Kapitalist-emperyalist sistemin yaşamış olduğu krizlerin faturası dünya genelinde işçi ve emekçilere ödettiriliyor. Her ülkenin burjuvazisi “krizi yönetebilmek”, sermaye birikimini güvencelemek, kâr oranlarını arttırabilmek için kıyasıya bir rekabet yürütüyor. Bu çerçevede işçi ve emekçilere yönelik daha kapsamlı ve ciddi saldırıları hayata geçiriyor. Sadece sistemin bağımlı ve geri ülkelerinde değil, emperyalist metropollerde bile uygulanan sömürü ve soygun politikaları sonucunda emekçilerin yaşam koşulları her gün daha çekilmez hale geliyor. Örneğin bugün 272 milyar dolarla Çin’in bile önünde dünyanın en fazla cari fazlasına sahip Almanya’da emekçiler düşük ücret, güvencesiz çalışma ve taşeronluk sistemi koşulları altında çalışmak zorunda kalıyorlar.
Emperyalist merkezlerde hazırlanıp tüm dünyada ortak ve sistematik bir şekilde uygulanan bu saldırı furyası emek-sermaye çelişkisini keskinleştirip, emekçilerde sosyal hoşnutsuzluğun büyümesine, öfke ve tepkilerinin açığa çıkmasına yol açmaktadır. Sınıf ve kitle hareketlerindeki yaygınlaşma ve süreklilik bunun bir göstergesidir. Bununla birlikte yine de halihazırdaki eylemliliklerin sistemi hedefleyen ve onu aşan bir program doğrultusunda süren devrimci bir sınıf hareketi karakterinden en azından “şimdilik” yoksun oluşu, sistemin egemenlerinin yüreklerine su serpmekte, iç rahatlatıcı temel neden olmaktadır. Zaten halen sınıf kitlelerini denetim altında tutuyor olabilmeleri, onlara “krizleri yönetebilme” başarısını sağlayan başlıca koşulu sunmaktadır.
Fakat burjuvazi bugün durum böyledir diye yarın da aynı kalacaktır naifliğiyle hareket etmeyecek kadar tarihsel bir bilince ve deneyime sahiptir. Bir o kadar da sınıfsal çıkarlarına bağlıdır. Burjuvazinin, elindeki her türlü imkanlarla sınıf kitlelerini kontrol altında tutmak, sosyal mücadelelerin önüne geçebilmek veya yolundan saptırmak amacıyla çeşitli planlar kurup devreye sokma zorunluluğu ve ihtiyacını duyuyor olması gerçekliğin diğer bir yönüdür. Bu da her ne kadar hareketin bugünkü düzeyi üzerinden “endişeye mahal verecek” bir durum tespitinde bulunmuyorlarsa da içten içe yaşadıkları korkuların, duydukları kaygıların en dolaysız kanıtıdır. Zira kapitalist dünya sisteminin temsilcisi olarak burjuvazi, kendisi için asıl tehlikenin nereden gelebileceğini, kendi alternatifinin ve “mezar kazıcısı” olan sınıfın hangisi olduğunu çok iyi biliyor.
Tam da bu yüzdendir ki sınıf hareketinin devrimci bir rotaya girmesini engellemek pahasına her türlü aracı devreye sokmaktan, çeşitli yöntemlere başvurmaktan bir an olsun geri durmuyor. Sosyal mücadelelerin önünü alabilmek uğruna “terörle mücadele” demagojisiyle özgürlüklerin ve demokratik hakların tırpanlandığı, faşist baskı ve yasakların arttığı, ırkçı, şoven ve dinci gerici ideolojilere daha fazla alan açıldığı, militarizmin tırmandırıldığı, polis devleti uygulamalarının ve faşist yönetim biçimlerinin daha çok öne çıkarıldığı bir eğilimin dünya genelinde gittikçe daha çok hakim hale geldiğini görüyoruz.
Tıpkı kendinden önceki egemenlerin, çöküş dönemlerinde çaresizce şiddet aygıtlarına ve politikalarına başvurmak zorunda kalmaları gibi modern toplumun egemen sınıfı olarak burjuvazinin de yönetebilmek için artık elinde farklı bir enstrüman kalmamıştır. Bu ise kapitalist sistemin çöküş içerisinde olduğunun çok açık ve dolaysız kanıtlarından biridir aslında. Meselenin düğümlendiği nokta bu çöküşün miadını çoktan doldurmuş olan kapitalist sistem ve onun sınıfsal temsilcisi olarak burjuvazi ile mi sınırlı kalacağı, yoksa bir bütün olarak insanlığı mı kapsayacağıdır. Bu düğümün nasıl çözümleneceği, “insanlığın kurtuluşunu kendi sınıfsal kurtuluşu ile” gerçekleştirmeye muktedir olan yegane güç olan işçi sınıfının, kendi tarihsel misyonunu dünya çapında başarıyla ifa edip edemeyeceğine bağlıdır.
