Avrupa’nın merkez ülkeleri, Almanya ve en çok da Fransa, içinde bulunduğumuz yılda peş peşe silahlı saldırılara sahne oldu. Bu iki ülkeye Belçika da eklendi.
Fransa’da meydana gelen saldırıları IŞİD adlı çağdışı cinayet çeteleri gerçekleştirdi. Önce, yüzün üzerinde insanın ölümü ve bir o kadarının da yaralanması ile sonuçlanan Paris katliamı ile sarsıldı Fransa. Onu, yakın günlerdeki, yine 84 kişinin yaşamına mal olan Nice’teki katliam izledi. Son olarak Normandiya kenti Saint Etenne Rauvray’da bir katolik kilisesi papazının boğazının kesilerek öldürülmesi olayı cereyan etti.
Almanya’da 18 Temmuz’da Würzburg kentinde Afgan kökenli bir mülteci bindiği banliyö treninde baltayla yolculara saldırdı, beş kişiyi yaraladı. Saldırıyı IŞİD üstlendi. 22 Temmuz’da bu kez Münih kanlı bir saldırıya sahne oldu. Bir alış-veriş merkezine saldıran Alman vatandaşı İran asıllı biri toplam 10 kişiyi öldürdü, ardından da intihar etti. 24 Temmuz’da Almanya’nın Reutlingen kasabasında Suriyeli bir mülteci bir iş arkadaşını öldürdü, beş kişiyi de yaraladı. Yine 24 Temmuz günü, yine Suriye vatandaşı biri Ansbach’ta bir müzik festivali sırasında çantasındaki bombayı patlatarak 12 kişinin yaralanmasına sebep oldu. Bu saldırıyı da IŞİD üstlendi. Saldırganın kendi “asker“i olduğunu açıkladı.
Hatırlanacağı gibi geçtiğimiz aylarda Belçika da IŞİD damgalı kanlı bir saldırıya sahne olmuştu.
Toplumsal hassasiyetlerin istismarı ve tırmanan ırkçı-faşist saldırganlık
Fransa’da daha önce yaşanan Charlie Hebdo katliamı da dahil edilirse, yüzlerce insanın yaşamına ve yüzlercesinin de yaralanmasına neden olan bu katliamlar, özellikle de Fransa’dakiler, çok doğaldır ki, toplumda büyük bir infiale yol açtı. En çok Avrupa’nın tuzu kuru orta sınıfı bu gelişmelerden rahatsız oldu. En fazla da onlar tepki gösterdi. Sokağa çıkarak, gösteriler yaparak, hatırı sayılır bir güç olarak yerleştikleri parlamentolarında konuşmalar yapıp önergeler sunarak, her yerde ve her defasında en çok onlar seslerini yükselttiler. Deyim uygunsa işbaşındaki hükümetleri top ateşine tuttular. Seçimlerde en çok bu hususu gündem yaptılar, bu konuda toplumda oluşan hassasiyetlere oynayıp, oy desteği istediler.
Fransa’da Cumhuriyetçi Parti ve lideri Marine Le Pen, Almanya’da AFD ve PEGIDA adlı ırkçı-faşist parti ve çevreler öne çıktı. Marine Le Pen ve Almanya’da AFD’nin aldıkları oy oranı, gerici ve muhafazakar iktidar partilerini dahi ciddi biçimde ürküttü. Hâlihazırda, ırkçı-faşist bu partiler sadece ulusal parlamentoda değil, Avrupa Parlamentosu’nda da önemli bir güç haline gelmiştir. Fransa’da gelecek yıl cumhurbaşkanlığı seçimleri var ve kazanıp kazanamayacağından bağımsız olarak Marine Le Pen ciddi bir adaydır. Almanya’da gelecek yıl yapılacak genel seçimlerde AFD’nin bu kez alacağı oy oranı bayağı bir merak konusudur.
