Kobanê ve “insan hakları emperyalizmi”

Kobanê her türlü emperyalist hilekarlığa inat mutlaka zaferi kazanacaktır. Devrim ateşinde yanmaya kararlı bir halka boyun eğdirme çabası her zaman geri tepmiştir, tepecektir. Bu gerçek emperyalist gericiliğin travmasıdır.

  • Değerlendirmeler
  • |
  • Güncel
  • |
  • 30 Ekim 2014
  • 14:57

Eski İngiltere Başbakanı Tony Blair’in dışişleri danışmanı Robert Cooper, Yugoslavya’ya yapılan NATO bombardımanının ardından, “yeni bir tür emperyalizme, insan haklarıyla ve kozmopolit değerlerle uyuşan bir emperyalizme”, “düzen ve organizasyonu amaç edinen bir emperyalizme” ihtiyaç olduğu teziyle, yeni saldırıların ideolojik-politik hazırlıklarının önceden yapılmasını öneriyordu.

Dönemin NATO Genel Sekreteri ve daha sonra AB güvenlik şefi Javier Solana’nın danışmanlığını da yapan Robert Cooper, bu yeni “insan hakları emperyalizmi”nin ne anlam taşıdığını Belgrad’ı bombalayarak göstermişti.

Cooper, doğrudan askeri müdahaleyle emperyalizm için “risk” teşkil eden bağımsız ülkelerde rejim değişikliklerini başarmanın eski kolonyalist gerekçelerle olanaklı olmadığını savunuyordu. Bunu da “yüzyıllık ulusal kurtuluş hareketleri ve ulusların kendi kaderlerini kendilerinin belirlemeleri gerçeği, bunun tasfiye edilmesinin kolay olmayacağı” tezine dayandırıyordu.

İki tür emperyalizm ayrımını yapan Cooper, bu “yeni emperyalizmi” dünya düzenini koruyan ve batı dünyasının “demokratik” kurumları tarafından desteklenen “gönüllü” emperyalizm (İMF, Dünya Bankası) olarak tanımlamaktadır. Zira çok sayıda ülke “gönüllü” olarak İMF ve Dünya Bankası’nın diktasına boyun eğerek, radikal ekonomik ve politik reformları hayata geçirmektedirler. Yeni dünya düzeni normlarına gönüllü olarak uymayan ülkeler ise “iyi komşu emperyalizm” boyutunda “insan hakları müdahalesi” temelinde zorunlu olarak uyumlu hale getirilir. Bunun en somut örneği de Kosova sorununda yaşanmıştır.

Yugoslavya’ya karşı başlatılan “insani NATO savaşı” Avrupa’nın orta yerinde binlerce insanın yaşamını yitirmesine yol açmıştır. Yugoslavya bu emperyalist yeni stratejinin sonucunda küçük ülkelere bölünerek yeni bir sömürge statüsü yaratılmıştır. Bu strateji farklı politikalarla dünyanın her yerinde hayata geçirilmektedir. Örneğin ABD’nin baskıları sonucu Irak’a karşı BM’nin uyguladığı ambargo nedeniyle 1,5 milyon kişi yaşamını yitirmiştir.

Yugoslavya’nın ABD ve NATO tarafından bombalanarak parçalanması gerçek anlamda emperyalizmin böl-yönet stratejisi açısından yeni bir döneme işaret eder. Yeni sömürge statüleri oluşturmak “normal” bir süreç olarak propaganda edilmektedir. Bu “normal”in karşılığı ise örneğin ABD’nin bugün Kosova’da Avrupa kıtasının en büyük askeri üssüne sahip olmasıdır.

“İnsan hakları emperyalist stratejisi”, devamında 2001 Afganistan ve 2003 Irak’ta uygulanmaya konmuştur. Libya, Somali, Sudan ve diğer birçok ülke insan haklarını zedeleyen, azınlıklara zulmeden, teröre destek veren ve bağımsız bir devlet özelliğini yitirmiş yapılar olarak nitelendirilerek, militarist müdahaleye zemin hazırlanmıştır.

