Kamu emekçileri hareketi uzun yıllardır giderek derinleşen bir tıkanmayı ve tükenişi yaşıyor. ‘90’larda ivmesi yükselen ve militan bir mücadele yolunu tutan kamu emekçileri hareketi, yer yer geçici yükselişler yaşasa da, ‘90’ların ortalarından itibaren gerileme sürecine girdi ve bugün gelinen noktada bu gerilemenin dip noktasını yaşıyor.
Hareketteki gerilemenin sınıf hareketinin gelişiminden bağımsız olmadığı açık. Fakat kamu emekçileri hareketinin sınıf hareketinin bir bileşeni olduğu gözetildiğinde, sınıf hareketinde yaşanan gerilemelerin de kamu emekçileri hareketinden bağımsız olmadığı açıktır. ‘80’lerin sonları ve ‘90’ların ilk yılları sınıf mücadelesinde yeni bir yükselişi işaretliyordu. 1980’lerin ikinci yarısında başlayan hareketlenme, kamu işçilerinin toplu sözleşme görüşmelerinin tıkanması sonrasında, 12 Eylül darbesinin ardından işçi sınıfının ilk kitlesel çıkışı olan ‘89 Bahar Eylemleri ile yeni bir ivme kazanmıştı.
‘90’lı ilk yıllar kitlesel eylemlere sahne oldu. Grev hareketleri geliştiği gibi genel eylem kararları alındı ve kitlesel protestolar gerçekleştirildi. 4 Ocak 1991’de Ankara yürüyüşüne başlayan Zonguldak maden işçilerinin önü Mengen’de kesilmiş ve barikatları aşa aşa Mengen’e kadar gelen işçiler sendika bürokratları eliyle geri döndürülmüştü. Maden yürüyüşüne eş zamanlı olarak 85 bin metal işçisi greve çıkmıştı. Bu dönem metal, lastik vb. bir dizi sektörde kitlesel grevler ve eylemler yaşandı. Türk Metal’in metal grevini satması ve maden işçilerinin GMİS bürokratları tarafından geri döndürülmesi ile sınıf hareketi gerileme dönemine girdi. Zaman zaman kitlesel çıkışlar gerçekleşse de sınıf hareketindeki gerileme devam etti.
Sınıf hareketinin ivme kazandığı ve doruğuna ulaştığı ‘90’ların ilk yılları kamu emekçileri hareketinin de geliştiği yıllar oldu. İşçi hareketinin geri çekildiği dönemden sonra da gelişmeye devam eden kamu emekçileri hareketi, bir yandan işçi hareketinden etkilenirken, öte taraftan da onu etkileyen bir hareket olarak gelişti. ‘90’ların işçi hareketine bakıldığında, tüm hareketin dipten gelen bir dalganın ürünü olduğunu, kendiliğinden sınırlar aşılamadığı ölçüde de sendika bürokratlarının ihaneti ile geriletildiğini görürüz.
Bu aynı yıllarda kamu emekçileri hareketi ise genel olarak devrimci unsurların etki ve yöneticiliği altında gelişiyordu. Kamu emekçileri sendika öncesi oluşumlar altında örgütleniyor, giderek fiili olarak sendikalarını kuruyorlardı. Henüz oturmuş bir sendikal bürokrasi yoktu. Dahası harekete yön verenler gerek işçi hareketinin gelişiminden güç alıyor ve gerekse de dönemin devrimci-halkçı akımlarının etkisi altında bulunuyorlardı. Bu nedenle de kamu emekçileri hareketi uzunca bir dönem kitleselliğini ve militanlığını korudu.
Sınıf hareketinin nesnel dinamikleri ne kadar gelişkin olursa olsun ve bu dinamikler çeşitli kitlesel çıkışlara yol açarsa açsın, hareketin taşıyıcısı olacak bir önderlik yaratamadıkça, sendikal bürokrasinin denetimine ve dinamikleri köreltici etkisine o kadar açık olacaktır. Buradan da sınıf hareketinin gerileme eğilimine girmesinin, tek başına hareketin nesnel dinamikleri üzerinden açıklanamayacağı, bizzat bu dinamikler üzerinde rol oynayan önderliğin önemli bir etken olduğu sonucu çıkar. ‘90’lı yılların işçi hareketleri ve kamu emekçileri hareketi bu olguyu pratikte ortaya koymuştur.