IŞİD damgalı ya da bireysel tüm saldırıların adresi olarak göçmenler, özellikle de Müslüman göçmenler gösterildi. Ayrımsız biçimde potansiyel “terörist“ damgası vuruldu göçmenlere. Öyle ki onlara göre, kapitalizmin içine düştüğü krizden onun eseri olan işsizliğe, yoksulluktan en çok göçmenleri vuran evsizliğe kadar her şeyin müsebbibi de mülteciler ve göçmenlerdi. Bununla da kalmıyorlar, göçmenler ve mültecilerin, ülkelerinin demografik yapısını da bozduğunu ileri sürüyorlar. Dinsel köklerini ha bire aşındırdığını belirtiyorlar. Sloganları, “Almanya Almanlarındır” gibi ırkçı faşist sloganlardır. Çözüm ise bellidir; yabancılar dışarı! Almanya’daki AFD bu konunun istismarı ile büyüdü. PEGİDA denen yeni saldırganlığı besleyen ve büyüten de yine göçmenler ve mülteciler sorununun aşırı derecedeki istismarıdır.
Keza Marine Le Pen Fransa’daki son katliamı bahane ederek Hollande-Valls hükümetini sürekli bir taciz ateşine tabi tuttu. Mültecilerin oturum haklarının iptal edilmesini ve derhal sınır dışı edilmelerini istedi. “Hristiyan köklerimiz yok ediliyor“ şeklinde bir ırkçı propaganda-kampanya başlattı. Toplumu bununla zehirliyor. Hızını alamayıp, “Guantanamo benzeri cezaevlerinin inşa edilmesini” önerdi.
Kısacası, IŞİD ve başka saldırılar bahane edilerek, toplumun ve onun göçmen bölümünün önüne sürülen ilk şeylerden biri ırkçı-faşist saldırganlık oldu. Sorunun kaynağı, IŞİD’i de, onları da üreten, besleyip büyüten ve insanlığın başına bela eden kendi sistemleriydi. Göçmenler-mülteciler bu sistemin mağdurlarıdır. Ne var ki her şeyin faturası onlara kesiliyor.
OHAL ilanları ve polis devleti uygulamalarında tehlikeli tırmanış
IŞİD’in Paris katliamından beridir Fransa’da OHAL uygulaması var. Nice katliamı bahanesi ile 4. kez uzatılmış bulunuyor. Saldırılar bahane edilerek polis devleti uygulamalarına ek bir ivme kazandırıldı. Paris başta olmak üzere her yerde, her sokakta polis barikatları var. Her saat kontrol var. Fransa sınırlarındaki gümrüklerde yapılanlar yetmemiş olacak ki şimdi otobanlardaki para gişelerinde dahi polis kol geziyor, kontroller yapıyor. Sadece polis değil askerler de devrede. El Khomri yasasına karşı mücadele, tasarlanan anti-demokratik uygulamaları boşa çıkartıyor, fakat bu uygulamalar yavaş yavaş devreye sokulmaya çalışılıyor. Son dönemde, sendika bürokratlarının da zımni yardımı ile yürüyüşler yasaklanmaya, en azından sınırlanmaya başlandı. Türkiye’deki karşılığı varoşlar olan banliyöler, özellikle göçmenlerin oturduğu semtler tam bir denetim altında. Baskılar her geçen gün daha da arttırılıyor.
Başbakan Valls son olarak “Terörle yaşamaya alıştık“ diyerek OHAL’i uzatmıştı. Demek oluyor ki OHAL yine uzatılacak. Fransız işçi ve emekçileri OHAL ve polis devleti uygulamalarına alıştırılmaya çalışılıyor. Şöyle de söylenebilir; polis devleti uygulamalarına meşruiyet kazandırılıyor. İnsan Hakları Bildirgesi’nin ülkesi Fransa, insan haklarından eser kalmayan bir ülkeye, başka bir anlatımla adım adım bir polis devletine dönüşüyor.
Almanya’nın Fransa’dan özünde bir farkı yok. Son dönemlerde peş peşe yaşanan silahlı saldırılar, Alman devletinin Gestapo ruhunu iyice depreştirmiş bulunuyor. Almanya, esasında çoktandır polis devleti olma yolunda ilerliyor. Bu konuda başı da çekiyor. Mülteciler bahanesi ile en çok hakları budayan aslında Alman tekelci devletidir. Şimdilerde ister istemez muhatabı olduğu mülteci sorunu konusundaki çözümü de kesinlikle “güvenlik“ eksenli önlemler olacaktır. Yabancıların, özellikle Müslüman kökenlilerinin potansiyel “terörist“ olduğunu en çok Alman devleti ve ırkçı-faşist partileri vurguluyor. Würzburg ve Münih olayları buna ayrıca bahane oldu. Alman devleti ve polisi adeta Fransa ayarında bir IŞİD saldırısı bekliyor. OHAL ilan etmek için can atıyor. Münih’teki silahlı saldırı sırasında, alelacele OHAL ilan etmesi, sadece Münih’te 2 bin 300 polisi seferber etmesi, anında giriş çıkışlar sırasında kuşların dahi uçamadığı bir durum yaratması, Alman polisi ve devletinin nereye doğru seyrettiğini gösteren ibret verici bir tablodur.