Emperyalist sömürgeciliğin çıkmazı!

Bu yeni yönelime, özellikle sömürgeci-yayılmacı savaş gerekçelerinin 1945'ten sonra Avrupa halkları nezdinde meşruiyetini yitirmesi ve büyük ölçüde savaş karşıtı kitlesel tepkilerin gelişmesi yol açmıştır. Hitler faşizminin yenilgisi, emperyalist sömürge sisteminin sarsılmasına yol açan süreci başlattı. Anti-sömürgeci, anti-emperyalist kurtuluş hareketleri tarih sahnesinde emperyalist saldırganlık ve savaş vahşetine karşın büyük zafer kazandılar. Fransız sömürgecileri Hindistan-Çin savaşında (1948-1954) Vietnam halkı üzerinde sömürgeci egemenliklerini sürdürmek amacıyla vahşi bir savaş sürdürseler de, büyük bir yenilginin ardından ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar. Yine 1954-1962 yılları arası Cezayir halkına dayatılmak istenen emperyalist sömürge sistemi Fransa’nın yenilgisiyle sonuçlandı.

Geleneksel sömürge gücü olmayan ABD emperyalizmi 18 yıl boyunca (1957-1975) o güne kadar yaşanmamış bir savaş vahşetiyle Vietnam halkını köleleştirmek istedi. Bu emperyalist gücün savaş tekniğindeki üstünlüğe ve uyguladığı savaş yöntemine rağmen, Vietnam halkı muazzam devrimci bir direnişle, emperyalizme karşı halkların tarihsel bilincinde derin bir iz bıraktı. Mao’nun “Emperyalizm kağıttan kaplandır” sözü, emperyalist boyunduruktan kurtulmak için ayaklanan halklar için somut bir eyleme dönüştü. Eski emperyalist sömürgeci sistemin dağılması, özellikle Afrika kıtasında yeni-sömürgeci kurtuluş hareketlerine karşı büyük emperyalist güçler tarafından beslenen Güney Afrika Apartheid rejiminin dönüşümüyle bu süreç tamamlanmış oldu. Zira Güney Afrika ırkçı Apartheid rejimi Angola ve Mozambik kurtuluş hareketlerine karşı gösterdiği barbarlık sayesinde ayakta kalabilmişti.

Anti-sömürgeci ulusal kurtuluş hareketlerinin politik başarısı ve kazandıkları zafer, uluslararası güç dengelerinin emperyalizm aleyhine gelişmesine yol açtı. Faşizme karşı kazanılan zaferden sonra dünya, sosyalizm lehine büyük dönüşümlere şahit oldu. Başında Sovyetler Birliği’nin bulunduğu sosyalist kamp kuruldu.

Savaşta yenilmiş olarak çıkan Almanya, Japonya ve İtalya büyük bir toplumsal bunalımın girdabına girmişti. Genç ulusal devletlerin doğması devrimci bir sürecin doğal sonuçlarıydı.

Bir gerçeğin altını çizmek bugün daha da önem taşımaktadır: Ulusal sorun başından itibaren sosyal bir boyut taşır. Ulusal sorunun çözümü mücadelesinde farklı sınıf ve toplumsal kesimler, esas olarak köylü kitleleri, burjuvazinin belli kesimleri, proletarya ve ara katmanlar yer alır. Objektif toplumsal konum ve çıkarlarından dolayı, her kesim ulusal kurtuluş sürecinde elde edilecek başarı ve sonuçlar açısından farklı beklenti ve politik tercihlerle motive olur. Bütün ulusal kurtuluş hareketleri tarihsel gelişim süreci içinde, mücadele deneyimi içinde heterojen ideolojik-politik akımları, ayrışmaları birlikte getirir. Ulusal kurtuluş bütün bu katmanların ortak amacını oluştursa dahi, bu sınıfsal farklılıklar kendisini izlenen stratejik, pratik politikada yansıtır.