Kamu emekçileri hareketinin ‘90’ların sonlarına kadar militanlığını ve kitleselliğini korumasında dönemin önderliğinin önemli bir etken olduğunu, benzer biçimde hareketin gerilemesinde de önderliğin yaşadığı dönüşümlerin önemli bir yer tuttuğunu belirtmekte fayda var. Önce dernek vb. örgütlenmeler altında toplanan kamu emekçileri, 18 Mayıs 1990’da Eğitim-İş’in kurulmasının ardından kitlesel olarak sendikalarını kurmaya başladılar. Bu sendikalar 24 Şubat 1990 tarihinde Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu’nu (KÇSP) oluşturdular. Eşgüdüm Platformu adı altında örgütlenen sendikaların KÇSP’ye katılmalarının ardından KÇSP 9 Temmuz 1994’te KÇSKK’ya (Kamu Çalışanları Sendikaları Konfederasyonlaşma Kurulu) dönüştürüldü. Bu kurumsallaşma dönemi aynı zamanda sendikal bürokrasinin de gelişmeye başladığı bir dönem olarak yaşandı.
On binlerce kamu emekçisinin katıldığı 17-18 Haziran 1995 kitlesel Kızılay eylemi, Anayasa’da kamu emekçilerinin örgütlenme hakkının tanınması, fakat grev ve toplu sözleşme hakkının kazanılamaması ile son buldu. Hareketin yaşadığı moral kırılma üzerine eylemden iki gün sonra yapılan iki günlük iş bırakma çağrısı karşılık bulmadı. Aynı yıl 8 Aralık 1995 tarihinde KESK kuruldu. Konfederasyonlaşma süreci sendikal bürokrasinin de geliştiği bir süreç olarak yaşandı. Bu yıllar KESK’in mücadele ve eylem çizgisinin de belirdiği yıllar oldu. Greve dayalı ve sokak eylemlerini bunun üzerinden şekillendiren bir mücadele çizgisi yerine, protestocu ve grevi de buna bağlı hale getiren bir çizgi serpilip gelişiyordu. Kitlesel ve militan merkezi eylemler ise kazanıma odaklı olarak şekillenmiyor, en kritik anlarda hareketin önderliği tarafından bitiriliyordu.
Kamu emekçileri hareketi içerisinde sendikal bürokrasinin geliştiği ve giderek harekette geriletici bir rol oynamaya başladığı dönem aynı zamanda Türkiye sol hareketinin de tasfiyeci rüzgarlara kapıldığı dönemdi. Tasfiyeci dalgaya kapılan ve giderek düzen içi reform partilerine dönüşen dünün devrimci siyasetleri, sendikal cephede de uzlaşmacı-bürokratik bir çizginin yayıcısı oluyorlardı. Sendikaları ise sivil toplum örgütlerine dönüştürüyorlardı.
2000’li yıllarda ise 4688 sayılı yasa ile birlikte bu bürokratik eğilim hızla gelişebileceği bir zemin kazandı. 4688 sayılı yasa sonrasında sendikalar hızla yasaya uyarlandı, dahası yasanın zorunlu görmediği bürokratik yapılar oluşturuldu. Genel kurul süreleri üç yıla çıkarıldı, merkez yöneticiler profesyonel yöneticilere dönüştürüldü. Örgütsel yapı içerisinde iş yeri örgütlerinin lafızda dile getirilse de pratikte herhangi bir yeri kalmadı. Harekette yaşanan gerileme ile birlikte hareket içerisinde açığa çıkan iş yeri dinamikleri ise kırıldı.
Kamu emekçileri hareketi 2000’li yıllarla birlikte çok yönlü bir saldırıyla yüz yüze kaldı. Özelleştirmeler, kurumların tasfiyesi, “dönüşüm-reform” adı altında kurumların parçalanması, statü-kadro farklılaştırmaları ile emekçiler arasında farklı ücret skalalarının yaratılması, kamu hizmetlerinin paralı hale getirilmesi vb. hareketteki gerilemeye ve KESK’in fiili-meşru mücadele çizgisinden uzaklaşmasına bağlı olarak gerici kontra sendikalar kamu emekçileri içerisinde güç kazandılar. 2000’li yıllarda zaman zaman kitlesel çıkışlar yaşansa da, bu gerileme durdurulamadığı gibi çoğunlukla uyarı grevleri gibi sonrası getirilmeyen eylemlerle hareketin dinamikleri kırıldı. Son olarak en kitlesel çıkış olarak gerçekleşen 23 Mayıs 2012 grevi tam da bu çizgi nedeniyle harekette ilerletici değil, kırıcı ve geriletici bir rol oynadı. O günden bugüne ise KESK kamu emekçileri nezdindeki itibarını iyice kaybetti, günübirlik çağrıları karşılık bulmadı ve aynı kitleselliği bir daha yakalayamadı.