Almanya, Münih saldırısının da tetiklemesi ile son dönemlerde yoğun biçimde, saldırılara karşı hangi önlemlerin alınacağını, en etkili önlemlerin neler olacağını tartışıyor. Yasadışı silah satışlarının yasaklanması ya da bunun sıkı bir denetim altına alınması, bilgisayar oyunlarının şiddeti tetiklediği ileri sürülerek yasaklanması, güvenlik kameraları ile izleme gibi öneriler gündeme geldi, ancak hiçbiri tercih edilmedi. Bir öneri de polis sayısının arttırılmasıydı ve bunda karar kılındı. Gerici partilerin bu önerisine sosyal-demokratlar da -sayısı düşük olsun demek dışında- destek verdiler. Yani polis devleti olmak resmen onaylandı.
Ama tüm bunlar yeterli gelmiyor. Bu devlet zaten bir polis devleti idi. Şimdi, orduyu da devreye sokuyor. Uzun süre önce anayasadaki yasağı deldi, askerlerini ülke dışına, kriz bölgelerine, işgallere ve savaşa sürdü. Günümüzde ise, askeri içeride de savaşa sürüyor. Almanya’da şimdilerde bu yönlü hazırlık var. Alman devletine ve polisine bunun için daha ciddi ve daha büyük bir saldırı gerekiyor. Ne zaman, nasıl ve kimin tarafından gerçekleştirilir bilinemez ama Alman polisi gerekirse bu bahaneyi kendisi de yaratır. Yeter ki günü gelsin. Öyle ya, kendi meclisini kendileri yakmamış mıydı?
Avrupa’nın her yerinde burjuva demokrasisinden kopkoyu bir siyasal gericiliğe ve giderek de birer faşist polis devletleri haline gelme durumu yaşanıyor. Faşizm giderek büyük bir tehdit ve yakın bir tehlike haline geliyor. Bu yavaş yavaş hissediliyor. Kimi bahanelerle, ama esasında keyfi gerekçelerle Türkiyeli kimi parti ve örgütlerin (DHKP-C ve TKP/ML) 129/a ve b maddeleri kapsamına sokulup, peşin peşin “terörist örgüt“ ilan edilmeleri ve haklarında açılan davalar bile bunun işaretleri sayılmalıdır. Türkiye’deki F tipi cezaevi hazırlığı gibi, Almanya’da da Hitler dönemi zindanları hazırlığı var. Çünkü onlara yenileri eklenecektir.
Tüm saldırıların kaynağı, emperyalizmin saldırı ve savaş politikalarıdır
Çağdaş olanı da çağdışı olanı da; her türlü gericiliği üreten kapitalizmdir. Faşizmin kaynağı da bu aynı tekelci kapitalizmdir. Ortadoğu’daki çağdışı rejimler de onun organik parçasıdır. Hitler, Mussolini, Franko, Suharto, Pinochet ve Ortadoğu’daki Suudi kralı, Katar emiri, soykırımcı Sudan kıralı, H. Mübarek, Bin Ali, Tayyip ve diğer hepsi de kapitalist-emperyalist sistemin ürettiği, halkların başına bela ettikleri cellatlardır. El Kaide, IŞİD, El Nusra, Ahrar’u Şam vb.leri de ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya’sı ile emperyalizmin eserleridirler. Sistemin bataklığında ürediler, bu güçler tarafından beslendiler, büyütüldüler, eğitilip donatıldılar. Ne için? Emperyalistler hesabına ve onların kanlı/kirli çıkarları uğruna Afganistan, Pakistan, Çeçenistan, Ukrayna ve esasta da Ortadoğu’da, Irak, Libya ve şimdi de Suriye’de vekalet savaşları yürütsünler diye. Tüm bu çağdışı cinayet çetelerini Ortadoğu’nun ve tüm bir insanlığın başına bela eden emperyalistlerdir.