Burjuva ve küçük-burjuva güçlerin önderliğinde gelişen ulusal kurtuluş hareketleri ilk etapta kendi sömürgeci güçlerine karşı mücadeleyi yükselttiler. Sömürge karşıtı mücadele objektif bir durumdu ve anti-emperyalist mücadele sömürge sisteminin kısmi yapılarının tasfiyesini amaçlıyordu. Esasta bu mücadele emperyalist sömürge sisteminin tasfiyesini programatik politikasının gündemine koymuyordu. Ulusal kurtuluş mücadelesi içinde yer alan bazı güçlerin, “kendi” sömürge gücüne karşı mücadelede diğer emperyalist güçlerin desteğini arayışı “doğal” bir tutum olarak ortaya çıkıyordu. Ulusal “yurtseverler” çoğu zaman reformlarla, egemen sömürge güçlerinden koparacakları politik (bölgesel otonomi vb. gibi) bazı temel haklarla yetindiler. Eski sömürge sisteminin tarihsel olarak varlığını sürdürememesi ve birçok emperyalist gücün, genç ulusal bağımsız devletin oluşumunda reform görüşmeleri çerçevesinde masaya oturarak sorunu çözmesi, özellikle bazı kurtuluş hareketlerinde ideolojik-politik yanılsamalar yarattı.

Emperyalist güçlerin “hümanizm” ve “iyi niyet”leriyle açıklanan bu ulusal devlet boyutuyla elde edilen bağımsızlık, sosyal kurtuluşla birleştirilmediği oranda yeni sömürge toplumsal konumuyla eski bağımlılıklarını sürdürmeye devam ettiler.

ABD; Vietnam yenilgisinden sonra stratejik olarak diğer ülkelerdeki gerici iç güçleri kullanmada, destek sunarak çıkarları doğrultusunda yönlendirmede yeni bir yol ve strateji izledi. 1969 yılındaki Nixon doktrini, Vietnam’da bir iç savaşı, içerdeki karşıt güçlerin savaşı olarak lanse ederek, sözde “ateşe körükle gitmeme” politikası uygulamıştır. Ortadoğu’da bu rolü İsrail saldırganlığı üslenmiştir. Suriye’de bu görevin “Özgür Suriye Ordusu” tarafından üslendiği bir gerçektir.

Tarihsel olarak emperyalist sömürge sistemi dağılmasına karşın, Sovyetler Birliği’nin tasfiyesinden sonra yeni sömürgeci sistem pervasızca uygulanmaya başlandı. Sovyetler Birliği’nin faşizm üzerindeki zaferinden sonra oluşan “uluslararası hukuk”, ülkelerin bağımsızlığına ve iç işlerine karışmama, saldırıda bulunmama vs. gibi kabuller fiilen tasfiye edildi. Emperyalist yayılmacı çabalara karşı direnç gösteren her ülke, daha doğrusu rejim “demokrasi ve insan haklarının korunması” söylemiyle emperyalist saldırganlığın hedefi oldu.

Emperyalist burjuva odaklar, “hümanizm”, “azınlıkların haklarını koruma”, “insan haklarını savunma” safsatalarıyla emperyalist savaşa meşruiyet arayışlarını arttırmışlardır. Bunun, “iyi savaş” demagojisinin savunucuları eski “sol”, sosyal-demokrat kimliğiyle bilinen burjuva politikacıları tarafından yapılması bir rastlantı değildir.

Almanya’nın savaşa girmesinin de, Yugoslavya’nın parçalanmasında üstlendiği rolün de mimarları Schröder-Fischer (SPD ve Yeşiller Partisi başkanları) ikilisi olmuştur. Dönemin Dışişleri Bakanı Fischer, Miloseviç’i Hitler, Yugoslavya’da olanları da “toplama kamplarıyla” kıyaslayarak Avrupa’nın ortasında emperyalist savaş aygıtını harekete geçirmiştir.