Tüm dünya için geçerli olan bu durum, sisteme göbekten bağımlı yapısıyla Türkiye açısından da öyledir. Krizlerle çevrili bir coğrafyanın tam göbeğinde yer alan ve kendine has “rejim kriziyle” de boğuşan Türkiye’de kapitalist-emperyalist sistemin çok yönlü krizlerinin yaratmış olduğu sorunlar daha şiddetli bir şekilde yaşanıyor. Bugün her ne kadar dinci gericiliğin kendi iktidar hedefleri doğrultusunda toplumda yaratmış olduğu kutuplaşma ve “dikey bölünme” daha yakıcı bir sorun olarak görülse de dünya genelinde emek-sermaye çelişkisini keskinleştiren nesnel dinamikler, “yatay karşıtlığa” bağlı olarak gelişebilecek ciddi sosyal mücadelelerin vuku bulmasının ülkemiz açısından da hiç de uzak bir geleceğin sorunu olmadığını ortaya koymaktadır.
Dahası dinci gericiliğin hedeflediği rejim değişikliğine emperyalistlerden ve işbirlikçi büyük burjuvaziden destek alabilmesinin yegane yolunun sermaye birikimini güvenceleyecek, kâr oranlarını arttıracak, işçi ve emekçileri daha ağır sömürü koşullarına maruz bırakacak yeni saldırıların uygulanabilmesinden geçtiği açıktır. Bunun bilincinde olan AKP iktidarı, öte yandan sadece hizmetinde olduğu değil ama aynı zamanda ait olduğu sermaye sınıfının kolektif çıkarlarının korunup kollanması adına da bu yönde canhıraş bir çaba içerisindedir.
Nitekim “OHAL’i kendimize, devlete ilan ediyoruz” söylemlerinin kitlelerin manipüle edilmesinden başka bir anlamı olmadığı hızla açığa çıkmıştı. Sermaye temsilcilerinin huzurunda “OHAL’in sunduğu fırsatlardan istifade ederek grevlere anında müdahale ediyoruz” sözleriyle gerçekler daha dürüstçe ve açıkça ifade edilmiş oldu. Bu, aynı zamanda sermaye sınıfına, kolektif çıkarlarının en iyi kendi iktidarları döneminde savunulduğunun güçlü bir mesajı anlamına gelmektedir. Sınıf kitlelerinin dinci gericilik üzerinden azami sömürüye razı edilebileceği, potansiyel mücadele dinamiklerinin de OHAL koşulları altında bastırılabileceğine dair sermayeye sunulan vaatler karşılığında AKP iktidarı, toplumun, kendi ideolojik anlayış ve teamülleri doğrultusunda yönetilmesine itiraz edilmemesini istiyor. Her koşulda cebine giren paraya bakarak hareket eden sermaye sınıfından bu beklentiye yöneltilecek tek itiraz ise toplam artı-değerin bölüşüm oranlarında yaşanabilecek esaslı bir değişme, “kutsal özel mülkiyet” hakkının keyfi tek adam yönetimi altında hoyratça gasp ve ihlal edilmesi ya da dinci gerici iktidarın hamlelerinin düzenin bekasını riske sokacak sosyal hareketliliklere yol açma durumlarında gerçekleşecektir ancak. Sermaye sınıfının kaymak tabakası TÜSİAD’ın hileli/şaibeli referandumun ardından tüm bu gerçeklikleri bir yana atarak “reform” (işçi ve emekçilere yönelik yeni saldırılar) çağrılarında bulunmuş olması bu durumun çarpıcı bir örneği olmuştur.
Bu yüzden de sermaye sınıfı için özgürlüklerin ve demokratik hakların kısıtlanıyor olması, kazançlarına mani olmadıkça zerre kadar umurlarında değildir. Bilakis, artı-değer sömürüsünü büyüttüğü oranda baskı ve zorbalık desteklenip, teşvik edilmektedir. “Yargı bağımsızlığı”, “hukuk devleti” vb. söylemlerin ise ya AKP iktidarını kendi isteklerine boyun eğdirebilmek için demagojik çıkışların bir ürünü olmasından ya da yukarıda belirtmiş olduğumuz nedenlerden dolayı yapılmış itirazlardan öteye bir anlamı bulunmamaktadır. Kaldı ki burjuvazinin tarihsel olarak “barutunu tüketmiş” olduğu gerçekliği yaklaşık iki yüz yıllık bir sürece tekabül etmektir. Bu bir yana, çökmekte olan bir sistemin sahiplerinden bizatihi kendi sistemlerinin kaynaklık ettiği sorunlar karşısında çözücü bir rol üstlenmesini beklemek “ölüden gözyaşı beklemek”le eş değerdir.
