Ortadoğu’da emperyalist hegemonya ve paylaşım savaşının en kanlı cephesini oluşturan Suriye savaşının yedinci yılında, “savaşın ve IŞİD’in bittiği” ve dolayısıyla “siyasi çözüm”ün biricik alternatif olduğu hemen tüm taraflarca kabul görüp dünyaya ilan edildi. Elbette ki bu aşamaya gelene kadar nice emperyalist plan ve politikalar revizyondan geçirildi, nice hamleler yapılmak zorunda kalındı. Uzun süreden beri “siyasi çözüm” kapsamında Cenevre’den Astana’ya birbiri ardına düzenlenen pek çok “çözüm zirve”si tüketildi. Fakat bu kez, “siyasi çözüm anlaşmasına varılıyor, barış sağlanıyor” inancı, bugüne kadarki büyük yanılsamaların önüne geçmiş görünüyor.
Gündemdeki “siyasi çözüm” iddiasının seyri biliniyor. Kısaca özetlemek gerekirse, Kasım ayında Vietnam’da gerçekleşen 25. Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) toplantısında bir araya gelen Trump ve Putin, Suriye’de savaşın sona erdiğini ve “siyasi çözüm”e geçileceğini açıkladılar. Bunu, şimdiki Cenevre görüşmelerinin yolunu düzleyen Soçi Zirvesi izledi. 22 Kasım’da Rusya’nın Soçi kentinde bir araya gelen Putin, İran lideri Ruhani ve Erdoğan, Suriye’de “siyasi çözüm süreci” konusunda mutabakata vardıklarını ve bunun için de tüm tarafların katılacağı bir Ulusal Diyalog Kongresi’nin toplanması gerektiği konusunda görüş birliği içinde olduklarını açıklamışlardı. Rusya inisiyatifinde atılan tüm bu adımlar 7 yıllık Suriye iç savaşında sona gelindiğine dair büyük beklentilere yol açtı. Ardından halihazırda sürmekte olan bugünkü Cenevre görüşmeleri başladı.
Birleşmiş Milletler (BM) bünyesinde başlatılan “Suriye Barış Görüşmeleri”nin 8’incisi 28 Kasım’da başladı. Suriye Kürtlerinin alınmadığı görüşmelere, muhalifler adına başkanlığını Nasr Hariri’nin yaptığı ve birbirinden farklı 50 küçük örgütün oluşturduğu Müzakere Yüksek Komitesi ile başkanlığını Suriye’nin BM Daimi Temsilcisi Bashar Caferi’nin yaptığı heyet katılmıştı. Görüşmeden hemen sonra “muhalif gruplar”, Esad’ın devlet başkanlığından ayrılmasını şart koşmuş, Şam yönetimi ise buna, müzakere heyetini geri çağırarak karşılık vermişti. Dolayısıyla görüşmeler “muhalifler” ile BM arasında devam etmiş, fakat görüşmelerin bu bölümünde somut bir sonuç çıkmamıştı.
Görüşmenin selameti için yazılı bir açıklama yapan Mistura, tarafları “bir diğerinin meşruiyetini tartışmaya açacak açıklamalardan uzak durma”ya çağırarak, “son dönemlerde yapılan açıklamalar hiçbir amaca hizmet etmiyor. …önkoşulsuz ve Suriye halkının çıkarlarına hizmet eden politik bir çözüm için görüşmelere ciddiyetle yaklaşması gerekiyor” açıklamasında bulundu. Sonraki günlerde, Şam heyetinin barış görüşmelerine katılmak üzere Pazar günü Cenevre’ye gideceği ve görüşmelerin 15 Aralık’a kadar süreceği belirtildi. Dolayısıyla gelişmelerin sonraki seyri ve somut sonuçları önümüzdeki günlerde daha bir açıklık kazanmış olacak.
Ekim 2015’te gösterdiği askeri inisiyatifle, güç dengelerini olduğu gibi, savaşın seyrini de Suriye lehine değiştiren ve Suriye rejimini bir çöküşten kurtaran, yanı sıra bir dünya gücü olduğunu kanıtlama imkanı bulan Rusya, bugünkü siyasi çözümün zeminini hazırlamanın da mimarıdır. Fakat sorunu “siyasi çözüm” zeminine taşımayı başarmakla “siyasi çözüme” ulaşmayı başarmak aynı şey olmadığı gibi, bu konuda “barışın” önündeki engellerle birlikte bir dizi belirsizlik de devam etmektedir.
Suriye “barış görüşmeleri” nereye?
Esad’ın Rusya’da karşılanmasından birkaç gün sonra yapılan Soçi zirvesinden yansıtılan tablo, Suriye savaşının sonuna gelindiği ve artık siyasal çözümle barışın hayata geçirileceği şeklindeydi. Soçi’ye katılan tüm taraflar bu konuda anlaştıklarını açıklamışlardı. Buna göre, bir Suriye Ulusal Diyalog Kongresi toplanacak, yeni bir anayasa hazırlanacak ve arkasından seçimlere gidilecekti. Yayınlanan ortak bildiriyle de bu deklare edilmişti. Ne var ki kimi anlaşmazlıkların olduğu da aynı açıklamalara yansımıştı. Önemli anlaşmazlıklardan biri, Türkiye’nin yapılması planlanan Suriye Ulusal Diyalog Kongresi’ne PYD’nin katılmasını engellemek istemesiydi. Ancak Rusya’nın bu konudaki tutumunun değişmediği biliniyor. Bu ve benzeri anlaşmazlıklar sonucu kongre Şubat ayına ertelenmiş oldu.