Kamu emekçileri hareketi ‘90’ların ortalarından itibaren bir dizi yükselme ve kırılma dönemleri yaşadı. Bu kırılmalarda siyasal atmosferin yanı sıra, temelde KESK’in izlediği çizginin önemli bir rolü oldu. KESK’te sınırlı sayıdaki lokal örnekleri bir yana bırakırsak, kazanıma odaklı bir çizginin olmadığını söyleyebiliriz. En kitlesel grevler, kitlesel ve militan eylemler dahi çoğunlukla “protesto” niteliğinin ötesine geçmemekte, en uygun koşullarda dahi uyarı grevlerinin arkası getirilmemektedir. Bunun sonuçları ise kamu emekçilerinin giderek KESK’ten uzaklaşması, güvensizleşmesi, öncü kesimlerinde ise yorulma ve bezginlik olmaktadır. Gelinen noktada KESK’in çağrılarına, KESK yönetimlerini tutan grupların tabanı dahi karşılık vermemektedir.
Bugün kamu emekçileri hareketinin ana gövdesini üç iş kolu oluşturmaktadır. Eğitim, sağlık ve büro iş kolları. Kamu emekçileri hareketinin kalbini ise İstanbul, Ankara, İzmir gibi metropoller oluşturmaktadır. KESK’in ve bağlı sendikaların gerek bu iş kollarına dönük ve gerekse de metropollere dönük hiçbir özel planı bulunmamaktadır. Dahası merkezi mekanizmalar içerisinde dahi metropollerin temsiline dönük bir yapılanma bulunmamaktadır. Örneğin BES Merkez Temsilciler Kurulu’nda (MTK) İstanbul, İzmir ve Ankara (6’sı şube yöneticisi) toplam 19 kişi ile temsil edilmektedir. Oysa bu şubeler üye sayısının yarısını tutmaktadırlar. MTK bileşenlerinin toplam sayısı ise 114 civarındadır. Örgütsel mekanizmalar içerisinde dahi metropollere özel bir önem vermeyenler, politikalarını da belirlerken hareketin kalbi niteliğindeki bu iller üzerinden şekillendirmemektedirler. Bu, sınıf mücadelesi kavramından uzaklığın en basit göstergelerinden biridir.
KESK’in bu üç iş kolundaki sendikaları ise önemli kırılmalar yaşadı. KESK’in en büyük sendikası Eğitim Sen toplu sözleşme dönemlerinde dahi hiçbir tutum geliştirmezken, SES ise özellikle Kamu Hastane Birlikleri’nin oluşturulmasından sonra neredeyse mücadelenin dışına düştü. BES ise sendikanın ana gövdesini oluşturan Maliye’de, yapılanma süreçlerinin önüne geçemedi ve bu önemli bir kırılmaya neden oldu. Zaman zaman tabanda gelişen öfke patlamaları ise protestocu eylemler içerisinde eritildi.
Örneğin büro iş kolunda çeşitli kurumlarda fazla mesai ücretlerini kaldıran, “eşit işe eşit ücret kararnamesi” olarak anılmasına rağmen ücret adaletsizliğini derinleştiren 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’ye karşı önemli bir öfke açığa çıkmıştı. Kitlelerin sokaklara yöneldiği böylesi bir dönemde BES, hareketin doruğa çıktığı döneme değil, geri çekildiği (ki bu geri çekilmenin sebebi de BES’in bu tutumudur) bir dönemde, bir ay sonrasına grev kararı alarak fiilen itfaiyecilik yapmış oldu.
Kamu emekçileri hareketi son dönemlerde en büyük kırılmayı 23 Mayıs 2012 grevinde yaşadı. Uzun bir aradan sonra tabanda gelişen birleşik bir öfke patlamasının ürünü olan bu greve KESK sırtını dönerek Kamu Hakem Kurulu’na katılmayı tercih etti. Oysa kamu emekçileri grevi sürdürmeye açıktılar. Göremedikleri şey bu mücadeleyi göğüsleyecek bir önderlik oldu. Bu grevden sonra ise sendikalara duyulan güvensizlik iyice derinleşti. Dahası sonraki dönemde KESK, izlediği çizgi ile bu güvensizliği daha da derinleştirdi.
