nisan 2018’de MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin erken seçim sürecini başlatan şu açıklamaları geldi: “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi henüz tam devreye girmedi. Türkiye’nin 3 Kasım 2019’a kadar dayanması kolay değildir. 3 Kasım 2019’u beklemek mümkün değildir. 3 Kasım 2019’a kadar ulaşmak her dakika zorlaşmaktadır”.
Bu açıklamalardan sonra ok yaydan çıkmıştı, zaten gelmekte olan krizin belirtileri daha da görünür olmaya başlayınca iktidar, belki de şimdiye kadar yaptığı en başarı hamlelerden birini yaparak, başlarda 2018’in sonbaharında yapılması düşünülen erken seçimleri daha da erkene, 24 Haziran’a almayı kararlaştırdı.
Mayıs 2018: ‘Londra Bozgunu’ndan ‘Londra Mutabakatı’na
Seçimlerin erkene alınması kararı sonrasında mayıs ayında Erdoğan’ın başkanlığındaki ekonomi yönetimi, küresel finans kapitalin temsilcilerine yeni sistemi anlatmak üzere Londra’ya gitti. 15 Mayıs’ta gerçekleştirilen ilk Londra seferi tam bir bozgunla sonuçlandı.
Erdoğan’ın, Londra ziyareti sırasında önce Bloomberg TV’de, ardından da yatırımcılarla yaptığı toplantılarda FSEN (Faiz Sebep, Enflasyon Netice) teorisini anlatması ve seçilmesi halinde para politikasının yönlendirilmesinde daha fazla söz sahibi olacağını açıklaması, uluslararası finans çevrelerinde bir ‘güven’ krizinin yaşanmasına neden oldu.
Bunun ardından bir hafta boyunca, TL dünya çapında en çok değer kaybeden paralardan biri oldu. Yılbaşından itibaren yaşanan yüzde 20 değersizleşmenin yüzde 5.2’si tek başına 23 Mayıs’ta yaşandı. Bunun ardından TCMB, sadece 20 dakika süren bir olağanüstü toplantı ile fiili politika faizini 3 puan artırdı. Bunun üzerine ekonomi yönetimi bir kere daha Londra’ya giderek yatırımcılarla bir tur daha görüştüler.
İkinci Londra seferi başlamadan hemen önce, TCMB’nin faiz artışı ve para politikasının ‘sadeleştirilmesi’ hamleleri yanında, 23 Mayıs 2018’de Erdoğan’ın yaptığı şu açıklama kritik idi: “Bugün olduğu gibi yeni yönetim sisteminde de para politikalarında küresel yönetişim ilkelerine bağlı kalmayı sürdüreceğiz, ama küresel yönetişim biçimlerinin de ülkemizi bitirmesine müsaade etmeyeceğiz. Özellikle mali disiplinin süreceğinden ve finansal istikrarın gereğinin yapılacağından kimsenin şüphesi olmasın.”
Sonuçta, ekonomi yönetiminin şimdilerde dilinden düşürmediği ve Yeni Ekonomik Program’ın da belkemiğini oluşturan ‘yeniden dengelenme’ söylemi, II. Londra Seferi’ndeki uluslararası pazarlıkta belirlendi. Buna göre ekonomi yönetimi küresel finans kapital temsilcilerine yüksek faiz garantisi verdi ve seçim sonrası uygulanmak üzere bir kemer sıkma programının hazırlanması taahhüdünde bulundu. Bunun karşılığında bir döviz krizinin eşiğinden dönüldü, en azından haziran seçimlerine kadar yeni bir döviz atağı yaşanmadı.
Ağustos 2018: Döviz krizi
Seçimler sonrasında temmuz ayı, yeni rejimin bürokratik yapılanması ve yeni ekonomi yönetiminin belirlenmesi ile geçti. Ancak küresel sermaye verilen sözlerin yerine getirilmemesi mevcut ‘güven krizini’ her geçen gün daha da derinleştiriyordu. Dış politikada ABD ile gerilen ilişkilerin hızlandırıcılığı ile ağustos ayında Türkiye ekonomisinde bir döviz krizi yaşandı.
Döviz krizi, 2018’de başlayan ekonomik krizin ilk aşaması idi. TL’deki serbest düşüşü kontrol edebilmek için eylülde yapılan şok faiz artışı ile birleştiğinde, ekonomiye hem döviz hem de faiz şoku verilmiş oldu. Bunun anlamı enflasyonun patlamasına kredi çöküşünün eşlik etmesi, yani stagflasyon idi.
Sürüklenme
Yukarıda yaptığım kısa özet bize iki şeyi söylüyor. İlki şu: Ekonomi politikasındaki kilitlenme nedeniyle iktidar ekonomik gidişata müdahale edemiyor. İkincisi de şu: Ekonomik gidişata müdahale edemeyen iktidar, buna karşı siyasi önlemler almakta başarılı. Seçimleri erkene almak bunun en parlak örneklerinden biri idi.
Ancak döviz krizinin patlak verdiği ağustos ayından itibaren ekonomi yönetiminin aldığı önlemlere bakıldığında, birbiri ile çelişen sayısız genelgeye ya da düzenlemeye rastlıyoruz. Bu da bize, 2013 sonrasında ‘kriz yönetimin krizinin’ kronikleştiğini, bir başka ifadeyle krizin ekonomi yönetimini önüne katıp sürüklediğini söylüyor.
Gazete Duvar / 20.12.18