Bugün dinci gericiliğin toplumda yarattığı “dikey bölünme”nin yine tam da onun, sermaye sınıfının kolektif çıkarları adına hareket ettiği gerçekliğiyle olan bağıntısını kurmadan ve bu çıkarlar doğrultusunda ait olduğu sınıfa başarıyla hizmet ettiği sürece onların desteğine de mazhar olacağını unutarak olaylara yaklaşacak olan her politik platformun çözüm adına ortaya sunacağı program ve projelerin de işçi ve emekçileri düzen içi arayışlara mahkum edeceği, bu anlamıyla onların üzerindeki sömürü koşullarında en ufak bir değişikliğe yol açmayacağı açıktır. O halde bugün toplum üzerine adeta bir karabasan gibi çöken dinsel gericiliğe karşı mücadelenin ancak sınıfa karşı sınıf perspektifiyle ele alındığında işçi ve emekçilere gerçek manada bir kurtuluş ve çözüm sunacağını unutmamak gerekir.
Bunun yolu da modern toplumda tek devrimci sınıf olan işçi sınıfının, demokratik haklar ve özgürlükler mücadelesini kendi iktidar mücadelesiyle birleştirip, diğer toplumsal kesimleri de bu hedef doğrultusunda harekete geçirebilmesinden geçer. Bu anlamıyla devrimci bir sınıf hareketinin geliştirilmesi sorunu, mevcut gidişatı tersine çevirebilmenin yegane koşulu olarak karşımıza çıkıyor. Zira AKP iktidarının toplumda yarattığı kutuplaşmaya karşı onu bertaraf edecek “yatay karşıtlık” temelinde yaşanacak sosyal mücadelelerin önü de ancak bu sayede açılabilir. Kaldı ki AKP iktidarından hâlâ da vazgeçilmiyor oluşunun gerisinde, sınıf kitlelerinin önemli bir bölümünü yaratmış olduğu kutuplaşma üzerinden taraf haline getirebilmesi ve bu yolla da sınıfı kontrol altında tutabiliyor olması olgusu yatmaktadır. Tüm bu gerçekliklerin üzerinden atlayarak düzen içi çatlaklar ve çelişkiler üzerinden düzen siyasetine müdahalede bulunmaya çalışmak, bundan medet ummak ancak küçük-burjuva sınıfların ara konumundan gelen, iktidar bilinci ve iddiasından yoksun olmanın yarattığı politik konumlanışın bir tezahürüdür.
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yaşanan sorunların kaynağı kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkisi olarak bir sistem sorununa tekabül etmektedir. Her ülkenin kendi özgünlüğü ve dinamikleri çerçevesinde açığa çıksa da sorunların böylesi bir zeminden doğup besleniyor oluşu, kalıcı ve gerçek çözümün de ancak bu temeli hedef alan toplumsal bir devrimle mümkün olabileceğini ortaya koyar. Söz konusu durum Türkiye’de dinci gericiliğe karşı mücadele için de geçerlidir.
“Güdük burjuva devriminin bu yığınlarda yaratamadığı köklü ideolojik-kültürel değişimi bu durumda ancak sosyal mücadeleler yaratabilir. İdeolojik-kültürel mücadele değil fakat sosyal mücadele, devrimci sınıf mücadelesi! Bu nokta özellikle önemlidir ve bugünün her türden burjuva, küçük-burjuva laik eğilimleri ile devrimci sınıf bakış açısı arasındaki temel farkı işaretler...
“...İktisadi-sosyal temellerine devrimci bir şekilde vurulmadığı sürece, din ve onun Ortaçağ gericiliğinden kök alan ideolojisi ve kültürü, toplumdaki etkisini güçlü bir biçimde sürdürür. Türkiye’nin modern burjuva tarihinin de kendi yönünden kanıtladığı gerçekte budur.” (Tarihsel temelleriyle Türkiye’de dinsel gericilik – H. Fırat, Kızıl Bayrak 2017/15)
“...bu devrim, demek ki, yalnızca egemen sınıfı devirmenin tek yolu olduğu için zorunlu kılınmamıştır, ötekini deviren sınıfa, eski sistemin kendisine bulaştırdığı pislikleri süpürmek ve toplumu yeni temeller üzerine kurmaya elverişli bir hale gelmek olanağını ancak bir devrim vereceği için de zorunlu olmuştur.” (Alman İdeolojisi, K. Marx)
Bugün Türkiye’nin de böylesi bir devrimci geleceği olacaksa eğer, bu ancak işçi sınıfı ile olanaklı olabilecektir. Modern burjuva toplumda devrimi soyut bir ideal olmaktan çıkarıp bir gerçeğe dönüştürebilmenin başka bir yolu ya da olanağı yoktur. İşçi sınıfına dayanmayan, onu birleştirmek, örgütlemek ve devrim için varını yoğunu ortaya koymayanların devrim iddiaları boş bir laftan öteye gitmeyecek ve sonunda şu veya bu biçimde düzen içine kapaklanmayla noktalanacaktır.
* TKİP dava tutsağı, Tekirdağ 2 No’lu F Tipi Hapishanesi.