Grupların durumu üzerine
* Bugün KESK içerisinde ağırlıklı olarak yer tutan gruplardan en dinamiği DEMEP’tir (Demokratik Emek Platformu). Bu grubun şubelerde, illerde düzenli toplantıları olmaktadır. Ne var ki bu dinamizm tümüyle Kürt hareketinin dinamik tablosuyla ilgilidir. Sendikal politikalar üretmek, sınıf mücadelesine yön vermek vb. bu grubun gündeminde fazla yer tutmamaktadır. Özellikle “barış” süreci nedeniyle bu grubun KESK’i çoğunlukla bu gündeme sıkıştırdığı, KESK’i kamu emekçilerinin talep ve özlemleri konusunda “hareketsiz” bırakarak AKP ile sürdürülen görüşmelerdeki gelişmelere bağlı olarak üstü kapalı bir “uzlaşma” tutumuna girdiğini söyleyebiliriz. DEMEP KESK’i bir sınıf mücadelesi merkezi olarak değil, bir toplumsal muhalefet ve siyaset kanalı olarak görmekte, pratikte de bunu aşamamaktadır. Toplumsal etkisi sayesinde bu grup yeni güçlerle beslenebilmektedir. Yeni işe başlayan memurlar arasından yeni güçler edinebilmekte, genç unsurlara yaslanabilmektedir.
* DSD ise ikinci büyük grubu oluşturmaktadır. Son Merkez Genel Kurulları’nda bu grup (BES hariç) aday çıkarmadı ve yönetimlere girmedi. DSD’nin örgütsel varlığı giderek zayıflamakta, düzensiz ve uzun aralıklarla yayın çıkarabilmektedir. Çeşitli düzeyde toplantılar yapsalar da, birçok sendika şubesinde DSD’nin yönetimlerde olsalar bile örgütsel bir çalışması ve varlığı zayıflamıştır. İşleyen birimlerin sayısı giderek azalmaktadır. Kimi şubelerde “forum” biçimli çalışmalar yapmış olsalar da, DSD olarak yürüttükleri çalışmalar sınırlıdır. Kadroları büyük bir apolitikleşme yaşıyor. Yönetimlerde olmalarına rağmen sıradan memur hayatı yaşayan çok sayıda unsuru vardır. Birleşik Haziran Hareketi oluşumu ile birlikte Birleşik Emek Hareketi adı altında çeşitli kesimleri etrafında toparlamaya çalışmış olsa da bunda başarılı olamadı. HDP üzerinden şekillenen siyasal atmosferin basıncı altında ezilmektedir. Sendika ve konfederasyon genel merkezlerinde merkez yönetimlerine girmemelerinin gerisinde ise DEMEP ile girdikleri koltuk yarışı bulunuyor. DSD DEMEP’in KESK içerisindeki etkisini zayıflatmak istiyor, sendikaların ve KESK’in başkanlıklarını DEMEP’e vermek istemiyor. DSD tabanı ise birbirinden farklı eğilimler taşıyor. İçerisinde “devrimci-demokrat” eğilimler olduğu kadar “ulusalcı” eğilimler de bulunuyor. DSD bugün büyük oranda muhalefette olmasına rağmen dinamik bir iç yaşamı bulunmuyor. Kendisinden bölünenlerin (Demokratik Emek Meclisi) KESK ve Eğitim Sen başkanlığını ellerinde tuttukları dönemde, daha etkin bir muhalefet görünümü çiziyorlardı. Daha sık yayın çıkartıyorlar, yoğun bir KESK eleştiriciliği yapıyorlardı. Bugün ise KESK eleştiriciliğine devam etmekle birlikte, yayın faaliyetleri sürdürülemez duruma gelmiş, uzun aralıklarla yayın çıkarabilmektedirler. ÖDP’nin giderek siyasal yaşamda etkisizleşmesi ve BHH çıkışının da “can simidi” olamaması, DSD’nin giderek iç dinamiklerinin zayıflamasına yol açtı.
* Emek Hareketi’nin (EH) neredeyse hiçbir bağımsız çalışması bulunmuyor. HDP’ye yaslanarak merkez yönetimlerde yer tutan EH, kamu emekçilerinin talepleri üzerinden ve iş yeri temelli bir çalışmaya daha açık görünmekle birlikte, çoğunlukla “konfederasyonların ortak davranması” gibi bir geri söylemi öne çıkarmaktadır. Alana dönük ne bir yayını ne de bir özelleşmiş çalışması var. Günlük gazeteden yazılıp çizilenlerin ötesinde söz söylemek gibi bir durumları da yok. KESK ve sendikaların genel merkezlerinde DEMEP’in gücüne yaslanarak yönetimlerde yer tutmuş bulunuyorlar. (...)