Suriye Kürtlerinin durumu, İran tarafından Rojava’nın Suriye rejimine dahil edilmesi gerektiği talebi, ABD’nin Suriye’deki varlığı, İsrail’in gelişmeler karşısındaki tutumu vb. konular önemli sorun ve belirsizlikler olarak durmaktadır. Yanı sıra ABD Başkanı Trump, Suudi Arabistan’a ve İsrail’e yaptığı ziyaretin ardından İran’a yönelik yeni saldırganlığın işaretini vermiş, İran karşıtı bir koalisyon oluşturmakta somut adımlar atmış, İran’ın ruhani lideri bölgenin Hitler’i ilan edilmişti. Buna paralel öteki saldırgan adımlar ise İsrail tarafından atılmaktadır. İran’ın varlığını kendisine yönelik bir tehdit olarak gören İsrail, İran’ın Suriye’de “kalıcı bir şekilde yerleşmesine ya da İsrail’e karşı bir ileri mevzi” haline gelmesine izin vermeyeceğini, çünkü İran’ın “İsrail’i yok etmek için Suriye’yi bir üs olarak kullanmakta” olduğunu iddia etmekte ve bunun sonucu olarak Suriye’ye hava saldırıları düzenlemektedir.
Dolayısıyla tüm bu gelişmeler ve provokasyon girişimlerine rağmen gerçekten de iddia edildiği gibi Suriye’de savaşın son bulacağı ve “barışın” somut bir sonuca bağlanacağı günler mi yaşanıyor? Bu soru, gündemdeki “barış” görüşmeleri üzerinden değil, fakat Ortadoğu’daki paylaşım kavgasının toplamı üzerinde gerçek anlamını bulur. Zira Suriye savaşı, Ortadoğu’daki emperyalist devletlerin yürüttüğü savaşın bir parçası olduğuna göre yanıtı da bununla bağlantılıdır. Bölgede yaşanmakta olan son gelişmeler bunu ayrıca doğrular niteliktedir.
Ortadoğu’da savaşların yeni halkaları
ABD emperyalizmi küresel düzeyde olduğu gibi Ortadoğu’da da sarsılan hegemonyasına çıkış arıyor ve bunun gerekli kıldığı bir dizi adım atıyor. Rusya’nın agresif ve tehditkar olarak nitelediği, batılı emperyalistlerin endişeyle karşıladığı, İsrail’in ise “İran’ın terörist rejimine cesurca meydan okudu” diyerek yücelttiği Trump’ın İran’la yapılan nükleer anlaşmayı iptal etme girişimi, Suudi Arabistan’daki operasyonun tarafı olması, İsrail-Arabistan eksenli bir oluşumla Rusya-İran ekseninin karşısına dikilmeye çalışması ve son olarak Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdığını ve büyükelçiliğini oraya taşımayı düşündüğünü ilan etmesi, ABD’nin Ortadoğu’da sarsılan hegemonyasını tesis etme girişimleridir.
Özellikle Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak ilan etmesi, hemen herkesin ortak ifadesiyle, ateşe benzin dökmek oldu. Bu adımın, halihazırda istikrarsız olan bölgeyi daha da istikrarsızlaştıracağı ortadadır. Bölgeyi yeni bir kan deryasına çevirme girişimi olarak da yorumlanan bu küstahlık, tek başına Trump’ın içteki açmazlarından kurtulmak, Yahudi lobisinin desteğini kazanmak ve yolsuzluk skandallarıyla bunalan Netanyahu’ya nefes aldırmak istemesiyle açıklanamaz. Sorun bunun çok ötesinde amaç ve hedefler içermektedir. Zira Kudüs sorunu, Filistin sorununun ötesinde anlam ve önemi bulunan koca bir bölge sorunu, dahası uluslararası boyutu da olan bir sorundur. ABD emperyalizmi Kudüs sorunu üzerinden barış peçesini yırtmış, siyonizmi cepheden savunarak işgal ve katliamların mimarı olduğunu alenen ilan etmiştir. Yanı sıra, attığı bu adımla bütün bir bölgeyi yeni bir dinsel, mezhepsel ve ulusal boğazlaşmalara sürükleme tehlikesini de büyütmüş bulunuyor.
Kudüs’te en üst düzey Hristiyan din adamı olan Rum Ortodoks Patriği III. Theophilos ve diğer bir düzine kilise lideri bile “telafi edilemez zarar” olarak gördükleri bu girişimi, “Kudüs’te ve kutsal topraklarda, bizi birlik amacından uzaklaştırıp yıkıcı bölünmelere doğru daha güçlü bir şekilde sürükleyerek, artan oranda nefret, çatışma, şiddet ve ızdıraba yol açacağı” olgusuna işaret edip, endişe ve korkularını dile getirmek durumunda kaldılar.
Yaşanan gelişmeler Ortadoğu’da gerilimin azalmak bir yana yeni biçimler içinde tırmanacağının somut işaretleridir. Çözüm yolu ise emperyalizme ve bölge gericiliğine karşı işçi ve emekçiler ile bölge halklarının devrimci mücadelesinden geçmektedir.