İspanya “Sosyalist” Partisi’nden Javier Solana da emperyalist saldırganlığı destekleyen söylemlerin mimarı olmuştur. Bu ülkelerin, uluslararası büyük tekellerin sömürü ağına çekilerek ucuz iş gücü pazarlarına dönüştürülmesi, sanayilerinin talan edilmesi, büyük tekellerin denetimine verilmesi esas amaç olarak güdülmüştür. Bu “insan hakları emperyalistleri” müdahalelerini sermaye sömürüsünün akışını sağlayacak tarzda ve burjuva demokratik haklar bayrağı altında yapmaktadırlar. İşçi ve emekçilerin sosyal hakları kâr hırsına kurban edilmektedir. Bazı “solcuların” emperyalist müdahalelere BM kararı kılıfını giydirerek meşruiyet kazandırmaları sadece bir aldatmacadır. “Kobanê ile dayanışmaya” çağrısı ile on dört Alman Sol Parti milletvekilinin ve Yeşiller Partisi yönetiminin, Almanya’nın destek amaçlı doğrudan askeri müdahalesi talebini yükseltmeleri bu açıdan rastlantı değildir.

Emperyalizmin teşhiri daha önemli!

Süren bölgesel savaşın somut değerlendirmesini, emperyalizmin ekonomik ve politik özünü tam olarak gözetmeden yapmak, süreç hakkında doğru sonuçlara varmanın önüne geçecektir. Emperyalizmin ekonomik ve politik özü, gündemde olan savaşların, emperyalist güçlerin izlediği politikaların anlaşılmasının anahtarıdır. Karmaşık ve kaotik görünen bu durumda olayları anlamak, yorumlamak doğru tutum takınmak için diyalektik-materyalist yönteme başvurmak bir zorunluluktur. Zira Lenin, savaşların sadece negatif yönlerinin değil, gizli kalmış çelişkileri, sınıf ve partilerin pratik tutumlarının, programlarının, dünya görüşlerinin ortaya çıkması açısından pozitif bir yanı da olduğunu belirtir.

Başta ABD olmak üzere genelde emperyalizmin, özellikle bugün politik ve ideolojik olarak açık ve sistematik tarzda teşhir edilmesi her zamankinden daha önemlidir. Emperyalizmi hoş görme tutumları, ona karşı zayıf tutum takınma, dar pragmatist yaklaşımlar, sınıf mücadelesinin gelecekteki süreçlerinde büyük riskler taşımaktadır. Emekçi halkların, tarihsel gelişimin ortaya çıkardığı en hain, hilekar ve haydut bir emperyalist burjuvaziyle yüzyüze olduğunu unutmaması gerekiyor. Emperyalizmin her türlü müdahalesine açıktan tutum almamak, “anti-emperyalist refleksi” göstermemek, büyük ideolojik politik tahribat yaratacaktır. Ezilen halklar, tarihsel bilinci her zaman taze tutmak durumunda.

ABD egemenleri 200 yıllık tarihlerinde en modern savaş aygıtlarıyla birçok ülkenin halkını, zenginliklerini defalarca bombalayarak yok etmişlerdir. ABD ölüm, acı ve gözyaşı dışında dünya halklarına başka bir şey vermemiştir.

Emperyalist koalisyon ve uşakları (Katar, Suudi Arabistan vs.), kendilerinin son üç yıldır politik, maddi ve askeri olarak besledikleri bir savaşın içindeler. Suriye’nin sınırlarını da aşan bir savaş gerçekliğiyle yüzyüzeyiz. Bu bölgedeki artan savaş ve çatışma durumu emperyalist güçler arasındaki çelişkileri üst düzeye çıkararak, halkların birbirine daha çok kırdırılmasına yol açacaktır.

Bölgedeki emperyalist saldırganlık yeni olmasa dahi, koalisyon güçleri tarzı bir müdahale yeni bir durum arz etmektedir.