Bu çağdışı çeteleri emperyalist savaşlarında tetikçi olarak kullanmakla kalmıyorlar, tutup bir de birbirlerini boğazladıkları iç savaşlara sürüyorlar. Örneğin, Libya bugün bir kan gölüdür. Bunun yegane sorumluları emperyalist koalisyondur, ama en çok da hala orada kazık çakan Fransız emperyalizmidir. Aynı şeyi şimdi Suriye’de yapıyor. Almanya bu çetelere de dahil, Ortadoğu’daki savaş bölgelerinde en çok silah satan devlettir. Bu çetelerin eğitilip-donatılmasında en çok mesai yapan da bu devlettir.
IŞİD’in caniliği tüm çıplaklığı ile açığa çıkmadan önce bu çeteler Almanya ve Fransa’da, Belçika, İngiltere ve hatta Amerika’da cirit atıyordu. Özellikle selefist sürülerinin açıktan dolaştığı Almanya ve Fransa’dan yüzlerce cihatçının, demek oluyor ki IŞİD’cinin Oratdoğu’ya, Irak ve Suriye’ye gittiği gerçektir. Hem de Türkiye’deki gibi ellerini kollarını sallayarak gittiler. Kaldı ki, bunu, hem de kaç yüz kişi olduklarını belirterek, bu ülkelerin basını da yazdı ve bu biliniyor.
Denilecektir ki, şimdi onlarla savaşıyoruz. Doğrudur. Valls ikide bir “biz savaştayız” deyip duruyor. Suriye ve Rojava’da IŞİD’in üzerine -yüzlerce sivil Suriyelinin de yaşamına mal olan- bomba yağdırdığı da bir gerçektir. Aynısını ABD de yapıyor. Ha keza Rusya da...
İyi de daha düne kadar müttefiklerinizdi bu çeteler. IŞİD kontrolden çıktı, çıkarlarınıza zarar vermeye başladı, ondan sonra terk ettiniz. Sizin onlarla savaşınız çıkar savaşıdır. Kaldı ki El Kaide Yemen’deki kirli savaşta hala sizin tetikçiniz olarak işbaşındadır. Onun bir kolu olan El Nusra daha düne kadar sizin korumanız altındaydı. Cihatçı bir kısım çeteleri “ılımlı muhalif“ listesinde tutup, çıkarlarınız için kollamaya devam eden de sizsiniz. Sonuçta yaptığınız, bir dönem ABD’nin Bin Ladin-El Kaide serüvenine benziyor. Önce var et, besle, büyüt, sonra savaş aç! Valls’in savaşı Bush’un “Yüzyıllık savaşı“ ile aynıdır. Bush, Afganistan’la başlayıp, Irak, Libya ve Suriye ile devam eden emperyalist savaşlar serisinin bahanesi olarak bu savaşı başlatmıştı. Siz de dışarda IŞİD bahanesi ile işgalden işgale koşmanın, emperyalist saldırganlığınızın ve yerel savaşların bahanesi olarak bu argümana sarılıyorsunuz. İçeride ise, OHAL ilanlarınız, polis devleti uygulamalarınız için kullanıyorsunuz. Siz esasında IŞİD’le değil, ülkelerinizdeki işçi ve emekçilerle savaşıyorsunuz, bunun hazırlığını yapıyorsunuz. El Khomri yasası özünde ve esasında işçi ve emekçilerin tarihsel tüm kazanımlarına bir savaş ilanıdır.
Bir başka gerçek de şudur, bugüne dek elinizden düşürmediğiniz bu kirli silahın, yani IŞİD silahının namlusu şimdi size dönük hale gelmiştir. “Ortadoğu’da beni vurursan ben de Paris’in orta yerinde seni vururum” demektedir. Kısacası, IŞİD’in acımasız katliamlarının kaynağı da emperyalist saldırganlık ve savaş politikalarınızdır. Özcesi tüm katliamların esas sorumlusu sizsiniz ve tarih önünde hesap vermekten kurtulamayacaksınız.