* Kamu Emekçileri Cephesi (KEC) ise uzun yıllardır ilkesiz ittifaklarla merkez yönetimlere geliyordu. Genelde merkez genel kurullarında DSD ile birlikte davranıyorlar. Fakat DEMEP ile siyasal alanda karşı karşıya gelmeleri nedeniyle DEMEP, KEC’in yönetimlerde bulunmasını istemiyor ve kırmızı çizgisi olarak bunu sunuyor. KEC, tuttuğu şubelerde sekter bir tutumun taşıyıcısı durumunda. Kendilerini güçlü hissettikleri yerlerde hiçbir gruba yönetimlere girme şansı tanımıyor ya da bunu kendilerinin merkez yönetimlere alınması şartına bağlıyorlar. Kitle mücadelesine dayalı bir algıları ve yönelimleri yok. Kamu Emekçileri Meclisi adı altında bir çalışmaları var ve bu isimle yayın çıkarmaya başladılar. Temmuz ayında bu yayının üçüncü sayısı çıktı.
* Şu veya bu biçimde merkez yönetimlere girseler de diğer grupların görünür bir etkinliği bulunmuyor. Halkevleri çizgisindeki Devrimci Kamu Çalışanları (DKÇ) diğer gruplar içerisinde daha etkin görüneni. Fakat alana özelleşmiş istikrarlı bir çalışmaları bulunmuyor, genel olarak genel kurullarda ortaya çıkıyorlar denebilir. ESP çizgisindeki Kamu Emekçileri Birliği ise genel kuruldaki çıkışları sonrasında pek varlık göstermedi. KP’nin de etraflarında unsurlar olmasına rağmen kamu emekçilerine dönük özelleşmiş bir çalışması bulunmuyor.
Hakim grupların hakim anlayışı: Protestoculuk ve bürokrasi
Bugün toplu iş sözleşmesinde ortaya çıkan tablo, KESK’e hakim anlayışların sürdürdükleri yanlış politikaları doğrudan ortaya koymaktadır. Bu politikalardan ilki protestoculuktur. Bu politikayı kısaca mevcut gelişmelerin protesto edilmesi ve protestonun amaç haline getirilmesi olarak özetleyebiliriz. Farklı grupların çatışma ve ittifak alanı haline gelen KESK, uzun süre bu grupların birbirlerine cevap üretmek amacıyla ortaya koydukları protesto eylemlerine sahne olmuştur. Burada amaç, kamu emekçilerine yönelik saldırılara uzun soluklu kararlı ve belirli bir programa dayanan, taban dinamizmini harekete geçirmeye dönük politikalar üretmek değil, tekil saldırılara rastlantısal ve günübirlik protesto eylemleriyle cevap üretmektir. Bunlar çoğu zaman yönetime gelen grup ve grupların muhalefetteki grup ve grupları boşa çıkartmak, iç muhalefeti susturmak amacıyla ürettikleri eylemlerdir. Bu da bu eylemlerin gittikçe daralmasına ve en sonunda yorgun düşmüş bir avuç politik kadronun kendi başına kalmasına yol açmıştır.
Bu politikalardan ikincisi bürokratik anlayıştır. Sendikaya hakim olan anlayışların tamamı bürokratik sendikacılığa karşı olduklarını, sendikal demokrasiyi temel aldıklarını belirtmektedirler. Bununla birlikte bu grupların sendika içindeki varoluşları bu bürokrasi ile sıkı bir ilişki içindedir. İş yeri temsilcilikleri, meclisler, komisyonlar vb. organların ele geçirilmesi her şeyden önce bu gruplara politik bir avantaj sağlamaktadır. Bu anlayışın ilk sonucu hiyerarşik bir yapının yerleşmesidir. Bu hiyerarşik yapı içinde sendikanın omurgasını oluşturan taban en alta, merkezi yönetimler ise en üste yerleştirilmiştir. Bu da tabanın merkeze tabii olması anlamına gelmektedir. Bu anlayış bir kez yerleşti mi, yönetimleri ele geçirmek tek amaç haline gelmektedir.
Sonuç sendika organlarında herhangi bir ifade olanağı bulamayan tabanın sendikaya yabancılaşması ve nihayetinde kopması, sendikaların dar grup çıkarlarının, çatışmalarının, ittifak ve ayrışmalarının arenasına dönüşmesi, fiziksel olarak tabandan kopan sendikanın ideolojik olarak da sınıf çıkarlarından uzaklaşmasıdır.
(Türkiye Komünist İşçi Partisi Merkez Yayın Organı EKİM’in Ağustos 2016 tarihli 303. sayısından alınmıştır...)