IŞİD güruhunun katliamları, emperyalist güçler tarafından kendi toplumlarında savaş yanlısı, militarist müdahale ve emperyalist saldırganlığı onaylayan, destek sunan bir mobilizasyon için kullanılmaktadır. Oysa IŞİD bizzat kendi eserleridir ve emperyalistler hedefe çakılmadan sergilenen bir IŞİD karşıtlığı, yeni Talibanlara, El Kaidelere, IŞİD’lere davetiye çıkarmaktır.

Emperyalist propaganda, kendilerinin yarattığı “terör”, “İslami fundementalizm” vb. söylemleriyle bu saldırganlığa toplumsal bir meşruiyet kazandırıyor. Ne yazık ki bu söylemler, “sol güçler” üzerinde de etkili olmaktadır. Bu, bilinen geleneksel anti-emperyalist refleksleri yok ederek, sessizliğe, içten içe desteğe, emperyalist güçler arasındaki çelişkilerden yararlanma safsatasına ve bu tür söylemlere yol açmaktadır. Reformist solun yayın organlarında, ABD ve diğer ittifak güçlerinin IŞİD’i bombalamalarına yönelik heyecanlı-sevinçli vurgulamalar bir politik kirlenmedir.

Tekelci medya savaş üzerine yaygın ve kapsamlı bir şekilde haber ve yorumlar yaparken, savaşın nedenleri, karakteri ve amaçlarına ilişkin büyük bir titizlikle susmaktadırlar.

İnsanların aldatılması, dezenformasyona tabi tutulması kapitalist toplumsal biçimin özü ile bağlantılıdır. Varlığını sömürü sistemi üzerine inşa etmiş bir toplumsal düzen, iç ve dış politikada yanılsamalar, yarı gerçekler, irrasyonalizm yaratır. Her savaş politikanın başka araçlarla devamıdır. Dolaysıyla savaşa yol açan gerçek nedenleri ortaya sermek bugün somut bir görevidir.

Kobanê’de süren muazzam direniş, başta emekçi sınıflar üzerinde yarattığı coşku ve etkiyle son otuz yılın en kapsamlı uluslararası dayanışma hareketinin gerçekleşmesine yol açmıştır. İkirciksiz destek ve dayanışma, Kobanê devrimci direnişinin başarıyla taçlanmasının en önemli faktörüdür. Egemen burjuva sınıflar arasında dahi çelişkilere yol açan bu destansı direniş, devrimci güçlerin önemli tarihsel bir deneyimi gözetmek durumuyla yüz yüze olduğunu unutturmamalıdır. İşçi sınıfı ve halkların son 150 yıllık mücadelesi gözetildiğinde, emperyalist burjuvazinin, devrimci direniş ve dönüşümleri kendi izlediği stratejik politikaları doğrultusunda absorbe etmeyi başardığı unutulmamalıdır. Emekçi sınıflar ile halkların direniş ve dayanışması başarının anahtarıdır. Önümüzde iki somut tarihsel örnek durmaktadır.

Vietnam halkının tarihi bir direniş sergilediği bilinmektedir. Vietnam devriminin zafer kazanmasının önemli ögelerinin başında, uluslararası dayanışma gelmektedir. Özellikle kapitalist metropollerde farklı toplumsal kesimlerin, gençlerin çok yönlü faaliyet ve eylemleri ABD’li emperyalistlerin savaşı sonlandırmasında etkili bir faktör olmuştur. Keza 1982 yılında Filistin ve Lübnan halkının İsrail saldırganlığına karşı gösterdikleri büyük direniş ve gelişen uluslararası dayanışma hareketleri, İsrail’i geri adım atmaya zorlamıştır. Nitekim İsrail siyonistleri, FKÖ’yü tamamen tasfiye etmek amacını güdüyordu. Bu direniş İsrail hakim sınıfları içinde dahi çelişkilere yol açmıştı. Ve Kobanê her türlü emperyalist hilekarlığa inat mutlaka zaferi kazanacaktır. Devrim ateşinde yanmaya kararlı bir halka boyun eğdirme çabası her zaman geri tepmiştir, tepecektir. Bu gerçek emperyalist gericiliğin travmasıdır.